Hem bizim hem de günümüz kuşağının siyasi deneyimi sokaklara bağlı; günümüz İran gençliği siyasi taleplerini sokaklara taşıyarak “kadın, yaşam, özgürlük” sloganı ve [İslam Cumhuriyeti’ni] devirme kavramı etrafında tanımladı.
(İngilizceye) çevirenin sunuşu
Bahareh Hedayat önde gelen bir İranlı siyasi aktivist ve mahkûm. Jina Amini’nin İslam Cumhuriyeti “Ahlak Polisi” tarafından öldürülmesinin ardından çıkan devrimci ayaklanmanın ortasında 11 Ekim 2022’de tutuklandı. İran’da kadınlara karşı ayrımcı yasaların değiştirilmesini desteklemek için bir milyon imza toplama kampanyasına (One Million Signature Campaign) katılmış tanınan bir aktivist, öğrenci hareketi ile kadın hakları hareketi arasında bir irtibat noktasıydı. 2009 Yeşil Hareketi öncesinde ve sırasında aktivizmi nedeniyle yedi yıl hapis yattı ve şimdi 2020’de İran Devrim Muhafızları Ordusu tarafından düşürülen PS759 Ukrayna yolcu uçağının kurbanlarını onurlandırmak için toplanma çağrısı yaptığı için dört yıl hapis cezasıyla karşı karşıya.
Aşağıda, Aralık 2022’de Evin Cezaevi’nden yazdığı bir mektubun (İngilizce) tercümesi bulunmaktadır. Kademeli ve şiddetsiz reform için yıllarca savaşarak ve bunu savunarak hayatını feda eden bir aktivistin “devrimin kaçınılmaz” olduğuna dair bu (arsız) beyanı, İran’daki muhalif siyasette bir dönüm noktasının somut örneğidir. Hedayat’ın bu sözleri, İran’da büyük ölçüde İslam Cumhuriyeti sınırları içinde siyasi değişimi hayata geçirmekle ilgilenen Yeşil Hareket’e liderlik eden aktivistler kuşağının da dahil olduğu insanların zihinlerinde gerçekleşen bir paradigma değişimini yansıtıyor.
Mektup, Eylül 2022’de İran’daki ayaklanmayla ve küresel olarak ataerkil ve homofobik otoriterliğe karşı hareketlerle kesişen feminist dayanışma oluşturmak için kurulan ulus-ötesi bir ağ olan Feminists4Jina’daki aktivistler tarafından (İngilizceye) çevrildi.
“Devrim Kaçınılmaz”
Bu [mektup] yazmaya başladığım ama bitiremediğim birkaç metinden biri. Cümlelerim o kadar öfke dolu ki mantığımın önüne geçmesinden korkuyorum.
Ancak 22 yaşındaki İranlı bir gencin protesto amacıyla bir sokağı kapattığı için asıldığı bir zamanda herhangi birinin öfkesini dizginlemesi zor, belki de imkânsız, hele halkının ve özellikle de kadınların normal ve onurlu bir yaşam sürdürebilmesi için tutunacak dal bırakmamış bir hükümet karşısında…
İslam Cumhuriyeti’nin bu toprakların ve ulusunun düşmanı olduğunu iddia etmenin gereksiz olduğu uzun zamandır biliniyor. Bu hükümetin yazgısı ve özü yıkım, bu nedenle gitmesi gerek. Bu suçlu hükümeti yıkmak şüphesiz maliyetli ve tehlikeli olacaktır. Yine de bu maliyetleri üstlenmek ve bu tehlikelerle yüzleşmekten başka çare yok, çünkü iktidar yapısı kendi içinde yeni toplumsal güçleri sindirme ve resmen tanıma yeteneğine sahip değil. Yani mevcut sistemin bu mevcut koşullardan kaçmasının bir yolu yok çünkü mevcut yapı içinde protestocuların hiçbir talebinin karşılanmadığı gibi, halkın büyük bir çoğunluğu da taleplerin herhangi birini görmezden gelemiyor.
