Gülay Toksöz ile göçün yapısal nedenlerini, kadın emeğinin kapitalist birikimdeki yerini, göçmen kadın deneyimleri ve sınıf, ırk ve cinsiyet ilişkilerini karşılaştırmalı bir perspektifle odağa alan, 2021 yılında Dipnot Yayınlarından çıkan son kitabı Emanet Emek: Göç Yollarında Kadınlar etrafında bir söyleşi gerçekleştirdik.
Kitabınızda, 60 yıllık süreçte göçmen kadın emeğinin özellikle Avrupa bağlamında dönüşümüne odaklanıyorsunuz. Bize biraz kitaptan bahsedebilir misiniz? Ve neden özellikle Avrupa bağlamı?
Benim Avrupa’daki Türkiyeli göçmen işçilerin sorunlarına yönelen ilgimin başlangıcı 1975 yılına uzanır. O yıl üyesi olduğum Tüm İktisatçılar Birliği benim de içinde yer aldığım bir grup çalışmasının ürünü olan Yurtdışındaki İşçiler ve Sorunları başlıklı kitabı yayınladı. Sonra 1980 darbesi ertesi doktora yapmak üzere Almanya’ya giderken kafamdaki konu göçmen kadın işçilerin çalışma hayatındaki sorunları ve sendikalardaki konumları idi. Tezimde, göçmen kadınların işçi olma süreç ve deneyimlerini, çalışma hayatında karşılaştıkları sorunları, aile içi sorumluluklarına rağmen sendikalarda görev alma ve mücadele etme pratiklerini ve göçmenlik deneyimlerini, birbirleri üzerindeki etkileşimleri temelinde inceledim. Öğrencilik yaptığım yıllarda ve tezimi tamamladıktan sonra da göçmen kadın örgütlerinde aktif çalıştım.
1992 yılında, Türkiye’ye dönüp Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesinde göreve başladıktan emekli olduğum 2017 yılına kadar akademik ilgi alanlarımı kadın emeği ve göçmen emeğiyle ilgili çeşitli konular oluşturdu. Bu konularda çokça yayın yaptım. Son yıllarda göçmen kadın emeğinin göçün büyük ölçüde kısıtlandığı Batı ve Güney Avrupa ülkelerinde, neoliberal politikaların etkilediği işgücü piyasalarında, aradan geçen 60 yıllık süreçte, nasıl bir değişim ve dönüşüm yaşandığını merak ettim.
Avrupa 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yoğun göç alan ve benim daha yakından tanıdığım bir coğrafya olduğu için ağırlığı Almanya’ya vererek konuyu ele aldım. Göçün hem yapısal makro nedenlerine hem de bireylerin kararlarına dayanan çok boyutlu yapısına ışık tutmaya çalıştım. Ayrıca 2021 Türkiye’den Federal Almanya’ya göçün 60. yılı idi ve ben genç okurların Türkiyeli kadın göçmenlerin serüvenlerini daha yakından tanımasını istedim. 2019 yılını Berlin’de geçirerek bu konuda derinlemesine okuma ve yazma fırsatı buldum ve sonuçta bu kitap ortaya çıktı.
Göçmen kadın emeğinin küresel kapitalist sistem için kurucu bir yeri olduğunu vurguluyorsunuz. Burada üçe ayırdığınız tarihsel dönem var. Bu dönemselleştirmeyi biraz açıklayabilir misiniz, neden böyle bir dönemselleştirmeye ihtiyaç duydunuz? Öte yandan, göçmen emeğinin geçici niteliğini vurgulamak için kitabın da başlığı olan “emanet emek” kavramsallaştırmasının, bu dönemselleştirmeler içerisinde işaret ettiği belirli bir dönem var mı?
Buradaki dönemselleştirmeye temel olan, bir üretim ve birikim rejimi olarak kapitalizmin genişleme ve daralma bir diğer deyişle kriz dönemlerinde ihtiyaç duyduğu işgücü talebinin kendi içinde nasıl bir evrim geçirdiği ve bunun göçmen işgücü talebine yansımaları. Ben bunu araştırmalarda çokça ihmal edilen bir konu olduğu için göçmen kadınlar açısından ele aldım.
