İki lezbiyen karakterin kırık kalplerini heteroseksüel olmayan Türkiyeli bir yazardan okumak, yazının okurla mesafesini başka türlü aşması haline de geliyor. Politik aşma, kurgunun verili rolünden kurtulmak, anlatılmayanın kıyısına varmakla oluyor.
Politik kabalık, ötekinin hikayesini anlamakta haksız kanaatlere yol açabiliyor sanırım. Hele ki anlamaya yönelik bu öteki kendinizseniz müstebit iktidarın zokasını yutmuşsunuz demektir. Bahsettiğim kabalık “anlama yetimizin” (Arendt) dünyayla olan diyaloğundan çıkması, tahayyül gücümüzün kesintiye girmesi anlamında. Öbür yandan ilk toyluğumuzun affı olsun bu yazı. Yaklaşık yedi yıl önce Güldünya Yayınları’ndan çıkmış Bir Yangının Külünü kitabı üzerine yaptığım hayırsız yorumdan bahsetmek isterim: Gülbahar Kültür’ün Türkçe yayımlanan bu ilk romanını ilk çıktığı sıralarda hemen okuduktan sonra bir arkadaşım tavsiye almak isteyerek “Nasıl?” diye bana sorduğunda, “Politik bir kitap ama içinde politika yapmıyor,” demiştim. Sanki muhalif politika yapmanın yegâne biçimi kavramlar evreniymiş, pankartlı bir sokak direnişi veya sadece slogan yaratıcılığıymış, politikanın arzu, sanat ve edebiyatla ilişkisi yokmuş gibi. Politik bilinçli olmak her zaman ahmaklığımızın tabakasını ortadan kaldırmıyor sonuçta.
Muhalif siyaset imlediği varlığın arzu ve duygulanımını örgütlemesiyle de ilgilidir. Özellikle son yıllarda feminist ve lgbti+ politikaları itici kuvvetini arzunun kuruluşu ve örgütlenmesinden alırken, parçalardan yeni bir dünya inşa ederken arzunun figüratif değil politik hak talepleriyle eşzamanlı belirleyici rolünü (“arzu siyaseti”ni) artık es geçemiyoruz, neyse ki. Yani eylemlerimizin uzantısı olan arzularımızı, imgelemi ve duyum olarak oluş’un kapsama alanında düşünmenin gerçekliği olan halini. Mesela, kolektif arzunun bizi dürtüyle doldurduğu yerde tekörnek yaşam biçimlerinin duvarlarını boydan boya zorlamıyor muyuz? Umut olan yerde, arzumuz var. “Henüz-olmayan”la ilişkilenmenin mümkünlük mertebesi ve kendi yolunu bulmaya devam etmek o. Arzu düşleri, henüz gerçekleşmemiş somut umutla bağlanır ve bizzat kendiliğinden değil ama kolektif bir olumlu aşılabilirlik imkanına yürüme selameti sunar bizlere. Eylemlerimize anlamlı bir süreklilik katması açısından. Bundan ki, bugün arzularımızdan/bedenimizden müşteki bir iktidar var (irili ufaklı), onu zorlaştırdıkça kabuk bağlayıp küflenelim diye. Diyelim ki, bize ait olan şey yitip gitmeyecek kadar sahicidir ve hiç sonlanmayacak iyi bir geleceğin ufkudur.
Bir romanı okumamın ve sonrasında o romanı tavsiye eden yorumumun üzerine arzu ve politikadan bahsetmem garip gelebilir. Edebiyat hayata bağlılık, “azınlık”-oluşların hayatına bağlılıkla (yani siyasal olana bağlılık) su götürmez bir ilişki kuruyorsa eğer burada kişisel (kahramanın/karakterin hayatı) olan politik olanla birleşmiş olabiliyor. Bana kalırsa nasıl yaşadığımız meselesi politik direnişe bağlanıyorsa, ne okuduğumuz meselesi de politik düşünmeye/yorumlamaya bağlanabilir. Bu yüzden, normatif edebiyatın şemasını yıkıcı hale getiren, bir edebiyat-oluş yaratan yani, kadının (arzusunun) erkekle tanımlandığı, inkar üzerine kurulmuş yazının lezbiyen arzuyla “problemli” hale getirilmesi politik bir yazma meselesine dönüşür. Mesela kadınların (bütün kadın oluşlar) yazarlık serüveni (yazma arzusu) aynı zamanda ontolojik bir arzuya meyilli değil midir? Kendi lezbiyen arzusunu edebiyatta bulmak isteyen sıradan bir okur olarak Bir Yangının Külünü kitabını “kendine rağmen” politik olabilmesiyle düşünmek istedim. Çünkü nasıl yaşadığımız, okuma uğraşımızı belirler. Böylece tahayyül gücümüzü pekiştirir, “yapıyor olduğumuz şey üzerine düşündürür” ve hissiyatımızı bu dünyada imler.
