Fransa’da kadın/erkek eşitsizliğinin daha görünmez olması bir engel feminizmin gelişimi için. Zamanında bir feminizm kurumsallaşmış olduğu için daha reformist bir yöne evrildi.
Merhaba ben Céline, 31 yaşındayım, Fransa vatandaşıyım. 10 yıldır İstanbul’da yaşıyorum ve burada yaşadığım son yıllar ve kadın hareketi beni feminist kıldı.
Merhaba ben Aslı, 32 yaşındayım, dokuz seneye yakın Paris’te yaşadım, 2016 yılında İstanbul’a döndüm. Kendimi feminist olarak tanımlamam Paris’te oldu.
Biz ortak bir Fransız feminist arkadaşımız vasıtasıyla tanışmıştık. 2016’da İstanbul’da yeniden karşılaştığımızda muhabbet ederken deneyimlerimizin ne kadar paralel olduğunu fark ettik. İkimizin feminist formasyonumuzun diğerinin ülkesinde gerçekleşmiş olması ilginç geldi ve bu süreçlere biraz daha yakından bakmak istedik. Neticede bizim kişisel deneyimlerimizin ötesine geçen ve hem Türkiye’deki hem de Fransa’daki feminist hareketlerin güncel durumlarını değerlendirdiğimiz bir yazı ortaya çıktı. “Buradaki kadın hareketi hiç de fena değil!!” dedik kendi kendimize 🙂
Farklı bir kültürel ortamda yaşamak bir kadına neler öğretiyor? 60’lı ve 70’li yıllarda feminizmin o kadar canlı olduğu Fransa’da feminist hareket bugünlerde neden bu kadar sessiz? Türkiye’deki kadın hareketinin uluslararası düzeyde hangi kavramları ve hangi değerleri taşıma potansiyeli var? Bunları konuştuk…
Céline: Feminizmle nasıl tanıştın? Kendini ne zaman feminist olarak tanımlamaya başladın?
Aslı: Aslında ortaokuldan beri, özellikle ergenlik dönemiyle gelen bir hissiyat vardı. Tabii o zaman daha feminizmin F’sini bilmiyordum. Kızların ve erkeklerin aynı şeyleri yapabileceğine dair bir düşüncem vardı. Ergenlik gibi karmaşık bir dönemde kadınların güçlü olduğu fikrini benimsemek çok iyi gelmişti. Zaten annemin de güçlü bir kadın figürü olması bunu kolaylaştırmıştı. Lisede yavaş yavaş bir şeyler okumaya başlamıştım. Lisansa geldiğimde bu konuya olan ilgim daha da arttı ama asıl olarak lisansta yazdığım toplumsal cinsiyetle ilgili bitirme ödevi araştırmalarımda toplumsal cinsiyet ve feminizme ilişkin literatürü incelemiş oldum. Tabii bunun öncesinde kendimi feminist olarak tanımlamasam da özellikle karma arkadaş gruplarındaki arkadaşlarımın “pis feminist” diye laf etmeleri, özellikle eğlencelerine çomak soktuğum noktalarda, gururumu okşamıyor değildi. Ama henüz kendimi feminist olarak tanımlamamın meşru olmadığını düşünüyordum. Çünkü benim için bu kelime bir sorumluluk gerektiriyordu. Bunu bugün bu şekilde düşünmüyorum. Kendisini feminist olarak gören herkesin feminist olduğunu söylemesi bence meşru. Ben o zamanlar sadece teorik okumalar yaparak feminist olunmayacağını düşünüyordum. Ama şu anda evinde oturduğu yerden, televizyonun başından ya da okuduğu kitabın ardından feminist olduğunu söyleyen herkesin duruşu eşit şekilde kıymetli diye düşünüyorum.