İlk dönem, İkinci Dünya Savaşını izleyen, savaşta yıkılmış ve ciddi nüfus kaybına uğramış Batı Avrupa ülkelerinin ekonomik olarak yeniden canlanması için göçmen işgücüne ihtiyaç duyulan ve 1970’lerin ortasına kadar süren dönem. Bu dönem özellikle madenlerde, imalat sanayiinde ve hizmetler sektörünün özellikle otel-lokanta gibi iş kollarında göçmen işgücüne ihtiyaç vardı. Hepimizin bildiği gibi bu dönemde Türkiye’den de çok sayıda işçi başta Almanya olmak üzere Batı Avrupa ülkelerine gitti. Kitapta bu bölümün başlığını “Fabrikaların Akort Bantlarında Göçmen Kadın İşçiler” olarak koydum.
İkinci dönem, 1970’lerdeki ekonomik krizle birlikte işgücü alımının durdurulduğu, yasal göç kanallarının kapatıldığı ve göçmenlerin düzensiz yolları kullanarak geldikleri, göçmen emeğinin güvencesizleştiği dönem. Bu dönem aynı zamanda Batılı ülkelerde yaşanan sosyo-demografik dönüşüme bağlı olarak hanelerde bakım açığının ortaya çıktığı, ev ve bakım işlerini yapacak göçmen kadınlara ihtiyaç duyulduğu dönem oldu. Bu bölümün başlığı ise “Evlerde: Temizlikten Bakıma Göçmen Kadın İşçiler”.
Üçüncü dönemi ise 2000 sonrası dönemin baskın özelliği olması nedeniyle beyin göçü dönemi olarak tanımladım. Ancak bu sürecin bir diğer belirgin özelliği zorunlu göç kapsamında ülkelerini terk eden insanların mülteci olarak Avrupa ülkelerine yönelmeleri. Kitapta bu bölümün adı “Yeni Gelenler: Üsttekiler… Beyin Göçmenleri, Alttakiler… Mülteciler”.
Elbette bu dönemler birbirlerinden kesin çizgilerle ayrılamaz ancak bir dönemi öne çıkan özellikleriyle ele almak ve tanımlamak bize kesintisiz süreci kavramak bakımından kolaylık sağlar. İlk iki dönem açısından gidenler gidişlerini geçici olarak gördükleri, bir miktar tasarruf yaptıktan sonra dönmeyi hedefledikleri için emeğin geçiciliğine atıf yapmak için “emanet emek” kavramını kullandım. Ancak maddi koşullar niyetlerden bağımsız olarak kararları belirliyor. İlk dönem gidenler içinde geriye dönen çok kişi olmakla birlikte kalan işçilerin aile birleşmesi yoluyla eş ve çocuklarını yanlarına almaları ve çocukların o ülke okullarına gitmeye başlamasından sonra etnik topluluklar giderek güçlendi ve kalıcılaşma eğilimi ağır basmaya başladı. İkinci dönem olarak adlandırdığım dönem ise başta Güney Avrupa ülkeleri olmak üzere Batı Avrupa ülkelerinin özellikle sosyalist sistemin yıkılmasıyla Doğu Avrupa ülkelerinden gelen kadınların bakım işçisi olarak çalıştığı ve ülkelerine geri dönüş eğiliminin güçlü olduğu dönem. Ancak gerek beyin göçmenleri gerekse mülteciler açısından gidenlerin kalıcı olmayı baştan hedeflediklerini söyleyebiliriz.
Kitabın bir bölümü daha var, “Yerleşikliğe geçiş: temizlik işlerinden uzman mesleklere göç kökenli kadınlar” başlığı altında göç alan ülkelerde doğan, yetişen göç kökenli gençler ile kadınların eğitim ve çalışma yaşamındaki durumlarına ışık tutuyor. İşçi sınıfının en dezavantajlı kesimleri içinde yer alan göçmen ailelerin çocuklarının neden eğitim-öğretim alanında ve sonrasında çalışma yaşamında kendi ebeveynlerininkine benzer yollardan geçtiği, uzman mesleklerde eğitim görme şansını bulan kadınların ise iş yaşamında neler deneyimledikleri bu bölümün konusu.
