Sosyal medyanın yarattığı imkanlar, feminizmin kitlesel bir harekete dönüşmüş olması, yüzyılımızda cinselliğin ahlaki normları konusunda özgürlükçü yönde değişim, cinsel şiddete karşı mücadelede (feminizmlerin diyaloğunda bir yöntem olarak tartışmalı da olsa) yeni bir araç geliştirmemizi sağladı, toplu bir iyileşme yöntemi olarak ve “geçiş dönemi adaleti” olgusunu anıştırır şekilde ifşayı bir seçenek haline getirdi. Ne var ki hâlâ hukuk hantal ve geç gelen adalet yapısıyla kadınların eşitlik, güvenlik ve mutluluk taleplerine yetişebilmiş değil.

Gözde İlkin

*Cinsel şiddetle ilgili tetikleyici olabilecek içerik.

Sabah uyandım ve ilk iş olarak telefonuma baktım. Bu kötü alışkanlık bende de var, evet. Gece gelen mesajlara, rüyada görülen sembollerin anlamlarına ve yarı gönüllü-yarı zorunlu atılacak olan günaydın mesajlarına bakmak için (her sabah hayatta olduğumu/kaldığımı bilmek isteyen- benim bilmek istediğim bağlarım var çünkü) artık bedenimizin uzantısı hâline gelmiş telefona ben de uzanıyorum. Bu pazar sabahı da henüz hava aydınlanmamışken gözümü geceden aklıma takılan bir konu ile açmıştım. Elim telefona gitti ve telefonun ekranını açınca, akıllı bana okumam için bir haber başlığı önerdi. Başlık bir süredir duymaya alışık olduğumuz, duydukça da pek çok kişi için etkisini yitiren, pek çok başka kişi içinse tetikleyici olmaya devam eden bir şekilde sunulmuş. Ve bu “pek çok kişi”nin dağılımının cinsiyetli olduğuna adım gibi emin olmamam için de hiçbir neden yok. Araştırma yapmaya imkânı ve hevesi olanlar için de (malum benim artık yok!) hemen bir başlık önereyim, “Cinsel şiddet haberlerinin sunumunda toplumsal cinsiyet algısı, beyan güvenilirliği ve okur alımlaması üzerine bir anket” (ya da derinlemesine görüşme yapılsa mesela, belki de yapılmıştır). Benim artık araştırma yapmaya neden hevesli olmadığımın cinsiyetli nedenlerini sonraya bırakarak, haberin benim için neden dikkat çekici olduğuna geçeyim.

Dikkat çekici olmaması pek çok açıdan imkânsız! Bunun bir nedeni, haberin teması. Bu tema, benim için uzun konuşmaların, dertleşmelerin, politik mücadelemin ve uzun araştırmaların konusu olmuş bir tema: Cinsel şiddet. Bir nedeni de bu konuyu sorunsallaştırarak yazdığım bir oyunda yer alan, tartışması zihnimde uzun sürmüş bir sahne (ki bu zihinsel tartışma mizansen ve temsil etiği konusunda başlı başına yine ayrı bir yazı konusu).[1] Diğer nedeni ise tiyatro gibi ilgi duyduğum bir diğer gösteri alanı ile ilgili olması, sinema ile.

Lafı çok uzatmadan haberi özetleyeyim.

Ünlü oyuncu Brooke Shields, Lana Wilson tarafından hakkında çekilen Pretty Baby (Güzel Bebek) isimli belgeselde 20’li yaşlarında maruz kaldığı cinsel saldırıyı ilk kez paylaşıyor. Haber de belgeselin Sundance Film Festivali’nde gösterimi vesilesiyle bu konuyu odağına alarak sunuyor.[2] Haberin sunuluşunda olayın taciz mi yoksa saldırı mı olduğu karmakarışık anlatılmış. Oyuncu kendisine zor kullanıldığını ve saldırıldığını beyan etmesine rağmen haberin başlığı “taciz” diye atılmış. Haberi yazanlar kendilerince maruz kalana kibarlık mı yapıyorlar ya da okuyucuda dehşet duygusu mu uyandırmak istemiyorlar, tam anlayamıyorum. Ortada bir saldırı varken fiilin gücünü hafifleterek aktarmış oluyorlar bu şekilde.[3] Bu yeni karşılaştığımız bir şey değil, üstelik sadece haber dilinde de karşılaşmıyoruz. Bir çeşit baş etme yöntemi olarak cinsel şiddeti hafifleterek aktarmaya anlatımsal süreçlerde yatkınız, “kötü bir geceydi.”