Bu talepler hükümet tarafından karşılanamıyor çünkü mevcut iktidar yapısının esneme olasılığı daha önce ortadan kaldırılmış veya itibarını yitirmiştir. Çoğu insan bunu artık göz ardı edemiyor çünkü bu durum günlük, normal yaşamlarını etkiliyor. Nereden bakarsak bakalım bu talepler meşru, kararlı ve açıktır. Dolayısıyla artık iktidar yapısının kendisiyle çatışmaktalar. Hem bu talepleri karşılama yönünde hareket etmek hem de direnmek yapıyı yıkacaktır. Bu nedenle devrim kaçınılmazdır.
Ve devrimler, doğaları gereği, tehlikeli ve şiddetlidir. Dolayısıyla şiddetsizlik bir yere kadar kabul edilebilirken mutlak şiddetsizlikte ısrar etmek devrimi inkâr etmek anlamına gelir; devrimi reddetmek demektir. Devirme zorunluluğundan ve yeni bir toplu sözleşme yaratma zorunluluğundan vazgeçmek demektir. İslam Cumhuriyeti’nin devrilmesinden hâlâ şüphe duyanlara veya buna karşı çıkanlara, son birkaç aydır sokaklarda yaşananların ötesinde başka bir kanıt sunulamaz. Ancak bu gerekliliğin farkına varan ve buna inananlara şu söylenmelidir ki –maalesef– bir devrim şiddetsiz değildir, ket vurulmamış şiddete karşı [kolektif] zihinlerimizde tehlike uyarı ışıklarını açık tutma sorumluluğumuz vardır. Şiddet konusunda, bazılarını haklı olarak rahatsız edebilecek etik konuların yanı sıra, İran’ın devrilmesinden sonra sürdürülebilirliği daha önemli. Bu nedenle, devrildikten sonraki gün bir kana susamışlık döngüsü başlatabilecek ve devam ettirebilecek şiddete izin verilmemeli, çünkü bu tür bir şiddet İran’ın sürdürülebilirliğini ve bu devrimden doğan rejimin bekasını tehdit edecektir.
Hiçbir adil gözlemci bu ulusu sabırsızlıkla ve şiddete yatkınlıkla suçlayamaz, çünkü son on yıllardır İranlıların kolektif aklı, barışçıl değişim için tüm potansiyel açılımları denese de her zaman ve tutarlı bir şekilde hükümetin totaliter gücünün kapalı kapılarıyla karşı karşıya kaldı.
Hayatlarını savaş ve ideolojik eğitimin amansız baskısı altında, gençlik yıllarını ve gençliğini sözde Reformlar döneminde (1997-2005) geçiren 1360 [1980’ler] doğumlular, bu son kalan açılımları zorlayan, daha doğrusu bu son açılım kanallarını kullanarak koşulların değiştirilebileceği uman grubun en mükemmel örneğidir. Halkın bazı taleplerinin karşılanmasının –hükümetle küresel ilişkilerin normalleşmesi ve bu ilişkilerin hükümetin güncel yönetişim kurallarına uyumu üzerindeki kaçınılmaz sonuçlarının–, yurttaşlarımızın koşullarını şiddet olmaksızın iyileştireceği gibi bir boş hayalle, Yeşil Hareket’ten kazandığımız sosyal sermayeyi riske attık ve şansımızı denedik.
Ama atılan her adımda hükümet ısrarla çürüme sinyalleri veriyordu. Şiddeti önlemek için elimizden geleni yaptık. Ancak şiddetten kaçınma işe yaramadığı gibi yanlış anlamalara da yol açtı. İşe yaramadı çünkü sokaklara çıkan hiçbir aktivizm biçimine müsamaha gösterilmiyormuş gibi görünüyordu ve şiddet karşıtlığının bu çarpık yorumuyla, Reformistler esasen her türlü protesto, aktivizm yolunu kapattılar! Yanlış anlamalara yol açtı çünkü İslam Cumhuriyeti’ni hayatlarımız için korktuğumuz bu naif anlatıya götürdü ve eski dostlarımız bile şiddete başvurmama politikasının güçle uzlaşma anlamına geldiğini düşündü! Ama ikisi de hayal ürünüydü. Bu tür yorumların hem dost hem de düşman tarafından nasıl yapıldığı başka zaman tartışılacak bir konu olsa da şu an için unutmamamız gereken şey, sosyo-politik ajitasyon sürecinin talimatlar ve tavsiyelerle koşullanmadan önce; kendi serbest bırakılmış iç gücü ve zamanın gereklilikleri doğrultusunda ilerlediğidir.