Göçmen kadın emeğini anlamak için üçlü bir yaklaşım kullanıyorsunuz. Bu doğrultuda, çalışmanızın temel kavramları sınıf, etnisite/ırk ve toplumsal cinsiyet olarak öne çıkıyor. Bu üçlü kavram seti göçmen kadın emeğine dair ne söylüyor?
Göçmen kadınların çalışma yaşamında yaygın biçimde yer almaları göç alan toplumların kamuoyları ve sosyal bilimcileri tarafından uzun süre görmezden gelindi, dikkatler aile birleşmesi kapsamında gelen ve yasal kısıtlamalar sonucu çalışma hayatına katılmaları kolay olmayan kadınlara odaklandı. Dolayısıyla göçmenlerin kültürel özelliklerini esas alarak yapılan analizler kültürel farklılıkları, özellikle Müslüman göçmen kadınların içinden geldikleri toplumların patriyarkal yapısını öne çıkartarak, göç alan toplumların işgücü piyasalarındaki patriyarkal yapıları ve zihniyetleri ihmal ettiler. Bu durum göçmen kadınların göç alan toplumdaki düşük hukuki, ekonomik ve sosyal konumlarının yani yasal eşitsizliklerin, sınıfsal kökenlerinin ve kadın olmak üzerinden belirlenen yaşam koşullarının bir bütün içinde göz önüne alınmamasına yol açtı. Örneğin; geleneksel cinsiyete dayalı işbölümünün kadınları öncelikle ev ve bakım hizmetlerinden sorumlu tutmasının onların işgücü piyasasına katılımını engellediği veya yarı zamanlı çalışmasına yol açtığına dair saptamalar doğrudan çalışmak üzere getirtilen ve tam zamanlı işlerde çalışan göçmen kadınların durumunu açıklamakta yetersiz kalıyordu. Çünkü göçmen kadınlar kendi toplumlarındaki tüm patriyarkal sosyal ilişkilere rağmen işgücü piyasasında yer almaktaydı. Öte yandan işgücü piyasasının toplumsal cinsiyet temelinde sektörlere ve mesleklere bölünmüş olması, tüm kadınlar açısından geçerli olmakla birlikte buradaki hiyerarşilerde etnisitenin rolüne yeterince dikkat edilmemekteydi. Oysa farklı etnik gruplardan kadınlar köken ülkelerine göre ırkçılığın ve dışlanmanın farklı biçimlerine maruz kalmaktaydı.
İşgücü piyasasında hiyerarşiler sınıfın, toplumsal cinsiyetin ve etnisitenin karşılıklı etkileşimi içinde şekillenir. Kadınların ağırlıkla hane içinde yürüttükleri geleneksel işlerin devamı niteliğindeki işkollarında örneğin tekstil-konfeksiyon ve gıda imalatında, hizmetler sektöründe ev hizmetlerinde veya konaklama ve yiyecek işlerinde çalışmaları, işlerin ve mesleklerin toplumsal cinsiyet temelinde belirlenmişliğine örnek sunar. Yerli kadın işgücünün ortaya çıkan yeni iş fırsatları ile bu tür geleneksel düşük ücretli ve düşük statülü işlerden kaçınmaları ölçüsünde işgücü ihtiyacının göçmen kadınlar üzerinden karşılanması, etnisitenin hiyerarşinin kurulmasındaki rolüne işaret eder. Dolayısıyla göçmen kadın işçilerin işgücü piyasasındaki durumlarına daha yakından bakıldığında sınıf/etnisite/toplumsal cinsiyet kesişiminde ele almak önem taşır.