Sonra 2009 yılında Paris’te yüksek lisansa başladım, yine toplumsal cinsiyet üzerine çalışıyordum, doğulu kadınlar üzerine bir tez yazıyordum. Toplantılar, söyleşiler, eylemler olduğu zamanlarda, hem okuldan hem çeşitli arkadaş gruplarından Fransız feminist arkadaşlarım beni bu etkinliklere davet etmeye başladılar ilgileneceğimi düşünerek. İlk başta tereddüt ettim, gerçekten feministlerin toplantılarına gidebilecek kadar feminist miydim, feministliğim meşru muydu? Bu kaygımı arkadaşlarıma ilettiğimde “Tabii len manyak mısın” dediler, hahah böyle demediler tabii tam olarak ama çok da uzak değildi. Camille (aynı zamanda okuldan arkadaşım) ve Aude ile birlikte Rage de Nuit (“Gece öfkesi”) kolektifine katıldım. Solène[1] (ortak arkadaşımız) ile de böyle tanıştım. Gece yürüyüşleri, film gösterimleri, tartışmalar, forumlar düzenledik birlikte. Bu kadar etkinliğin ardından sanıyorum artık kendimi gönül rahatlığıyla feminist olarak tanımlayacak kadar taşın altına elimi koymuştum.
Ya sen?
Céline: Kişisel tecrübem ilk söylediklerine çok yakın. Benim de alt yapım vardı. Benim annem de aynı şekilde güçlü bir kadın figürüydü ve lise arkadaşlarım da beni “özgür kadın” olarak “yaftalamışlardı”. Lisedeyken Simone de Beauvoir’ı okumuştum ve çok etkilenmiştim. Kafamda bir pencere açmıştı. Feminist literatürle tanışmam lisansta oldu. Ama ben de o dönem kendimi feminist olarak tanımlamıyordum. Toplumsal cinsiyet konularıyla ilgileniyordum çünkü birçok açıdan çok açıklayıcı geliyordu. Sonra Erasmus öğrenci değişim programıyla Türkiye’ye geldim ve İstanbul’a yerleştim 20 yaşındayken. Benim için bir şok oldu. O zamana kadar kendimi insan olarak tanımlarken bir kadın olduğumu fark ettim ve “Kadın”ın başlı başına bir kategori olduğunu anladım. Kimi zaman bir avantaj kimi zaman dezavantaj oldu kadın olmak. Yüksek lisans tezimi yazarken İstanbul’daki Rumlarla ilgili çalıştım ve kadın olmamın kolaylaştırıcı olduğunu gördüm bu süreçte. Başka bir arkadaşımla (erkek) aynı konu üzerine çalışıyorduk ve kapılar bana daha kolay açılıyordu. İnsanlar bana karşı çok daha koruyucu davranıyorlardı ve yardımcı oluyorlardı.
İstanbul’da yaşarken eskiden yaptığım ve normal olan şeylerin başkaları tarafından garipsendiğini gördüm, mesela genç bir kadın olarak tek başıma seyahat etmek. Daha önce hiç sorgulamadığım bir şeydi bu. Ancak herkes tarafından bu konunun garipsenmesi özgüvenimi zedelemişti. Çünkü senin yapabileceğin şeyleri başkalarının sorgulaması ve yapamayacağını ima etmesi kişiyi şüpheye düşürüp özgüvenini kırıyor (bir çeşit “disempowerment” diyebiliriz buna). Sonra Yakın Doğu’da bir bisiklet turuna katıldım (Follow the Women)[2] ve Türkiye ekibinden Özge ile tanıştım. İstanbul’a döndüğümüzde Sosyalist Feminist Kolektif (SFK) toplantılarına çağırdı beni ve yeni bir ortamla tanışmış oldum. Hemen çok rahat hissettim. Fikren yakın hissettiğim ve arkadaşlık kurabileceğim kadınlarla tanışmış oldum. SFK’nın düzenlediği Ilgaz Kampına gittim (sevgili İrem’e selamlar). Yavaş yavaş feminist etkinliklere fiilen katılmaya başladım ve feministim demek çok doğal geldi. Fransa’da bu kelimenin çağrışımı çok negatif ancak zaman içinde kaçınılmaz bir mücadelenin olduğunu anlayınca kendimi feminist olarak tanımlamam elzem geldi. Hatta bazen performatif bir şekilde de kullanıyorum çünkü çoğu zaman bir tartışmaya yol açıyor. Ortaya atıyorum ve insanların tepkilerini izliyorum.