Verilen tüm bu sınavlardan önce, bizim neslin tüm umutlarına, fedakarlıklarına ve bir önceki neslin Siyasal İslam ile kirlenmiş siyasi kimliğiyle karşılaştırıldığında çok daha ileride kalan, yaratılan paha biçilmez bir siyasi direniş kimliğine rağmen Yeşil Hareket deneyimi başarısızlıkla sonuçlandı.
Sadece öldürülmekle kalmadık, topluca hapsedilmekle kalmadık, sadece baskı altına alınıp evlerimize geri gönderilmekle kalmadık, aynı zamanda siyasal İslam’ın son darbesini aldığımızı kabul etmek zorunda kaldık. O zamanlar Hareketimizin suç ortağı olarak Reformist liderlere ve Mir Hüseyin Musevi’ye güvendik. Sloganlarımızdan belliydi. O zamanlar bu güven mantıksız olmasa da daha önemli olan faktör, bunun kaçınılmaz olmasıydı. Ancak hareket sokaklarda olduğu sürece, biz Yeşil Hareket olarak bu koalisyonun galipleri olduk. Sokaklar bizim alanımız olduğu sürece hareketi ve taleplerini anlatan bizdik ve Mir Hüseyin ve Reformistler bizi takip etti. Ama Hareket bastırılıp evlerimizin köşelerine itilince, azar azar ve her yıl bir öncekinden daha fazla, boşalan siperlerimiz Reformist anlatı tarafından fethedildi.
Daha birkaç ay önce, Mir Hüseyin Musevi on sene önceki “bizlerin” yirmili yaşlarımızda kan ve acıyla kurduğu bu siyasi kimliğe son darbeyi vurdu. Gerçeklikten kopuk, Humeyni ve Şah arasındaki ikileme sıkışmış ve inkâr edilemez bir açıklıkla, Humeyni rejiminin istikrarlı ve yapısal suçlarına karşı kendini korudu ve bölgeyi, hatta dünyayı, kan ve ateşe doğru sürükleyen ve bu vatanın kadınlarını kölece başörtüsüne mahkûm eden kişiden “uyanık ruh” olarak bahsetti. Yeşil Hareket takipçilerinin genç ölü bedenlerine göz ucuyla bile bakmadan, son on senedir güttüğü yeni siyasi hayatının bu bedenler tarafından kurulduğunu teslim etmedi. Humeyni rejiminden barışçıl bir geçiş ya da en azından İslam hukukçularının [Velayet-i Fakih] baskı ilkesinin koruması altında mevcut düzen sisteminde pekişmiş olan totaliter unsurlarda köklü bir değişiklik umudu duyan İranlı gençlerin bu kadar hassas tarihi bir anda onu Hareket’e kabul etmesiyle bugünlere gelmişti. Eğer bugün hâlâ resim kitaplarının sunuşunda yer alan Ahmed Tavakoli, Ali Akbar Velayati, ve Devrim’in ilk on senesinde görev yapmış benzer bakanların fikirleri önemli ise Mir Hüseyin Musevi’nin önceki siyasi kimliğinden Yeşil Hareket’i çıkardığımızda kalan fikirleri de bir o kadar önemlidir [örn. anlaşılması zordur]. Onlarla karşılaştırıldığında, Mir Hüseyin Yeşil Hareket’in gençleri tarafından 1388’de [2009’da] desteklenmesiyle yeni bir siyasi hayat bulmuş olmasına rağmen “İmamı” ile arasındaki antlaşmayı yenilemek adına gençlere sırtını dönmüştür. Mir Hüseyin, Reform projesini mantıklı sonucuna götüren en saf, en istikrarlı ve en dürüst insandı. Hareketin amaçlarına ulaşamadığı için siyasi yenilgiye uğradığı gerçeğini bir kenara bırakırsak, “uyanık ruh” vakası Mir Hüseyin tarafından ahlaki başarısızlığının bir beyanı niteliğindeydi.