Haberi okuyunca şu bilgileri ediniyoruz.

  • Olay, oyuncu Shields okul için ara verdiği sinema sektörüne geri dönmek istediği sırada gerçekleşiyor. Bir iş görüşmesi için birlikte yemek yediği ve esasen dostu olarak gördüğü bir yönetmen olayın faili. Yani anlıyoruz ki bir kadının mesleki kariyerinin geleceği yine bir erkeğin elinde. Failin bir güven ilişkisinden yararlandığını da tespit edebiliyoruz.
  • Haberi birkaç defa okudum ama oyuncunun yemek yediği yönetmenin adını göremedim. “Bir yönetmen” şeklinde anonim olarak aktarılmış. Buradan oyuncunun hukuksal yollara başvurmamış olduğunu düşünüyoruz, başvurduğuna dair de bir ibare yok haberde. Hukuki prosedürler ve dolambaçlı yollar nedeniyle bir kadının daha hukuka erişiminin belli ki ekonomik olmasa bile psikolojik nedenlerle önü kesilmiş. Haberde aktarıldığına göre Shields faile olayın ardından güven duygusunun sarsıldığını ve “ne cüretle!” böyle bir tutuma kalkıştığını vurgulayan bir mektup yazıyor. Bunu onun yaşananla ilgili bir baş etme yöntemi olarak yorumlamak mümkün. Yaşadıklarımızla her zaman hukuki yollarla baş etmeyiz sonuçta. Haberin sonunda hukuki süreç başlatılmış ve tarafların adının açık olarak yer aldığı başka bir vaka hakkında kısa bilgi var.
  • Oyuncu ergen yaşlarda iki çocuk annesi, bu kötü hatırayı aktarırken iki çocuğu olduğunu göz önüne almış. Cinsel saldırıya maruz kalmak, faili için değil (cezasızlık var ne de olsa!), maruz kalanı için haysiyet kırıcı bir şey olarak alımlandığından olmalı… Hemen tersten düşünelim. Bu fiilin failleri kendileri çocuk sahibi olduklarını hiç göz önüne alıyorlar mı acaba? “Yahu benim çoluğum çocuğum var, ilerde çoluğum çocuğum olur, bu ortaya çıkarsa insanların yüzüne nasıl bakarım” diyor mu acaba? Ama ben şunu çok rahat söyleyebilirim, “Çoluğu çocuğu olmuş merhamet ediyorum.” diyen pek çok maruz kalan kadın var(dır)!
  • “… kendisine saldıran kişi olay bittikten sonra sanki neler olduğunu bilmiyormuş gibi göründüğünü anlattı.” şeklinde bir ifade kullanmış haberde. Failin “güzel seviştik değil mi” diye bir ifade kullanmasına da rastlanabilirdi. Hatta neler olduğunu bilmiyormuş gibi davranmasının daha beteri, kadın onu durdurmaya çalıştığı için esas kendisinin şiddet gördüğünü, hatta duygularının incitildiğini bile iddia edebilirdi. Ve hâlâ haberin içeriğinde olay taciz olarak aktarılıyor.
  • Son olarak haberin sonunda haber kaynağında böyle mi yer alıyor bilmiyorum ama “Bir dönem Hollywood’u kasıp kavuran #metoo hareketi sırasında bu konuda suskun kalan Shields, neden şimdi konuştuğunu da şöyle anlattı.” şeklinde bir servis var. “Yani neden o zaman konuşmadın?” sorusunun laciverti. Böyle bir soru sorulmamış olsa bile bu sorunun cevabının arandığı açık!

