Aile dışında hayat olduğunun, aileden çok fazlası olduğumuzun, aileden bağımsız var olduğumuzun kabul edilmesini istiyoruz. Gelin, hiç olmazsa aileyi tartışmaya başlayalım diyoruz…
Sistemik bir toplumsal yeniden üretim krizinden geçiyoruz, bunu ataerkil kapitalist yaşamın krizi olarak adlandırmak mümkün. Her gün yükselen fiyatlar, güvenceli ve istikrarlı bir iş edinmenin güçlüğü, kadın cinayetleri, iş cinayetleri, barınacak ev bulamamak, sağlık hizmetine erişmenin giderek zorlaşması, eğitim kurumlarının niteliksizleşmesi, hane içinde bakım ve yeniden üretim yükü, gençlerin gelecekten umudunu kesmesi… daha eklenecek ne çok sorun var…
Bütün bunlarla nasıl başa çıkılır?
Hükümetin önerdiği yol “aile”ye sığınmak. Aileye sığınmak, kadınların emeğine yaslanmak anlamına geliyor. Ücretsiz, karşılığı verilmeden, varoluşunun “doğal” bir parçasıymışçasına kadınlardan bütün bu yükü üstlenmesi bekleniyor. AKP iktidara geldiği zamandan bu yana aileyi bir hayatta kalma aracı, sosyo-ekonomik güçlüklere karşı bir baş etme mekanizması olarak gördü. Tabi AKP’nin kast ettiği geleneksel heteroseksüel ataerkil –ve hatta geniş– “kutsal” aile modeli. Bu modelde LGBTİ+ bireyler, yalnız kadınlar, yalnız ebeveyn kadınlar, evlenmeden birlikte yaşayan çiftler yok!
Gelgelelim o “kutsal” aileler günümüzde giderek dağılıyor; tarımdaki çözülme, kırdan kente göç, “modern” kent yaşamının gerekleri geniş aile yapısını parçaladı; günümüzde çekirdek aile yapısı hayli yaygınlaştı. Bugün çekirdek aileden oluşan haneler tüm hanelerin üçte ikisini oluşturuyor. Lâkin son dönemde tek kişilik hanelerin sayısı da hızla artıyor –hanelerin yaklaşık beşte biri tek kişilik haneler. Bir yandan, işsizlik ve derinleşen yoksulluk öbür yandan güvencesiz çalışma ve yaşam koşulları nedeniyle gençler evliliği git gide erteliyor. Feminist hareketin kadınlara kazandırdığı güçle de evlilik tek seçenek olmaktan çıkıyor ne mutlu ki. Ayrıca evlilik yaşı yükseliyor, evlenme hızı boşanma hızının gerisinde, bu arada doğum oranı da düşüyor. Bu eğilimler, hükümet çevrelerinde ailenin güç kaybetmesi, dolayısıyla da toplumun temelinden sarsılması olarak görülüyor.
Neden böyle peki?
Aileye verilen bu önem kuşkusuz AKP’nin muhafazakâr ve dini ideolojisiyle yakından bağlantılı. Gerek neoliberal politikaların yarattığı yıkım, gerek eğitim ve sağlık gibi temel hizmetler de dâhil olmak üzere giderek genişleyen metalaşma ve piyasalaşma eğilimi, gerekse de sosyo-ekonomik koşullar gibi etkenler de aileye çeşitli işlevler yüklüyor elbette. Bunları şimdilik bir kenara bırakırsak, sadece bakım ve yeniden üretim ihtiyacının bile devasa bir yük olduğunu, ailenin de bunun için biçilmiş kaftan olarak görüldüğünü söylemek mümkün. Bir kere, bakım kurumlarının yetersizliği –hatta neredeyse yokluğu– bakım işini kritik bir sorun haline getiriyor. Doğum hızı yavaşlasa da, hâlâ yüz binlerce çocuğun bakılıp büyütülmesi gerek. Bu yük “doğallığında” kadınların –annelerin– görevi görülüyor. Ailenin “kutsallığının” dolaysızca “kutsal annelik” biçimini almasına şaşırmamak gerek. Nasılsa ikisi de aynı kapıya çıkıyor, bu işleri kadınlara yüklemenin meşrulaştırılmasına hizmet ediyor.
Tabii çocuklar bir toplumun geleceği demek, geleceğin üretken gücü demek. Bugünün çocukları yarının işçi kadınları ve erkekleri olacak. Ayrıca bu çocuklar yarının emek gücünü yeniden üretecek, daha ileriki yarınların işçilerini yetiştirecek kadın emekçiler olacak. Demem o ki, kadınlara “en az üç çocuk doğurun” buyruğu, şimdiye kadar tartışageldiğimiz üzere, tam da bu amaca hizmet ediyor. Yani, kadınlardan güvencesiz, kayıt dışı işlerde çalışarak ucuz emek havuzu oluşturmalarının yanı sıra geleceğin ucuz işçilerini de yetiştirmesi bekleniyor. İşte doğum ve çok çocuk teşvikleri buna da hizmet ediyor. Tabi bu politika teşviklerle sınırlı değil; kürtaj kısıtlamaları gibi kadınların bedenleri, cinsellikleri ve doğurganlıkları üzerinde çeşitli denetim mekanizmaları kurularak yürüyor.