Avrupa’daki farklı ülkelerin göç ve göçmenlere -kadınlara- yönelik farklı uygulamaları olduğunu sizin anlatınızda da detaylı bir şekilde görüyoruz. Burada refah rejimlerinin bakım emeğinin istihdam koşullarını belirlediğini de görüyoruz. Yine de mesele göçmen kadın emeğine geldiğinde, özellikle de bakım emeğinde, tüm bu farklı uygulamaların ortaklaştığı bir nokta var ki o da güvencesizlik, duygusal emek sömürüsü, “yasadışılaştırma” ve bunun sonucu katmerlenen sömürü. Bu noktada, Türkiye’de göçmen ev işçilerinin özellikle 90’lardan bu yana bakım emeğinde önemli bir yer tuttuğunu görüyoruz. Avrupa’yla kıyasladığımızda Türkiye’ye özgü neler görüyoruz?
Avrupa ülkelerinde, 1980’lerden itibaren yerli kadınların artan istihdamıyla hem çocukların bakım ihtiyacı ortaya çıkıyor hem de nüfusun yaşlanması yani artan yaşam süresine bağlı olarak yaşlı nüfusun toplam nüfus içinde artan payıyla yaşlı ve hastaların bakım ihtiyacı ortaya çıkıyor. Sosyal refah devletinin gelişmiş olduğu ülkelerde, esas olarak İskandinav ülkelerinde eskiden beri bakım ihtiyacı kamusal hizmet sunumuyla karşılanıyor ve kadınların istihdam oranları yüksek. Buna karşın Güney Avrupa ülkelerinde (Yunanistan, İtalya, İspanya, Portekiz) bakım hizmeti esas olarak ailedeki kadınlar tarafından sunuluyor ve kadınların istihdam oranları göreli düşük. Son 30-40 yılda kadınların istihdama giderek daha çok katılımıyla bulunan ucuz çözüm, boşluğun göçmen kadın emeği ile doldurulması oluyor. Böylece sayıları giderek artan göçmen kadınlar birçok ülkede sosyal refahın sağlanmasına katkıda bulunuyor ve hem devlete hem hanelere düşük maliyetli bir çözüm sunuyor. Ev ve bakım işleri, piyasada ücret karşılığı yapıldığında vasıfsız, düşük değerli ve düşük statülü bir çalışma olarak görüldüğünden, çoğunlukla yasal düzenlemelerin ve sosyal korumanın dışında tutuluyor. İşte bu nedenle göçmen kadınlar prekaryanın önemli bir bileşeni olarak tanımlanıyor.
Türkiye’deki durum, Güney Avrupa ülkeleriyle benzerlikler gösteriyor. Türkiye’de her ne kadar kadınların istihdam oranları Avrupa ülkelerindekinden çok daha düşük olsa da, üniversite eğitimi alan kadınlar arasında çalışma eğilimi oldukça yüksek ve bu durum çocuklar için bakım ihtiyacını ortaya çıkarıyor. Aynı şekilde Türkiye’de her ne kadar yaşlı nüfusun toplam nüfus içindeki göreli payı düşük olsa da ciddi bir yaşlanma eğilimi var ve yaşlı nüfusun bakım ihtiyacı artıyor. Sosyalist sistemin çökmesinden sonra özellikle Türki Cumhuriyetlerden çok sayıda kadının bakım işlerinde çalışmak üzere Türkiye’ye geldiğini görüyoruz. Güvencesizlik ve sömürü açısından çok benzer olumsuzluklara maruz kalıyorlar. Çalışma izni alarak yasal olarak ülkede ikamet edenlerin sayısı çok düşük, büyük çoğunluğu düzensiz göçmen statüsünde. Dolayısıyla benzerlikler belirleyici, farklılıklar pek dikkat çekmiyor diyebilirim.