Esasen bu yazıyı yazmamın nedeni bu zamanlama sorusuyla ilgili. Sosyal medyanın yarattığı imkanlar, feminizmin kitlesel bir harekete dönüşmüş olması, yüzyılımızda cinselliğin ahlaki normları konusunda özgürlükçü yönde değişim, cinsel şiddete karşı mücadelede[4] (feminizmlerin diyaloğunda bir yöntem olarak tartışmalı da olsa) yeni bir araç geliştirmemizi sağladı, toplu bir iyileşme yöntemi olarak ve “geçiş dönemi adaleti” olgusunu anıştırır şekilde ifşayı bir seçenek haline getirdi. Ne var ki hâlâ hukuk hantal ve geç gelen adalet yapısıyla kadınların eşitlik, güvenlik ve mutluluk taleplerine yetişebilmiş değil. Bu konu özelinde hukuk ve hukuki zaman/zamanlama (usul ekonomisi ilkesi, şikayet süreleri ve zamanaşımı, stratejik davalama, adil yargılanma hakkı bağlamında yargılama süreleri… vb.) başlı başına başka ve teknik yazıların konusu.

Ben bu yazıda, “…bununla ilgili olarak konuşabileceğim bir noktaya geldiğimi hissettim. Bu benim çok uzun zamanımı aldı.” diyen Shields’ın başından geçenleri dile getirmeden önce aklına gelmiş olabilecek kaygılar konusunda kimi spekülasyonlar yapmak istiyorum. Kendine bir konuşma zamanı seçerken acaba hangi düşüncelerin, kaygıların içinden geçmiş olabilir? Düşünelim beraber;

“Hakkımda çekilen bu belgeselde bu olayı anlatmamı ilgi çekme ve sansasyon yaratma çabası olarak görecekler mi? Beni böyle ucuz numaralar yapacak kadar karaktersiz görüyor olabilir mi insanlar? Başkalarının gözünde bugüne kadar getirdiğim kariyerim düşünüldüğünde böyle ucuz bir numaraya ihtiyaç sahibi olarak mı görünüyorum? Demek ki ben bugüne kadar hiçbir değer yaratamamışım.”

“Acaba anlatırken failin adını vermeli miyim? Eğer adını vermezsem bu benim inandırıcılığımı şüpheye düşürür mü? Failin zarar verdiği başka kadınlar da var mıdır? Failin adını vermem onları da konuşmaya cesaretlendirir mi? Başka kimse yoksa, ve bu tek benim başıma geldiyse bu beni nasıl hissettirir?”

“Eğer failin adını verirsem bana iftira davası açar mı? Bu kadar eski bir olayda, hakkımda böyle bir dava açılırsa kendimi nasıl savunabilirim? (Olayın ABD’de geçiyor olduğunu ve yargılama giderlerinin yüksekliğini düşünürsek) Ekonomik imkanlarım avukat masraflarını karşılamaya yeter mi? Eğer davada haksız çıkarsam bu cinsel şiddete karşı verilen feminist mücadeleye zarar verir mi? Bu benim güvenirliliğime zarar verir mi? Eğer dava açarsam ya da hakkımda dava açılırsa bu süreçte kanıt olarak ne sunabilirim? Yanına ağlayarak gittiğim arkadaşım benim için tanıklık yapar mı? Onunla o kadar uzun süredir görüşmüyorum ki, böyle bir nedenle onunla iletişim kurmamı hoş karşılar mı? (O arkadaşı ile arasının bozulduğunu ve artık birbirlerinden hiç hoşlanmadıklarını düşünelim) Benim için tanıklık yapacak biri bulabilir miyim? Kendimi nasıl savunabilirim?”

“Başımdan 20 yaşımda geçen bu olayı mahkemeye taşıyabilir miyim? Dava zamanaşımı, ceza zamanaşımı hakkında bana en iyi kim bilgi verebilir? Böyle bir davayı açacak ve sürdürecek maddi ve manevi gücüm var mı? Bugüne kadar bu olayla yaşamayı başarmışken bu davayı açmak beni güçsüz hissettirir ve enerjimi boşa sarf etmeme neden olur mu? Kazanırsam bu beni nasıl hissettirir? Başkaları beni intikamcı olarak yaftalar mı?”