Bu deneyim 1360’larda doğmuş [Y kuşağı] ve hayatlarını feda etmeye hazır olan bir grup gencin deneyimi olarak bizimdi. Nihayetinde, durumun gereklilikleri ve izin verdiği olasılıklar, baskının gerçekliği, bir geçiş planının olmaması, bir şekilde Reformistlerle kaçınılmaz olarak kurulan bir koalisyon, değişim için daha az tehlikeli bir açılım bulmaya yönelik kolektif bir akıl ile denge bozuldu ve bu deneyimin başarısızlıkları zaferlerinden daha ağır gelmeye başladı.
O zaman olduğu gibi şimdi de Reformistlerle alakalı sorun, çok az tehlike içeren bir dizi değişiklik yaratmak isterken sistemi korumaları ve güçlendirmeleri. Ancak reform —anladığım kadarıyla— sistemin ana totaliter unsurlarından hiçbir şey kalmayacak şekilde barışçıl yollarla temel değişikliklerin gerçekleşmesi için gerekliydi ve elbette, son bir hesaplaşmayı gerektiriyordu. Bu nedenle, tamamen yeni bir antlaşmanın onaylanmasının ardından, mevcut yapının askıya alındığı veya sona erdiği anda işlevsel kılınacak bir güç seferberliği ve sistemin tarafımızdan denetlenmesi gerekiyordu. Benim reformdan anladığım buydu. Yeşil Hareket sırasında on yıl hapis cezasına çarptırılan bir öğrenci aktivist olarak, sokaklardaki hareketin bittiğini, arkadaşlarımın topluca göç ettiğini ve örgütler, ağlar, derneklerin baskı altında, yenilmiş olmanın neden olduğu çaresizlik ve yılgınlık hissi ile dağılmasına şahit oldum. [Devletin] Küstahlığıyla, düşmanın ilerleyişiyle, havayı kaplayan bunaltıcı atmosferle, hapiste değilmiş gibi görünenlerin bile hayatlarının dokusu bozuldu.
Ancak şu an umut veren hareket, siyasal İslam’ın darbesinden kendini sakınmış durumda. Bu, sloganlarından da anlaşılıyor. Bu nesil protestocular, ne isteyip istemediklerini açıklamak için, dinsel hatta kısmen-dinsel kökene sahip hiçbir kavrama başvurmadı. Bu büyük bir başarı. Bu yöntem ve yol tamamen sezgisel bir biçimde ortaya çıktı ve protestocuların ortak aklından doğdu.
Bu başarının nedenlerinden biri, mevcut hareketin tamamen kendi motivasyonuyla mevcut siyasi yapıyla herhangi bir koalisyon arayışına girmemiş olması. Çünkü temelde bu yapıyla herhangi bir bağı yok. Bu durum bir kontrast oluşmasına neden oluyor, çünkü Yeşil Hareket aslen İslam Cumhuriyeti’nin siyasi yapısının (bazen göz ardı edilen ancak genel olarak kabul edilen) unsurlarıyla yazılı olmayan bir koalisyon biçiminde ortaya çıktı. Bu iki hareket arasındaki fark her birinin benimsediği anlam ekseniyle uyumlu. Yeşil Hareket için bu anlam ekseninin merkezi koşulların köklü bir reform sürecinden geçmesiydi, bu süreçte İslam Cumhuriyeti’nin lağvedilmesi heyecan verici ama uzak bir hayaldi. 1401 [2022] hareketinin anlam ekseninin merkezi devrimci değişime yaslanmakla beraber, bu hareket olabilecek en az çekince ve şüpheyle hükümeti devirme yönündeki açık talebini kendi anlam ekseninin ağırlık merkezine yerleştirme şansına sahip olmuştur.