***
Bir Yangının Külünü’n henüz içine dalmaya başlamadan, Zeki Müren’in şarkısından gelen adından, bir ayrılık hikayesini seziyoruz. Yazar Gülbahar Kültür tutkulu bir ilişkinin hüsranını anlatırken okuru, bitecek bir aşka en baştan hazırlamak istiyor. Mektup-roman biçimini taşıyan kitabın her bölümü yazarın kendi şiirleriyle açılıyor. Şiirler o bölümde ne olacağını simgeliyor diyebiliriz. Ayrıca kitabın ikinci sayfasında karakterlerin ismini öğrenmeden, daha neden olduğunu bilmediğimiz bu ayrılığın sembol sayılabilecek cümlesiyle başlıyoruz: “Seninle aynı dili konuşmuştuk, susarken de aynı dilde susmuştuk. Ama aynı dili konuşmanın anlatımı, anlayışı kolaylaştırmayacağını sonunda fark ettik.” (s.8)
Genzime yapışmış kuru bir susuş
Kelimeler küskün
Yüreğimde yosunlaşmamış bir unutuş
Dönüşler namümkün [1]
Arife (anlatıcı) ve Canan romanın yerleşik iki karakteri. İstanbul-Berlin arası zaman tünelinde yaşanacak aşkın (ya da savrulmanın) suskun ve korkak tarafları. Okurken bazen Canan, bazen de Arife oluyorsunuz. Okurun öznelliğiyle, yazarın öznelliği arasındaki bu bağ, belki bir an için, tanınmayı mümkün kılan bir yazına olanak verdiği içindir. Bundan kastım, Kültür’ün romanda yerleşik olanın gücünü, sallantıda olanın kudretine bırakıyor olması. Birlikte bu hali yaşıyor oluşunuz. İki lezbiyen karakterin kırık kalplerini heteroseksüel olmayan Türkiyeli bir yazardan okumak, yazının okurla mesafesini başka türlü aşması haline de geliyor. Politik aşma, kurgunun verili rolünden kurtulmak, anlatılmayanın kıyısına varmakla oluyor.
90’ların iletişim çağında serpilen Bir Yangının Külünü, mektuplaşma ve kaset doldurup sevgiliye postalama biçiminde roman karakterlerinin ana iletişim biçimini kuruyor. Sözgelimi bunlar; Arife ve Canan’ın görünür coşkusu, günler sonra mesafeleri aşan mektupların sevgiliymiş gibi ellerinde bedenleşmesi, Canan’ı bekler gibi postacının beklenmesi… Romanda “görmenin, gelişin yerini mektupların akışı” alır (Deleuze ve Guattari). Mektuplar, arzunun sözcelem özneleri olurlar:
“(Arife) Bu mektubu sana neden yazıyorum? Oraya da geleceğiz ama şimdilik neden yazdığımdan çok nasıl yazacağımla ilgiliyim. Mektupların, mektuplaşmanın nefes almakla eşdeğer olabileceğini belki en çok seninle yaşadığımdan, yine mektuba dönüyorum.” (s.8)
***
Naçizane, mektuplaşan kuşaktan gelmedim ama insanların özlemlerini, fantezilerini, hüzünlerini eğitimli olma şartı gerekmeden anlatabildikleri/yazabildikleri bu edebi kuşağa imrenmedim değil. Daha önce de yakınlarımın biriktirdikleri hisli nesneler olarak tanık olmuştum onlara. Kağıt kenarlarının zülüfleri olan gül, dudak ve gözyaşlarıyla resimlenmiş mektupların görsel gücüne de ayrıca içim giderdi. Duyguları anlatmanın emeği varmış ve mektup, yazmanın devrimci potansiyeline “edebiyatın halkın işi” olmasına işaret eden bir tür niteliğindeymiş bir zamanlar.
***
Akşam büyümüş,
geceleşmekte.
Ben ilkel düşler kurarken
Köyler kentleşmekte.
Heteroseksüel olmayan kadınlar için feminist politika pratiklerini belirleyenin sadece siyasal kampanyalar örgütlemekle her zaman doğrudan bir ilişkisi yoktur. Bu siyasal pratikler aynı zamanda bazı kadınların kalplerinin büyülenmesiyle de anlamlıdır. Berlinli Arife ve İstanbullu Canan, Kuzey Almanya’da gerçekleşen yaklaşık iki yüze yakın Türkiyeli kadının katıldığı “Irkçılık ve Cinsiyetçilik” konferansında tanışırlar. Bu kalabalık grupta “daha doğrusu o gruptan birinin” Arife için ne kadar önemli olacağı, romantik arzusunu, direndiği/düşündüğü şeyin tam da içinde bulması sürpriz değildi. Dolabın Epistemolojisi’ni yapan, Amerikalı kuir feminist teorisyen Eve Kosofsky Sedgwick’in güzel ifadesini hatırlarsak: “En gururlandığım şey, sanırım, iş ve aşkın birbirinden ayrılmasının imkansız olduğu bir hayata sahip olmam.” Feminist politika yaparken/düşünürken kadınlarla olan dostluğumuzu betimleyen şeyin lezbiyen hazzın yaratıcılığıyla da epeyce ilgisi var. Ne var ki, biz böyleyiz.