“Cinsel şiddete maruz kaldığımı anlatacak olmam beni yeniden cinsel şiddete maruz kalacağım bir tehlikeye sokar mı? Üzerime erkeklerden daha çok nefret ve şiddet çeker miyim? Bu anlatımım yüzünden sevdiklerimin başına bir şey gelir mi? Kızlarım da benimle aynı kaderi paylaşır mı? Kızlarım, hayatlarına girecek erkekler karşısında, kendilerini bu olay yüzünden utanmış hisseder mi? Kızlarımda cinsel şiddet bir fobi haline dönüşür mü?”

“Eğer bu olayı anlatırken isim verirsem failin (varsa) çocuklarına ve (varsa) eşine zarar verir miyim? Failin çocuklarında travma yaratır mıyım? Böyle bir travma oluşursa bu beni kötü biri yapar mı? Failin (yaşıyorsa) annesi üzülür mü? Faili sevmiş ve faille sevişmiş, ona dost, arkadaş, meslektaş olmuş diğer kadınlar ne düşünür? Ne hisseder? Diğer kadınları kurdukları ilişkiler ve işbirlikleri nedeniyle suçlu hissettirir miyim? Bu işbirlikleri devam ederse ben ne hissederim?”

“Diğer insanlar cinsel şiddete maruz kalmam dolayısıyla beni damgalanmış hissettirir mi? Eşim benimle cinsel ilişkiye girmekten kaçınır mı? Eşim beni terk eder mi? Cinsel şiddete maruz kalmam benim kalan kariyerimde yapmak istediğim ve/veya yapabileceğim roller konusunda bir engel oluşturur mu? Herkes beni cinsel şiddete maruz kalmış biri olarak mı hatırlayacak?”

“Acaba bunu cinsel saldırı olarak anlatmasam taciz olarak dile getirsem, toplumsal olarak daha kabul edilebilir olduğundan psikolojik ağırlığı ile daha kolay baş edebilir miyim? Bu hatırayı sürekli anımsamaya başlar mıyım? Ağlamalar, öfke nöbetleri geri dönerse çocuklarıma bakım vermekte, bu belgeseli sürdürmekte, mesleğime odaklanmakta güçlük çeker miyim?”

Gizli bir imayla ya da böyle bir ima yoksa bile, belli ki oyuncunun aklında meşgul olduğu bir soru olarak, “Neden o zaman konuşmadın da şimdi konuşuyorsun?” sorusuna karşı aklıma gelen kaygı düşünceleri bunlar oluyor. Bunlardan daha da çok var… Bu ve benzeri kaygıları hafifletmek kimi zaman bir gün sürer, kimi zaman 40 yıl, kimi zaman insanlar bir ömür kendilerine saklarlar bu ve benzeri olayları. Nihayetinde konuşmak faşizmlerde zorunluluktur. Özlemimiz özgür irade ve otonomi…

Kaybolan Bağlar kitabında Johann Hari, bilimsel bir araştırma anekdotu aktarıyor. Hekimlerin hastalarına çocuklukta bir travma yaşayıp yaşamadığını bir anket formu ile sorduğu, ardınsa onlarla travmaları konusunda şefkatli bir iletişim kurarak hastalık ve iyileşme takibi yaptığı bir bilimsel araştırmada hekimler ve yaşlıca bir hasta arasında geçen bir anekdot bu.

“… takip muayenelerinde hastaların önemli bir kısmı kendilerine bunun sorulmasından memnun olduklarını söylemişti. Örneğin -çocukken kendisine tecavüz edildiğini ilk kez anlatmış olan- yaşlıca bir kadın, doktorlara bir mektup yazmıştı; ‘Sorduğunuz için teşekkür ederim,’ diyordu sadece. ‘Hiç kimse bunu bilmeden ölüp gideceğimden korkuyordum.’”[5]

Genelde kadınlar olarak pek çoğumuz Shields’in yaptığını yaparız, “Bütün bu olup biteni zihnimden ve bedenimden silmek ve yoluma devam etmek istedim. Bu sistem bir kez bile bana yardım etmek için gelmemişti. Bu yüzden kendi başıma güçlü olmak zorundaydım.” Kimi zaman da kadınların susmasının nedeni, kendi adalet anlayışlarında daha büyük bir değeri savunmak (barış, ifade özgürlüğü, uzun erimli feminist mücadele, özgürlük) olabiliyor.