Dolayısıyla, Reformistlerin ve genel olarak reform paradigmasının son [2022] hareketlerle liderlik, aktivizm veya kolaylaştırıcılık açısından hiçbir ilişkisi olmadığını ve hiçbir zaman olmayacağını defalarca söyleme nedenimiz, reformist güçlerin tarihsel olarak hükümetle işbirliği içinde olmasından kaynaklanan düşmanlık ya da kin duygularından beslenmiyor. Hatta aksine 1396’dan [2017] beri kendi zaruretleriyle gelen bu yeni anlam eksenine bir açıklama ve yorum getirdiğini söyleyebiliriz. Bunlar arasında Reformist kimliğin, onun tüm arabulucularının ve yapılarının artık geçerliliğini yitirmiş önceki anlam ekseninde yer alması, mevcut anlam ekseninin ağırlık merkezini kabul etmedikçe aynı kimliği sürdüremeyecekleri anlamına gelir ki bu İslam Cumhuriyeti’nin tamamen devrilmesi ve haliyle kendilerinin artık Reformist ol(a)mayacağı anlamına gelir.
1401 [2022] hareketinin ikinci önemli başarısı ise başörtüsü meselesinin dünya çapında tanınırlık kazanmasıdır. Bu hareket [ayaklanma], kadın meselesiyle ilgili küresel paradigma ile uyumlu olsa da aynı zamanda bu paradigmada [zorunlu] başörtüsünü normalleştirmeye çalışan bir akıma karşı da konumlanmıştır. Bu hareket, yıllarca —adını bile bilmediğim—başörtüsünü normalleştirmeye veya bir kültür olarak sunmaya çalışan ve uluslararası kuruluşları “uluslararası başörtüsü günü” ilan etmeye ikna edecek kadar ileri gitmiş bir akıma karşı başkaldırdı— kadın bedeninin görünmez olmasını kutlarken bu görünmezliğin kadınların günlük yaşamlarına, entelektüel varoluşlarına ve hatta kaderlerine tam olarak ne gibi yansımaları olacağını bir an bile düşünmeden. Batılı sorunları ve Batılı olmayan ülkelerdeki çözümlerini tercüme etme meselesinden bahsettiğimizde, delil olarak gösterebileceğimiz örnekler tam da bu dolambaçlı çelişkilerdir.
Tam da emperyalist bir süreçte kendisini zaman zaman [Batı’da] anti-emperyalist olarak gören bu akım, Ortadoğulu, Müslüman olarak doğmuş bir kadının sesiyle karşılaşınca kulaklarını tıkıyor ve bu koşulların dışından bizi yani bu koşullarda yaşayan bizi, İslamofobiyle suçluyor. Yani benim bir Ortadoğulu kadın olarak, [zorunlu] başörtüsü nedeniyle maruz kaldığım boyun eğdirici kadere karşı haykırmaya hakkım yok. Çünkü Batılı entelektüel çevreler tarafından ortaya atılan ve ihraç edilen “ilerici” kurallara göre, başörtüsünün bana dayattığı tarihsel ezilme baskısı altında bu ağıt yakma eylemi, İslam’dan korkmak demek ve kimsenin İslam’dan korkmaya hakkı yok. Neden? Batılı aydınlar kendi toplumlarında Müslümanların asimile olmama sorunuyla karşı karşıya kaldıklarından, İslami köktendincilik karşısında afalladıklarından ve başörtüsü gibi bir olgunun kapitalizmle kesin ilişkili olmayan bir şekilde baskı, boyun eğme ve kendine yabancılaşma döngüsü yapılandırma kapasitesine sahip olduğuna inanmadıklarından! Ve her şeyi kapitalizmin hunisinden anlamaya alışkın oldukları ve kavrama yolları bunun ötesine geçmediği için, kendi entelektüel araçlarının barındırdığı gerilim ve çelişkileri ortaya çıkarma potansiyeli taşıdığından Ortadoğulu Müslüman bir kadının ağıt yakmaya hakkı olmadığını düşünürler!
1401 [2022] hareketi [ayaklanma] başörtüsünün yakılmasıyla ortaya çıktı ve ikinci önemli başarısı, tüm o Batılı entelektüel tip olarak adlandırabileceğimiz kişileri derhal gerçeği görmeye itti.
