Banu Bülbül, ilk romanı Jaguarın Gözleri’nde mesleki birikimini, deneyimini, bu toprakların iliklerine dek işleyen can yakıcı konuları kitabında kalemiyle yoğurmuş. Romanda güçlü kadın karakterleri ve kadın dayanışmasını öne çıkaran Banu’yla kitabı, edebiyatı ve kadınları konuştuk.
Roman bu toprakların iliklerine dek işleyen konuları dert edinmiş. Faili meçhuller, Cumartesi Anneleri, yol kenarlarında karanlıktan gelen tehditler… Yıllardır tanık olduğumuz kanaması durmayan yaraları kağıda dökmek, gerçek ve edebiyat arasında gidip gelmek sizi nasıl etkiledi? Yani nasıl baş ettiniz bunca yükle, tanık olmanın yanında yazarak yeniden yaşamakla ve neden?
90’ların ortalarından 2000’lerin başına dek üniversite öğrenci hareketinin içindeydim. O yıllarda politik alan düşünsel açıdan ve eylemlilik düzeyinde bir hayli üretkendi. Bir yandan işkencelere, faili meçhullere, büyük acılara; diğer yandan kendimizdeki ve etrafımızdaki insanların geçirdiği değişime, farklılaşmaya ve büyümeye tanıklık ettik. Gelişimin kas ağrılarını taşırken korku, kaygı yaratan atmosfere rağmen devam ettik. Diyebilirim ki yazmak konusundaki en önemli başlangıç pratiklerimden biri bildiri yazmaktı.
Jaguarın Gözleri’ni yazmaya Gezi sürecinde başladım, kağıda dökülmesiyse sonradandır. Kızım İdil bir yaşındaydı o zaman, istediğim kadar sokaklarda olamıyordum; yine de parka gittiğim, sokağa çıktığım, camdan tencere tava çaldığım oldu elbette… İlkin kızımı uyuturken, onu emzirirken dolaşmaya başladı karakterler, olaylar zihnimde… Artık önemli bir bölümünü kağıda döktüğüm günlerde Diyarbakır’daki, Suruç’taki Ankara’daki katliamların tanığıydık. Hepsinin izi var. O anlamda kanım var gözyaşım var satırlarında… Bu toprakların ağıdı var becerebildiğimce…
Nasıl baş ettim? Belki bir anlamda da yaşadıklarımla baş etmenin bir yoluydu yazmak benim için. Takip ettiğimizde bizi karanlıktan çıkarabilecek yolun, görmezden gelmeyi bırakmaktan, yüzleşmekten, unutulmaya bırakılanı konuşulabilir kılmaktan ve kayıplarımızı kabul edip yasını tutabilmekten geçtiğini düşünüyorum. Elbette yazarken pek çok insan bana güç verdi, yakınlarım başta olmak üzere, pek çoğu sadece yazıp bıraktıklarıyla, kimi anılarıyla destek olanlar… Kimileri hiç tanışmadığım insanlar… Öyküleri birbirine benzeyen çoktan yitip giden ve bir zamanlar yaşadığı bile unutturulmak istenen insanların bir de ben dili olayım istedim; hatırlanmalarını sağlamayı, yaşadıklarını kayda geçirmeyi diledim, unutmaya kurulu bir toplumda sınırlı bir alanda da olsa anımsama, anımsatma, yas tutma ve mücadele etme davetinin kendisi bile bir değişim yaratabilir kanaatindeyim.
Romanda cesur yürek, “yas”larını tutamadan yola devam eden kadınlar var, tam da bu coğrafyanın kadınları gibi. Kahramanınız Belgin de onlardan biri. Belgin kafanızda ete kemiğe nasıl büründü?
Zihnimde beliren ilk karakter Özgür’dü doğrusu. Hemen arkasından Belgin belirdi. Bu topraklarda sıklıkla karşılaşabileceğimiz cesur, onarıcı, sevdiklerini, anılarını koruyan tüm kadınlardan etkilendim kuşkusuz… Cumartesi annelerinden en çok da… Üretilen yalanlara rağmen gerçeğin her yerden inatçı biçimde fışkırdığı bir ülkede yaşıyoruz. Bize söylenene hemen inanmayalım, biraz daha yakından bakalım, düşünelim, sorgulayalım, peşine düşelim istedim. Bu ısrarlı çabayı da en çok bir kadına yakıştırdım. Belgin öylece geldi oturdu yanıma, yaşadıklarını anlatmaya başladı sanki… Varlığı benim için çok tanıdıktı.