Daha uzun yol alabilmek için bazen durmak, daha uzun konuşabilmek için bazen susmak gerekir. Güçlü hissetmek, güçlü bir etki yaratmak, kendi gücünü failden geri almak, arınmak, başka kadınları failler hakkında uyarmak, sağlığına kavuşmak, adalet sağlamak, beraber güçlenmek istediği için ve bunlarla da sınırlanamayacak sayısız nedenle konuşuyor kadınlar konuştuklarında.  Kendilerini ifade ederken bunlardan birkaçında, ya da tamamında başarısız olma, hoşa gitmeyen duyguların etkisinde kalma ihtimalleri de her zaman var. O zaman bunlar da politik alanın ve mücadelenin konusu olur. Değer, etik, ilke çatışmalı bir alanda gelişir. Maruz kalanın kendini ifade etmekteki olası güçlükleri, sahip olduğu beklenebilecek olumsuz duygular fiilin gerçekliğini ortadan kaldırmaz. Fillerin “Gerçek nedir?” üzerinde tepiştiğinin elbette farkındayım, çimenlerin kadınlar olduğunu bilerek. Bunları çok yazdık ve konuştuk. Bunları daha çok yazacağız ve konuşacağız.[6]

Soru şu: Şimdi değil, peki ne zaman?

Cevap: Ben ne zaman kendimi hazır hissedersem.[7]

Kadınların her türlü tercihini hiç durmaksızın sorgulayan bu toplum, bir kadın kendine konuşma zamanı seçtiğinde her yere pişkince yayılan pragmatizmi kendine hak görüp, kimseden beklemediği kategorik buyruğu/ödev ahlakını ondan bekliyor. Yukarıdaki örnekte yaşlı kadının ancak bir otoriteye güven duygusu eşliğinde konuşabildiğine şahit oluyoruz. Oysa bir kadın kendi özgür tercihi ile konuştuğunda dışarıdaki sesler türlü ima yoluyla ya da doğrudan, kadının rasyonel tercihler altında marjinal faydalar sağlamanın peşinde olduğunu, kendi çıkarına hizmet etmenin yollarını aradığını hissettiriyor. Oyuncu Shields’ın da bu imanın etkisinde olduğunu şu sözlerinde okuyabiliyoruz: “Aslında bunu belgeselde anlatıp anlatmayacağımı bilmiyordum, bu konuda bir fikrim yoktu.” Son derece ünlü bir oyuncunun hayatını anlatan bir belgeselde, olayı gözlerini dolarak anlattığı yazıyor, etkisini hala hissettiren bu tür travmatik bir olayın neden yeri olmasın? Bu konuda oyuncunun neden fikri yok? Bu beyanın samimiyetine son derece güvenerek şunları söyleyebilmek gerekiyor: Fikri yok, çünkü patriyarkal zorbalık düzeni fikri olmamasını istiyor, fikri olmasını her türlü imayla diskredite ediyor, bu tür olaylar yaşansın ve zihinde bastırılsın istiyor ki yeniden ve yeniden tecavüz kültürü üretilebilsin; fikri yok çünkü bu ve benzeri konuları ifade etmek insanın yaralarını açması oluyor ve kimse yaralı olduğunu hatırlamak istemez; fikri yok çünkü patriyarkal düzenin her gün verdiği mesaj tıpkı bu olayda olduğu gibi toksik erkeklerin her çeşit zorbalığı kendine hak görüp maruz kalana “ben bir şey yapmadım ki” tutumu takınması ve hatta dahası “bunu sen istedin/sen hak ettin” mesajı vermesi; fikri yok çünkü fikri olursa dışarıda bunun bir komplo, iftira, çıkar elde etme ya da kendini parlatma planı olduğuna dair bir ezberi dillendirecek koca bir koronun oluşturduğu bir uğultu var.

Bu uğultuların yeri artık tarihin çöplüğü olmalı.