Ancak, biraz kırılgan ve göreceli olsa da üçüncü başarıdan bahsetmeye değer; yani bu harekette toprak bütünlüğü çerçevesinde birleşmenin ağırlığı büyüktü ve bu noktada bu topraklarda yaşayan farklı etnik grupların birbirinden ayrılma tehlikesinin bir nebze olsun yatıştığı anlamına geliyor. Bu on yıllardır duyulmayan tüm seslerin birdenbire duyulduğu anlamına gelmese de bu hareket sırasında büyük ölçüde yadsınamaz bir şekilde artan dayanışma ve kader paylaşma duygusunun, İslam Cumhuriyeti’ni takip eden geçiş döneminden sonra hem toprak bütünlüğünü garanti eden hem de tüm etnik grupların ve azınlıkların haklarını güvence altına almayı taahhüt eden yeni bir sözleşme yaratma olasılığı umudunu hayatta tutuyor.
Sonuç olarak –her ne kadar çalışmasına atıfta bulunmak hiçbir şekilde benim sınırlı bilgi birikimime karşılık gelmese de– Alman filozof Kant, deneyimlerin (sezgilerin) kavramlar olmadan kör olduğuna inanıyordu. Buna bağlı olarak bizim neslin siyasi tecrübesinin bu anlamda kör olduğunu söyleyebilirim. Kendimi 1380’lerdeki [2000’lerdeki] öğrenci hareketinin siyasi deneyimini devirme ve devrim gibi kavramları bütünlükleriyle korumadan, o dönemin olanaklarının zirvesinde belirleyen; her ne kadar uyanmış bir vicdanla miras aldığı her şeye isyan etse de hâlâ [kademeli] değişim ve bazı dönemlerde koşulların iyileştirilmesi ilkesini temel alan bir paradigma içinde yaşayan ve düşünen bir kesimiyle özdeşleştiriyorum. Paradigmaların ortaya çıkma ve inşa edilme biçimleri, içlerinde doğup büyüyen genç aktivistlerin iradesiyle en ufak bir bağlantısı olmayan tarihsel unsurlardan hâlâ etkileniyor.
Ben sadece kuşağımın dürüstlüğüne, isyanına ve fedakarlığına tanıklık edebilirim. Öyle bir kapsülde dünyaya geldik ki tüm ideolojik unsurlar canımızı feda etmeye hazır bir şekilde hukukçuların [velayet] askerlerine dönüşmemiz gerektiğini gösteriyordu. Ancak biz tüm onurumuz ve kazanabildiğimiz şuurumuzla miras aldığımız her şeye başkaldırdık.
Yaşadığımız dünyanın yetersizliği nedeniyle deneyimlerimiz yetersiz kaldı. Ama bugün aynı tutku ve vicdanla 70’li ve 80’li [1990’lı ve 2000’li] genç kuşaklara umutla bakıyoruz ve ortak dileğimizi yerine getirmek, yani özgürlük, adalet, baskı yapısının yıkılması ve İran’ı kurtarmak için onlara her türlü yardım ve desteğimizi sunmaktan çekinmeyeceğiz.
Hem bizim hem de günümüz kuşağının siyasi deneyimi sokaklara bağlı; günümüz İran gençliği siyasi taleplerini sokaklara taşıyarak “kadın, yaşam, özgürlük” sloganı ve [İslam Cumhuriyeti’ni] devirme kavramı etrafında tanımladı.
Özgürlük mücadelesinin bayrağını taşıyan bu onurlu nesil, kendine has siyasi kimliğini belirlemiş durumda. Bundan sonra da İran’ın kaderini belirleyecektir.
Umudumuz, muhalif grupların ve akımların demokrasi, laiklik, sosyal adalet, özgürlük, anadil, toprak bütünlüğü ve örgütlenme gibi kritik fikirler ve haklar etrafında birleşmesi ile mevcut çürümüşlüğün ortadan kalkması ve şimdiden şekillenmekte olan bir sonraki hedefimize ulaşmamız için tüm yolların açılması yönündedir.
Özgürlük umuduyla,
Bahareh Hedayat – Azar 1401 [Aralık 2022] – Evin Cezaevi
Çeviren: Deniz İnal
Bu yazının orijinali 4.1.2023’te Jadaliyya sitesinde yayınlandı.