Bu romanın başına oturduğunuzda yapmak istediğiniz neydi, nereye vardınız?
İlk yazılan bölümlerden biri Özgür’ün polis Ayhan Demirkır’a yazdığı mektuptu. Romanın karakterleriyle çıktığım yolun sonuna vardığımda başladığım noktadaki derdin çok uzağında değildim, “anlatırken anlamak” gibi oldu benimki. Anlarken de kendi ruhsallığımın sınırlarında dolaştığım doğrudur. Yazarken o sınırları zorlamak damağımda vaz geçemeyeceğim bir tat bıraktı diyebilirim… Romanda karanlık yanı, kötülüğü, ihanet edeni, işkenceciyi, kaybedenleri de anlatmak istedim, “Başarabiliriz,” “Hesap sorabiliriz,” “Bu cendereden çıkabiliriz,” diye haykırmak da…
Aynı zamanda sinemayla ilgileniyor, Psikesinema dergisine yazılar yazıyorsunuz. İzledikleriniz yazdıklarınıza, yazdıklarınız izleyip okuduklarınızla nasıl bir ilişki içinde?
Sinema, siyaset, edebiyat ve psikoloji benim temel gıdalarımdan… Sinema, hayatımın vazgeçilmez bir parçası… Aslında Jaguarın Gözleri’nde de sinemadan, çeşitli film ya da dizilerde ki sahnelerden, karakterlerden ilham aldım. Bundan sonrası için yaptığım yazma planlarında da sinemadan esinleneceğim muhakkak. Ayrıca zihnimde dolaştırdığım, keşke çekilebilseydi dediğim filmler var. Ancak sinema, edebiyattan farklı dinamiklerde gerçeğe dönüşebiliyor ve benim için bu hayalimi gerçekleştirmek kısa vadede zor görünüyor.
Sırada ne var?
Yan yana giden iki roman var çalıştığım. Birisi Türk-Kürt bir aileden gelen genç bir kadının travmatik olaylarla dolu geçmişi ile yeniden ilişkilenmesini anlatan Ankaralı bir roman. Anımsama, unutma, kökler üzerine diyebilirim. Diğeri içerdiği gizem ve çoklu karakter yapısı ve olay örgüsü açısından Jaguarın Gözleri’ne daha çok benzeyen ve bu defa Diyarbakır’da geçen bir roman. Ayrıca ruhsallığımızdaki tarihsel izler konulu bir kitap yazmayı planlıyorum; bugüne dek yaptığım sunumları, yazdığım yazıları ve sürdürdüğüm çeşitli çalışmaları toparlayıp üzerine biraz daha yoğunlaşarak bu kitabı da tamamlamayı istiyorum.
Okumaya başladığınız her kitabın “mutlaka” sonuna dek gider misiniz? Son zamanlarda elinizden bıraktığınız bir kitap oldu mu, neden?
Her zaman yarım kitaplarım oldu. Hâlâ da olur. Her kitabı okumamız mümkün değil; bazılarını okumaya gerek olmadığını, bazılarını okumamak gerektiğini, bazılarının da henüz zamanı gelmediğini düşündüğüm için bırakırım. Kitaplarla buluşmak da insanlarla buluşmaya benzer. Tam ona ihtiyacınız olduğunuzda ulaştığınız kitaplarla kurduğunuz ilişkiye paha biçilemez.
Çağın insana dayattığı parçalı yaşamı bir kadın olarak katmerli yaşıyoruz. Bütün bu bölünmüşlük sizin kaleminizi nasıl etkiliyor?
Sürekli bir özlem ve açlık biçiminde. Okumak istediğim kitaplar, izlemek istediğim filmler, görmek istediğim yerler, zaman ayırmak istediğim insanlar… Hep bir yetişememek hali… Ama iyi yanından bakarsak yazmaya ayırabildiğim her zamanın kıymetini sonuna kadar biliyorum. Hayatımın bir yerinde bu işleri birleştirebilmeyi, en çok zamanı ve enerjiyi yazmaya ayırabilmeyi diliyorum.