Anlatınızda, 70’lerden bu yana aslında farklı ülke örneklerinde kadın göçmenlerin fabrikalardan ev içine kadar farklı alanlarda çeşitli örgütlenme pratiklerinin içinde olduklarını da görüyoruz, hem kadın olmaya, hem göçmen kadın hem de göçmen kadın emekçi olmaya dair özgün koşullar etrafında bir araya geliyorlar. Yine de 70’lerin göçmen kadınları pasif özneler olarak gören yaklaşımının bugün 2021’de dahi aşılmadığını görmek size ne hissettiriyor, bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Evet, kitapta ekonomik ve sosyal hakları için mücadele eden işçi kadınların hikâyelerine olabildiğince yer verdim ve onların yaşamları üzerinde söz ve karar sahibi olma çabalarına ışık tutmaya çalıştım. Kuşkusuz ilerleyen yıllarda mücadele alanları genişledi, göçmen kadın örgütleri iltica/yabancı hakları, ırkçılık karşıtı çalışma, ayrımcılık karşıtı yasa, göç sürecinde kadınlara yönelik şiddet, kadın ticareti, ülke dışında edinilmiş diplomaların denkliği, güçlenme, kadın girişimciliğinin desteklenmesi, farklı cinsel yönelim ve çift milliyetli evlilikler vb. birçok konuda hak aramaya başladılar. Bu tür örgütlenmeler ülke sınırlarını aşıp çok sayıda Avrupa ülkesinden göçmen kadın örgütlerinin katıldığı platformlara dönüştü. İlginç olan günümüzde anaakım medyada göçmen kadınların özne olarak yer almaktan ziyade hâlâ stereotipler çerçevesinde kurban olarak görülmeye devam etmesi. 2010’lardan itibaren artan mülteci akımları içinde erkeklerin çoğunlukta olması kadınların görünmemesine, seslerinin duyulmamasına yol açıyor. Özellikle Suriyeli mülteci kadınlar, yeniden geleneklere ve cinsiyete dayalı işbölümüne tabi, şiddet kurbanı mağdurlar olarak görülüyorlar. Stereotiplerin bu kadar güçlü olmasını şaşırtıcı buluyorum, ancak belirtmeliyim ki buna meydan okunmasında çeşitli Avrupa ülkelerinde yetişmiş ikinci ve üçüncü kuşak göçmen kadınların özellikle siyasette, çalışma yaşamında ve kültürel alanda öne çıkmalarının ve seslerini yükseltmelerinin katkısı çok önemli. Zaten kitabın onları ele alan üçüncü bölümü buna dair örnekler sunuyor.
“Entegrasyon” ve ırkçılık tartışmalarında kadınlara dair, özellikle de Doğu’dan gelen kadınlara dair stereotiplerin baskınlığı sizin de analizinizde çok görünür bir şekilde ortaya çıkıyor. Öte yandan, bu stereotiplerin sadece vatandaşlar tarafından Doğu’dan gelen göçmenlere yönelik bir Batılı tavır olmanın ötesinde, özellikle Almanya örneğinde açıkladığınız gibi, farklı göç dalgalarıyla göç etmiş göçmen gruplarının birbirlerine bakışlarında da olduğunu görüyoruz. Bu noktada, ırkçılık göçmen kadınları nasıl etkiliyor? Ya da ırkçılık ve patriyarka arasında özgün bir ilişki olduğunu söyleyebilir miyiz?
Özellikle Almanya örneğinde gözlenebildiği üzere son dönem giden vasıflı göçmenler yasal statüleri ve çalışma koşulları itibariyle orta sınıf mensupları olarak toplumda yerlerini alıyorlar. Daha önceden vasıfsız göçmen olarak giden ve kol emeğine dayalı işlerde çalışanları işçi sınıfının mensupları olarak kendilerinden daha aşağı konumda görüyorlar. Onlara belirli stereotipler çerçevesinde bakarak hepsinin muhafazakar, geleneksel ve Türkiye’deki iktidarın destekçileri olduğunu düşünüyorlar. Burada hepsi aynı etnik kökene sahip olsalar bile sınıfa dayalı üstenci bakışın belirleyici olduğunu söyleyebiliriz.
Öte yandan ırkçılık ve patriyarka arasında elbette güçlü bir ilişki var. Bir toplumdaki yerli nüfusun göçmenlere atfettiği “öteki”lik etnik topluluğa istenmeyen özelliklerin ve düşük sosyal konumun atfedilmesi anlamına geliyor. Irkçılık ırk veya etnisite temelinde bir toplumsal grubu aşağılar ve dışlarken, cinsiyetçilik erkek üstünlüğü temelinde kadınları ve cinsel yönelimleri farklı bireyleri aşağılayıp dışlıyor. Hem ırkçılık hem de cinsiyetçilik sabit olduğunu iddia ettiği biyolojik ve kültürel özelliklere atfedilen sosyal davranışlarla bağlantılı olduğu için ırkçılık cinsiyetçiliği her zaman gerektiriyor. Kadınları tâbi kılan bir sosyal düzen aynı zamanda etnik azınlıklara karşı da ırkçı ve etnik azınlık içinde de en zayıf kesim olarak görünen göçmen kadınlar hedef seçiliyor.