Zaman/ zamanlama konusundaki bu yazıyı, bugünlerde yeniden okuduğum ve okudukça beni yeniden güçlü hissettiren Clarissa Pinkola Estes’in Kurtlarla Koşan Kadınlar kitabındaki kısacık bir alıntıyla bitireceğim. “Evin Yolunu Bulmak: Kendine Dönüş” bölümünde yer alan bir dipnottaki bu kısacık cümle şöyle: “Zamanı geldiğinde, zamanıdır”.[8]

Kaynakça

“Cinsel Şiddetle Mücadele Derneği”, Cinsel Şiddetle Mücadele Derneği, https://cinselsiddetlemucadele.org/. (en son erişim tarihi: 25/01/2023)

ERTEKİN Sona, “Zorbanın gölgesinde: Toksik erkeklik ve toksik pozitif ayrımcılık”, (15.01.2022), https://t24.com.tr/k24/yazi/zorbanin-golgesinde-toksik-erkeklik-ve-toksik-pozitif-ayrimcilik,3881. (en son erişim tarihi: 25/01/2023)

ESTES Clarissa P., Kurtlarla Koşan Kadınlar: Vahşi Kadın Arketipine Dair Mit ve Öyküler, çev. Hakan Atalay, 4. Baskı., İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2010.

HARİ Johann, Kaybolan Bağlar-Depresyonun Gerçek Nedenleri ve Beklenmedik Çözümler, çev. Barış Engin Aksoy, 1. Baskı., İstanbul: Metis Yayınları, 2019.

HERMAN Judith, Travma ve İyileşme: Şiddetin Sonuçları Ev İçi İstismardan Siyasi Teröre, çev. Tamer Tosun, Gözden Geçirilmiş 4. Baskı., İstanbul: Literatür Yayınları, 2016.

“Uğradığı tacizi yıllar sonra ilk kez anlattı: Kapı açıldı, içeri girdi ve çıplaktı… Ne yapacağımı bilemedim”, Hürriyet Kelebek, (21.01.2023), https://www.hurriyet.com.tr/kelebek/magazin/brooke-shields-20li-yaslarinda-ugradigi-tacizi-ilk-kez-anlatti-42207593. (en son erişim tarihi: 25/01/2023)

[1] O sahneyi de (yani mizansen olarak bu yazıda bahsi geçen olayla birebir aynı olarak sahnelenebilecek olan) kim bilir kaçıncı taslakta tanıdığım birinin gerçek hikayesine benziyor ve izlerse tetikleyici olur ve bunu benim anlatmaya hakkım var mı sorgulamasıyla oyundan çıkarmıştım (Bu yazıyı okur mu? Okursa ne düşünür?). Bir de tabii ki sahnede çıplak kadın bedeni görmeye istekli ve hevesli olan eril nazara alışkın seyircinin, erkek çıplaklığı konusunda ne düşüneceği (ki aslında burada amaç bir yüzleştirme ve yapı bozumdu), kadın çıplaklığının sunumunu bu kadar eleştirirken yine erkek oyuncu açısından bunun onu nasıl hissettireceği (yani oyuncunun duygusal ve fiziksel güvenliği) konularını düşünerek kendime sansür uyguladım. Kafa karışıklıklarımı feminist bir dramaturg olan arkadaşım Naciye Ertaş ile paylaştığımda bana, mizansenin gerçek olay ile benzerliği konusunda, “pek çok kadının başına gelen şeyler bunlar, zaten pek çok kadın izlediğinde benim başıma da gelmişti diyecek” diyerek kaygılarımı hafifletmişti. Yine de değiştirdim o sahneyi. Dinlediğim olayın etkisinde kalmış olmanın gerçeği ve temsil gücünün bende olmadığı ahlaki tutumu daha ağır basmıştı. Ben şahsen bu etik tutumu yaratıcılığıma içkin hâle getirmeyi tercih edenlerdenim. Ne var ki bu tür ahlaki tutumlar sanat camiasında saf dillilik olarak karşılanıyor. Başkalarının hikayelerinin temsilcisi olmak mı, kendi hikayelerimizin simyacısı olmak mı? Buyurun sohbete.