Gelelim mesleki sorulara… Bir psikolog olarak edebiyat dünyasının aktörlerine bakınca ne görüyorsunuz?
Yazarlar, eleştirmenler, editörler, yayınevleri… Edebiyat dünyasının aktörleri deyince böylesi başlıklar geliyor aklıma… Aslında bu toplama bakınca bir şey görmek kolay değil. Herkesin yazma, basma, eleştirme motivasyonu farklı. Ben “Neden yazıyor?” sorusunu önemsiyorum. Böylesi soruların yanıtlarının kolay olmadığını biliyorum ama benim için edebiyat uğraşı teknik bir konu değil. Benim için anlam önemlidir ve her zaman göz önünde bulundurduğum öncelikli meseledir. Bu nedenle bir yapıtın, bir çalışmanın insan ruhsallığında—okur nezdinde—nelere karşılık geldiğini, neyi değiştirdiğini, neyi bozup parçaladığını, neyi sarstığını, neyi sorgulamak zorunda bıraktığını önemsiyorum.
İnsanların genelinin “yazan kişiye” nasıl baktığını, yayınevlerinin, dergilerin adı duyulmamış ve güçlü bir çevresi olmayan kişileri nasıl değersiz hissettirebildiğini, daha yolun başındaki vazgeçişlerin, küsmelerin ne denli olanaklı olduğunu anlatmak da ayrıca bir iş olsun.
İş yaratma cesaretine geldiğinde, cinsiyetler arasında farklılık olduğunu düşünüyor musunuz?
Konunun görünür olmak cesaretine dönüştüğü her alanda cinsiyetler arası farklılıkları gözlemek mümkün. Yaşadığımız dünyada erkekler göstermeyi bırakın gücünü teşhir etme, yaptığı, başardığı her hangi bir işi gösteriye dönüştürme konusunda teşvik edilirken kadınlara ağırlıkla geride durmak ve sahnenin arkası işaret ediliyor. O yüzden özellikle kadınların birbirini cesaretlendirmesi büyük önem taşıyor.
Bir okuma grubu değil ancak bir kitap eşliğinde katılımcılarının kadınlardan oluştuğu gruplarınız var. Bu aktivite için eden Kurtlarla Koşan Kadınlar’ı seçtiniz?
Clarissa Estes’in Kurtlarla Koşan Kadınlar kitabını okumanın kadınları çok güçlendirdiğini ama pek çok kadın için kitabı okumanın, anlamanın (kimi zaman kullandığı teknik dil ve kitabın alıp götürücü yoğunluğu nedeniyle) zor olduğunu gözlemledim. Neden bir arada okunmasın ki düşüncesiyle deneyim aktarımlarını da içeren bir tarzda grup çalışmaları yürütmeye başladım. 10 yıldır da devam ediyorum.
Bu çalışmanın, deneyimin sonucunda sizce bu topraklarda kadınlar en çok nereden yara alıyor? Bizi en çok kim yaralıyor?
İkiyüzlülükten yara alıyor sanırım. Baş başayken başka türlü, başkalarının yanında başka türlü, sözü öyle tavrı böyle olan adamlar geldi aklıma yara deyince… Bu toprakların kadınları hayal kırıklıklarıyla, yaptıklarının, emeklerinin görülmemesiyle yaralı…
Edebiyat, sinema, müzik bu yaraya merhem olabilir mi?
Belli bir düzeyde merhem olabilir kuşkusuz. Ama o merhemin, sadece ağrıyı ve acıyı mı azalttığı, iyileştirici gücünün de olup olmadığı sorularını yaraya ve merheme bakarak yanıtlamak gerekir. Jaguarın Gözleri, içinde şarkılar, türküler geçen bir roman. Öykünün sonunda bu topraklarda Yunus Emre’den bu yana yüzyıllardır söylenen bir türküyü mırıldanıyorum okurla birlikte “ya rab bu ne derttir derman bulunmaz”… Bilemiyorum kayıp annelerinin yarasına nasıl merhem olur edebiyat? Onlara sözümü, gözyaşımı vermek yüreğimi açmak istedim ama merhem olmak çok büyük iddia…
Zaman ayırdığınız için teşekkürler 🙂
Ben teşekkür ederim 🙂