Fransa’daki kadın hareketi hakkında neler düşünüyorsun, bunu nasıl deneyimledin? Sonuçta farklı bir ülkedeydin…
Aslı: Farklı bir ülkede olsam da 20’li yaşlarımın başında gittiğim için aslında çok da farklı bir ortamla karşılaşmadım, baskıcı bir ortamda büyümemiştim sonuçta. E o dönemde Euro-TL paritesi de bugünkü gibi olmadığı için ekonomik olarak da rahattım.
Kadın hareketini ilgilendiren konulara gelince, toplumsal cinsiyete ilişkin rollerin ülkeden ülkeye sıra dışı bir farklılık göstermediğini düşünüyorum. Evet hissedilme derecesi, uygulanma biçimleri ya da yoğunluğu değişse de, patriyarka her yerde patriyarka. Feminist hareketle Fransa’da tanıştığım için aslında Fransa’nın kodlarıyla içselleştirmiştim zaten feminizmi, o kodlarla hareket ediyordum. O nedenle zaten buradaki hareketle kıyaslayamıyordum o dönemde. Bugünden bakınca ve Türkiye’deki kadın hareketini deneyimledikten sonra aradaki farkları daha net görebiliyorum.
Fransa’da neler deneyimledim, neler düşünüyorum? Öncelikle oradaki en büyük sıkıntının kadınların uğradığı eşitsizliklerin görünmez kalması olduğunu düşünüyorum. Çünkü Fransa’da genel olarak bir eşitlik illüzyonu söz konusu. Eşitlik fikri, somut olan eşitsizliklerin önüne geçecek kadar yaygın. Erkek şiddeti ile ilgili sıkıntılar da aynı şekilde. Mesela biz bir nöbet sistemi kurmuştuk Paris’in 20. ilçesinin belediyesinin bize sağladığı yerde. Ayda bir toplanıp aktivist ortamda erkek şiddetine maruz kalmış, uğradıkları şiddet görünmez kılınmış, bu şiddet nedeniyle kendi ortamlarından dışlanmış kadınları dinleyerek onlarla dayanışıyorduk. Esas olarak yaptığımız şey zaten var olan bilgilerin bir merkezde toplanmasından ve ihtiyaç duyan kadınlarla paylaşılmasından oluşuyordu. Bir süre sonra nöbeti şiddete uğramış tüm kadınlara açtık. Çünkü çok büyük bir ihtiyaç olduğunu gördük.
Bunun dışında benim deneyimim tabii Rage de Nuit çerçevesinde gerçekleşti genellikle. Senin de daha önce başka bir konuşmamızda dediğin gibi Rage de Nuit Fransız standartlarına göre biraz radikal kalıyor karma olmayan (sadece kadınlardan oluşan) bir kolektif olması nedeniyle. Ancak bu bana son derece doğal geliyordu, her ne kadar İstanbul’dan ayrılmadan önce feminist hareketin içinde olmasam da karma olmayan modele aşinaydım.
Rage de Nuit ile gece yürüyüşleri organize ederken el ilanları dağıtıyorduk. Cisgender (natrans) erkeklerin gelemeyeceğini söylediğimizde çok tepki alıyorduk. Göbeğimiz çatlıyordu nedenini anlatana kadar. Burada da bu zaman zaman sıkıntı oluyor, feminist gece yürüyüşlerine katılmak isteyen cisgender erkekler görüyoruz ancak daha iyi başa çıkıyoruz gibi geliyor bana. Fransa’da 8 Mart yürüyüşleri bile karma yapılıyor mesela. Ve siz az önce bahsettiğim aktivist ortamlarda şiddet uygulayan erkeklerle aynı ortamda kendinizi bulabiliyorsunuz. Bu çok sinir bozucu bir durum. Biz Rage de Nuit olarak kesinlikle birinin şiddet uyguladığını bildiğimiz takdirde onlara yürüyüşten uzaklaşmalarını söylüyorduk. Ama herkes bizimle hemfikir değildi. Buradaki asıl sıkıntı 8 Mart ya da 25 Kasım yürüyüşlerinde kendilerine psikolojik şiddet, fiziksel şiddet ya da cinsel taciz uygulayan erkeklerle yüz yüze gelen kadınları düşününce ortaya çıkıyor…
Bunun dışında buradaki feminist hareket çok daha iddialı çok daha coşkulu. Bu neden kaynaklanıyor tam olarak bilememekle birlikte ya değiştirmek istedikleri bizim kadar fazla nokta yok, ki bence olmalı, ya da bir motivasyon eksikliği var. Fransa’da daha çok küçük kolektifler şeklinde bir örgütlenme var. Ben ilk Rage de Nuit ile tanıştığımda Paris’in en büyük kolektiflerinden biriydi ve sayımız 25-30 kadardı. Sona geldiğimizde ise beş kişi kalmıştık. Orada farklılıklar daha büyük önem taşıyor. Farklılıkların altı çok çiziliyor ve bu birlikte örgütlenmeyi engelliyor. En ufak bir düşünce ayrılığında kadınlar bulundukları kolektiften kopup yeni bir kolektif kuruyorlar, böylece beş altı kişilik kolektifler çıkıyor ortaya.