[2] Bu yazının düzeltmelerini yaptığım 25.01.2023 tarihinde haber sayfasında güncelleme yapıldığını fark ettim. En güncel haliyle haber metni Çatlak Zemin yayın kuruluna iletildi. “Uğradığı tacizi yıllar sonra ilk kez anlattı: Kapı açıldı, içeri girdi ve çıplaktı… Ne yapacağımı bilemedim”, Hürriyet Kelebek, (21.01.2023), https://www.hurriyet.com.tr/kelebek/magazin/brooke-shields-20li-yaslarinda-ugradigi-tacizi-ilk-kez-anlatti-42207593. (en son erişim tarihi: 25.01.2023)

[3] Haber yazımı ve kelime tercihleri ile ilgili Cinsel Şiddetle Mücadele Derneği’nin sitesinde ve sosyal medya hesaplarında bilgilendirici içerik bulmak mümkün. “Cinsel Şiddetle Mücadele Derneği”, Cinsel Şiddetle Mücadele Derneği, (25.01.2023), https://cinselsiddetlemucadele.org/.

[4] Feminizmin ilk ortaya çıktığı yıllarla eş zamanlı olarak Avrupa’da, özellikle kadınlar arasında yaygın olarak görülen ve bir ruhsal rahatsızlık olarak tanımlanan bir olgu var: Histeri.  Kadınların bu rahatsızlığını tetikleyenin cinsel şiddet olduğuna dair bulgulara rastlanıyor ilk başta. Fakat psikanalizin ilk ortaya çıktığı sürece denk gelen bu bulgular sonradan Freud’un kuramını Oidipus Kompleksine evriltmesiyle göz ardı ediliyor. “Baştan çıkarma kuramı” tartışması olarak bilinen bu tarihsel dönemeçte Freud fikir değiştirmeseydi tarihin seyri nasıl ilerlerdi bir merak konusu. Bkz. Judith Herman, Travma ve İyileşme: Şiddetin Sonuçları Ev İçi İstismardan Siyasi Teröre, çev. Tamer Tosun, Gözden Geçirilmiş 4. Baskı İstanbul: Literatür Yayınları, 2016, ss. 12-24.

Psikanalizi aile değerlerinin ve dolayısıyla patriyarkanın korunması için bir icat olarak görenler var. Bu elbette oldukça tartışmalı bir iddia. Bugünse patriyarkal değerlerin savunusu için yeni bir icat çıkarmazlarsa cinsel şiddetle mücadelede şu an iyi gidiyoruz kadınlar! Yoksa yeni patriyarkal icat, faillerin kendini temize çektiği alan sinema mı! Sona Ertekin, K24’te yayınlanan “Zorbanın Gölgesinde” isimli yazısında Annette filminin yönetmeni Leo Carax’ın eşinin şüpheli ölümü ile filmin senaryosu arasındaki benzerliğe kısaca dikkat çekmiş. Sona Ertekin, “Zorbanın gölgesinde: Toksik erkeklik ve toksik pozitif ayrımcılık”, (15.01.2022), https://t24.com.tr/k24/yazi/zorbanin-golgesinde-toksik-erkeklik-ve-toksik-pozitif-ayrimcilik,3881. (en son erişim tarihi: 25.01.2023)

[5] Fellitti ve diğerlerinden aktaran Johann Hari, Kaybolan Bağlar-Depresyonun Gerçek Nedenleri ve Beklenmedik Çözümler, çev. Barış Engin Aksoy, 1. Baskı İstanbul: Metis Yayınları, 2019, s. 293.

[6] Bu konuda Çatlak Zemin arşivinden pek çok yazıya, çeviriye, incelemeye ve habere ulaşılabilir.

[7] Bu konular hakkında Kudret Çobanlı ile yaptığımız zihin açıcı konuşmaların hafifliğine ve feminist dayanışmanın sarmalayıcı gücüne sevgiyle ve teşekkürle.

[8] Clarissa P. Estes, Kurtlarla Koşan Kadınlar: Vahşi Kadın Arketipine Dair Mit ve Öyküler, çev. Hakan Atalay, 4. Baskı İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2010, s. 320 dipnot 15.

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.