Yaşlı bakımına gelince, yine bakım yükü kadınların üzerinde. Üstelik Türkiye nüfusu giderek yaşlanıyor; 65+ nüfus toplam nüfusun yüzde onunu buldu bile şimdiden. Yani, giderek daha fazla yaşlı bakım bekliyor. Kadınların hem kendi ana babalarına hem de kocalarının ana babalarına bakması bekleniyor. Pek çok feminist araştırmacının ortaya koyduğu üzere, hükümet bakım kurumu açmaktansa çok daha düşük maliyetli olduğu için hane içinde bakım veren kadınlara para desteği sunuyor. Bu da kadınları haneye kapatıp, bakım işinden sorumlu tutmaya hizmet ediyor.
Aileyi merkeze alan bu politikalar, aileyi hem temel bir kurum olarak, hem bir bakım merkezi olarak, hem de bir ideoloji olarak “güçlendirmeyi” hedefliyor. Zira güçlü aile demek, kadınların en az üç çocuk doğurup büyüttüğü, hane içindeki yaşlı, hasta ve engellilere baktığı, aynı zamanda kocaları her gün işbaşı yapmaya hazırladığı aileler demek. Lâkin, bu iş yükü kadınların insani potansiyellerini geliştirmesinin, yaratıcı etkinliklerde bulunmasının, ücretli istihdama katılmasının, özgürlük ve yeni bir dünya mücadelesi vermesinin önündeki en büyük engel. Bu aynı zamanda erkeklerin, sermayenin ve de devletin kadınların emekleri ve bedenleri üzerinde kol kola çok katmanlı denetim ve tahakküm kurması, yani kadınların emeklerinin çeşitli biçimlerde sömürülmesi anlamına geliyor. Bu iş yükü, ayrıca, kadınların “ihtiyaç duyulduğunda” esnek biçimlerde istihdama katılmasının da zeminini döşüyor. Diğer bir deyişle kadınlar, ataerkinin ve sermayenin istekleri uyarınca dünyanın yükünü yüklenmiş oluyorlar. Böylece, yaşamı, toplumu, kapitalizmi ve de erkek egemenliğini yeniden yeniden üretiyorlar.
Özetle, nasıl ki Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı “kadın” silinerek, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı adını almıştı; aile merkezli politikalar da kadınların karşılıksız emek sürecini, bedenini ve dolayısıyla kadının kendisini gizleyerak aileyi öne çıkararak, toplumsal yeniden üretimin bütün yükünü kadınlara yüklüyor. Bu da, AKP’nin ataerkil muhafazakârlığı ve sermayenin ihtiyaçları açısından “güçlü” olması gerekenin kadınlar değil, aile olduğunu gösteriyor.
Bizim güçlenmek için ne sermayeye ne de devlete ihtiyacımız var, gücümüzü birbirimizden ve feminist mücadelemizden alıyoruz. Ama, devletten kamusal ve erişilebilir bakım kurumları, kadın sığınma evleri, eşdeğer işe eşit ücret, ebeveyn izni, kamusal eğitim ve sağlık hizmeti, istihdam kotaları, erişilebilir konut, spor alanları ve kültürel faaliyetler gibi başlıca taleplerimiz var. Bunun yanı sıra, toplumsal yeniden üretime ilişkin her türlü emek etkinliğimizin ücretli işle eş tutulmasını talep ediyoruz. Ayrıca, erkek şiddetiyle mücadele için kararlı ve güçlü adımlar atılmasını bekliyoruz. Sermayeyle ve ataerkil sistemle mücadelemize gelince, her şeyden önce emeğimiz ve bedenimiz üzerindeki her türlü denetime, sömürüye ve tahakküme karşı çıkıyoruz. Daha önce de söyledik, yine söylüyoruz: Erkeklerden alacaklıyız! Bakım ve yeniden üretim işlerini erkeklerle eşit biçimde üstlenmek istiyoruz. Erkekler de çocuklara baksın, bezlerini değiştirsin, evi temizlesin, tuvaletleri fırçalasın, kekler pastalar pişirsin, gömleklerimizi ütülesin, konukları ağırlasın, anne babalarına ve bizim anne babalarımıza bakım versin ve tüm bu işleri erkekler organize etsin, diyoruz. Aile dışında hayat olduğunun, aileden çok fazlası olduğumuzun, aileden bağımsız var olduğumuzun kabul edilmesini istiyoruz. Gelin, hiç olmazsa aileyi tartışmaya başlayalım diyoruz… Son olarak, ekonomik ve yaşamsal krizin, kapitalizmin de bir ürünü olduğunu, esas olarak işçi sınıfı hanelerini vurduğunu biliyor, feminist mücadeleyi sermayeye karşı mücadeleye doğru genişletiyoruz. Tüm bunları 8 Martlarda, 25 Kasımlarda, sokaktaki tüm eylemlerimizde dile getirdik, getiriyoruz. Şimdi bir kez daha haykırmak üzere 1 Mayıs’ta meydanlarda olacağız.