Burada da farklılıklar var, yok değil. Ama burada farklılıklarımızla çoğalmaya çalışıyoruz gibi geliyor bana. Belki her zaman başarılı olamıyoruz istediğimiz kadar ancak eğer kadınlar birlikte güçlü sloganı toplumdaki kadınlarda yankı bulduysa bu bence farklılıklarımızla bir yere kadar çoğalabildiğimizi gösteriyor.
Son olarak akademi ve aktivizm arasındaki ilişkiye de değinmek istiyorum. Burada feminist çalışmalar, kadın çalışmaları ya da toplumsal cinsiyet araştırmaları çalışan akademisyenlerin kadın hareketiyle ucundan kıyısından ya da tamamen içinden de olsa bir ilişkileri var. Fransa’da teorik olan bambaşka, sanki toplumdaki ya da kadın hareketindeki karşılığı çok daha azmış gibi geliyor bana.
Senin bu konudaki deneyimlerin gözlemlerin neler oldu?
Céline: Önce Fransa’daki akademi/aktivizm ilişki eksikliğiyle ilgili bir cevap vereyim. Orada akademi disiplinler üzerine kurulu ve güçlü bir tarihi var, dolayısıyla yurtdışından gelen – özellikle ABD’den gelen – teorilere karşı kapalı. Birkaç kurum hariç, “Studies” yani “Araştırmalar” olarak adlandırdığımız transdisipliner bilimlere şüpheyle yaklaşılıyor. Üstelik Fransa toplumu patriyarkal ve tutucu bir toplumdur o yüzden zamanında Pierre Bourdieu ve Françoise Héritier gibi ünlü bilim insanları toplumsal cinsiyet hakkında çalışmış olsa da Gender Studies ve toplumsal rollerini sorgulayan tüm disiplinlere zor açılıyor akademi. Yok değil – Jules Falquet, Elsa Dorlin gibi isimler var mesela – ama azdır.
Tecrübeme dönmek gerekirse, ilk olarak kadın hareketine tam anlamıyla siyasi bir nedenden ziyade duygusal bir sebepten katılmış oldum diyebilirim. Doğduğum ve büyüdüğüm ülkede yaşamadığım için feminist ortam burada dayanışma ve duygusal destek bulabileceğim, arkadaşlık kurabileceğim, aynı görüşü paylaştığım, en çok güvende hissettiğim yer oldu zamanla. Türkiye’de kadın hareketi benim ailem gibi bir şey oldu. “Türkiyeli feministim” diyebilirim. Altyapım karma olmasına rağmen benim politikleşmem burada gerçekleşti ve buranın kodlarıyla hareket ediyorum. Yazları Fransa’ya dönüp kadın buluşmalarına katıldığımda diğer kadınlardan bambaşka bir birikimle, farklı bir perspektifle tartıştığımı fark ediyorum. Orada karma olmayan buluşmalar çok yaygın değil, hala da çok radikal duruyor.