Son dönemde Türkiye’den yurtdışına göç eden yüksek vasıflı kadınların göç etme sebepleri arasında erkeklerden farklı olarak patriyarkal baskılar ve emek piyasasında yine toplumsal cinsiyete dayalı eşitsizliklerin öne çıkan sebeplerden olduğunu söylüyorsunuz. Sizce bu özellikle son dönemde farklılaşan bir örüntü mü?
Kuşkusuz 1960’lardaki göç dalgalarında kitaptaki örneklerin de ortaya koyduğu gibi işçi olmak üzere Batı Avrupa ülkelerine giden kadınların, özellikle kent kökenli ve eğitim düzeyleri göreli daha yüksek genç kadınlar açısından daha iyi ekonomik koşullara kavuşma motifinin yanı sıra köken ülkelerdeki patriyarkal baskılardan kaçmak, kendi ayakları üzerinde durmak, kendi yaşamı üzerinde söz ve karar sahibi olmak istemeleri de rol oynuyor. Ancak bu dönemde kadınlar bu isteklerini pek açık biçimde dile getirmiyorlar. 2000’lerden sonraki dönemde ise küresel düzeyde birçok ülkede kadınların artan eğitim düzeyleri ile kadınların insan haklarına saygı gösterilen ülkelerde yaşama istekleri arasında pozitif bir ilişki olduğu, yapılan araştırmalarda ortaya çıkıyor. Çünkü eğitimli kadınlar kendi dilek ve isteklerini bu açıdan daha açık ifade ediyorlar ve eğitimlerinin özellikle fen, sağlık, bilişim gibi alanlarda olması, onların göç niyetlerini gerçekleştirmelerini kolaylaştırıyor. Nitekim Türkiye’den son yıllarda giden ve beyin göçü kapsamında değerlendireceğimiz yüksek vasıflı kadınlar toplumdaki patriyarkal baskılar, kadınlar ve erkekler arasındaki eşitsizliklerin gidiş kararı almalarındaki rolünü daha açık belirtiyorlar.
Son olarak, iklim değişikliği, salgın hastalıklar vb. sebeplerle önümüzdeki senelerde insan hareketliliğinin azalmayacağı, aksine kitlesel göçlerin yaşanmaya devam edeceğini söylemek mümkün. Siz, önümüzdeki dönemi nasıl görüyorsunuz, bu dönemi göçmen kadınlar açısından nasıl değerlendirirsiniz?
Evet, önümüzdeki on yıllarda daha çok insanın göç yollarına düşmesi kaçınılmaz görünüyor. Hem bulundukları ülkelerde yaşam koşullarının giderek zorlaşması ve hatta imkansızlaşması insanları buna zorlayacak hem de zengin ülkelerde daha fazla genç insan kaynağına ihtiyaç duyulacak. Vasıflı işgücü için “kabul gören” göçmenler olarak göç yolları açık tutulurken, ev ve bakım işçisi olarak çalışan, hastalar, yaşlılar, çocuklar için sorumluluk üstlenen göçmen kadınlar bunun dışında bırakılacak. Göçmenler arası eşitsizlikler derinleşecek, göçmenlerin önemli bir kısmının temel insan hakları ihlal edilecek. Oysa göç hareketlerinin küresel bir olgu olduğu ve önlenemeyeceği gerçeğini kabul etmek ve buna uygun davranmak lazım. Göç alan ve veren tüm ülkelerin ve başta Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği olmak üzere uluslararası örgütlenmelerin göçün gerçek nedenlerini açıkça görmeleri ve göçmenlerin insan onuruna yakışır bir yaşam sürme isteklerine ve temel insan haklarına saygılı çözüm yolları bulmaları gerekiyor.