“Yabancı” olmak çok rahat bir pozisyon olmayabilir bazen, hele “yabancı” kelimesinin kendisi bu kadar olumsuz çağrışımlar taşıyabiliyorken. Bir süre, doğmadığım bir ülkenin toplumsal cinsiyet rollerini değiştirmeyi hedefleyen bir harekette bulunmanın meşruluğunu sorguladım ancak kadın sorunları o kadar evrensel ki bu sorgulama süreci çok uzun sürmedi. Hatta bir ara 2015’te sınır dışı edilen arkadaşım Charlotte[3]’la beraber “Mor Panter” diye bir yabancı kadınların yaşadıkları spesifik sorunları ele alan bir kolektifi kurmuştuk.
Türkiye’deki kadın hareketini çok iddialı buluyorum. Köklü, örgütlü, disiplinli, radikal olması beni çok etkiliyor. Çok kapsamlı bir toplumsal proje taşıyor ve devrimci diyebiliriz. Yoğurtçu Kadın Forumu (YKF) olarak beş yıldır her hafta toplanıyoruz mesela ve tüm toplumu gözden geçirmemiz gerektiği için tartışmamız gereken konular hiç bitmiyor. Dediğin gibi, altı yedi yıldır yükselişte olmasına rağmen Fransa’da kadın/erkek eşitsizliğinin daha görünmez olması bir engel feminizmin gelişimi için. Zamanında bir feminizm kurumsallaşmış olduğu için daha reformist bir yöne evrildi.
Aslı: Fransa’da sanki mücadeleye kimse kendini bu kadar adamıyor… Ne diyorsun?
Céline: Doğru… Sebeplerine bakmak lazım tabii. Burada uzun zamandır ve yoğun bir emek veren YKF, Çatlak Zemin ve Feminist Mekân ekiplerine hepimiz borçluyuz. Ancak emek ve disiplinle bir ilerleme kaydetmek mümkün ve bazen bir avuç insanla binlerce kadını harekete geçirmek mümkün.
Fransa’da buradaki kadın hareketini tanıtmak için en çok anlattığım şeylerden biri temel haklar üzerine olan mücadele. Dava takibi mesela. Çok esas, yoğun ve kaçınılmaz bir görev ve çok somut bir mücadele. Orada o kadar sistematik bir şey yok. Onun dışında, son zamanlarda gözlemlediğim çok hoşuma giden bir değişiklik var, o da kadın hareketinin gittikçe biraz daha kuirleşmesi. Kuir ve LGBTİ+ tayfası bu konuda uyarıyor çünkü “Kadın” ve “Erkek” kelimeleri fazla özcü bir şekilde kullanılıyor diye. Geçen mesela YKF mail grubunda “Erkek şiddeti” mi “Eril şiddet” mi kullanmak lazım diye bir tartışma döndü ve bu sorulara geldi. Kuir teorisi çok ilginç bir ezber bozma pratiğini tetikliyor ve önümüzdeki yıllarda tartışmalarımızı zenginleştireceği kesin.
Aslı: Peki kadın dayanışması bize neler kattı?
Céline: Burada kadın dayanışmasının bir slogan haline gelmiş olması müthiş bir şey. Bununla tanıştın mı bağımlılık yapıyor! Bir özgüven getirdi bana. Bir de büyük bir neşe kattı… Birlikte olmanın neşesi özellikle patlamalar döneminde ve darbe girişimi sonrası dönemde ancak kadın hareketinde biraz sıcaklık ve insanlık bulabiliyordum. Beni çok destekledi. Artı bir heyecan, bir umut geleceğe dair.
Aslı: Özgüveni artırdığı konusunda sana katılıyorum. Başarabildiğini görmek, bir şeyleri değiştirebileceğine dair bir inancın insanın yaşam enerjisini beslemesi çok güzel, bunu özgüvenden farklı bir şey olarak söylüyorum. Umudun var sonra… Eğer önüne bir amaç koyduysan, kadınların eşit bir dünyada yaşaması gibi mesela, ister istemez umudun oluyor, ve o umut seni hayata daha sıkı tutunduruyor.
[1] Solène daha önce Çatlak Zemin için bir yazı kaleme almıştı. Yazısını burada bulabilirsiniz: https://catlakzemin.com/fransada-feminist-aktivist-olmak/ .
[2] http://www.followthewomen.com
[3] http://sendika62.org/2015/09/siginmacilara-yardim-eden-iki-aktivist-sinir-disi-edildi-295689/