Konferans sonrası arkadaşlarla gidilen bir barda “bardak, şişe tıkırtıları, çakmak, kibrit sesleri, kikirdemeler, bağrışmalar, peş peşe yakılan sigaralar” alkol pırıltısını yansıtan gözler içinde “içkinin oluşturduğu samimi ortamlardan hep çekinen” Arife’nin sade portakal suyuyla Canan’ın sihrine kapıldığı o gece Arife için ‘Cananlama’ felsefesine mevkilendiği gece oluyor. Kültür, romanında ironiyi sık sık seyir olarak kullanıyor, yani her defasında duygusunun tezatını bulmayı biliyor. İroniyi kendini ifade etme, duygusunun monolitik tekrarının aşmak için kullanıyor sanki. “ ‘Boynumda iz bırakma,’ deme Canan, söz veremem (…) Hem iz kalırsa da boynumun borcu olsun.” Roman okumanın, kahramanı taklit etme gibi özgür bir yanı var diye düşünüyorum. Yazar gibi, okur da kahramana benzeyebilir, bunu dileyebilir. Hele ki dünyaya baktığınız arzuyla özdeşleşiyorsa bu yazın.
Okurken Ağ Tercihleri (Beterotu, 2019) öyküsünü de böyle özdeşleştirmiştim; romantik sevginin düz ritmini kesintiye uğratan, kendi arzusunun uzantılarını söyleyebilen bir dokuya sahipti. Romanda, hikayede, şiirde, denemede; yazarla, diliyle ortak bir yerlere gitmenin, oradan gelmenin, eşyaların, hareketlerin, insanların, ortak aleminde olmanın duyusu bu. Edebi türlerin içindeki manzaraya kendi duygularımızla girebiliyorsak, onunla ilişkilenebilecek gücümüz de artıyor bence. Nihayetinde, Clarissa “içinde çiçekler duran taş bir çanağın yanından geçerlerken hayatının en güzel anını” Sally ile taraçada gezinirken hissettiğinde (Mrs. Dalloway) buna ortak olmamış mıydık? Sally dudağından öptüğünde Clarissa gibi altüst olmuştuk, belki.
Kültür’ün dil ile kurduğu ilişki, arzusundan başka dile getirmek istemediği türden kelimelerin ilişkisi. Âşık olduğu kadına doğrudan bağlanan anlamların peşinde Arife.
“Rakını yudumlarken seni izliyordum. Nereye baktığım belli olmasın diye Saadet’ten önünde duran beyaz peynir tabağını bana uzatmasını rica etmiştim. Oysa o an canım nasıl da kavun çekmişti.” (s.44)
Yazının kendi temposu Canan’la kuruluyor, onunla sonlanıyor. Aşkın ilk evreleri, her şeyin o kişinin dokusuyla anlamlaşması, katmanlaşması, kitabın biçimine dönüşüyor esasında. İnsan sevdiğinde yüreğinin alfabesini tarayıp parlatıyor dirimsel bir ilhamla.
Işığını dolunaya
bandır da gönder,
gözümü almasın.
Sesini gökkuşağından
geçir de gönder,
kulağım duyduğuma inansın.
Fax, mektup, Berlin, Canan, posta kutusu, ahizeli telefon, kaset, İstanbul, arkadaşlar, Şengül, Şermin, yazmak, beklemek, aramak, gitmek, Beyoğlu, portakal suyu, arabesk, rakılaşmak, eski sevgililer, yokluğun, özlemin, üç mevsim, Sevim, gazete, deniz, köpek, Şermin, Soppho, âşığım, güven, korkuyorum, it, Hatice, anahtarlar, seks, gelecek düşünüyorum, başkalarını da sevmek istiyorum, eksikliğin yokluğum, kumarhane, Arife, iç görü, dış görü, hoşgörü, elinin körü, travma, hep bir FUN, tutku, memelerin, Leyla, tatil, bodrum, uçak, uçmak, kavuşma, hayaller, haller Şermin, ayrılık, Canan, Canan, Canan, Canan, Canan…
Arife’nin hüsranı/arzusu nesneler yoluyla ortaya çıkıyor daha çok, Canan’ın tersine. Nesnelerin duyguya yapışan hünerini, bir eşyaya bakarken kendi ruh halimizin yansımasını; anının, elde etmişliğin, yitirmişliğin sindiği parçalar olarak görürüz onları. Canan evinin anahtarlarını daha ilk vakit geçirmede Arife’ye uzatırken, bunun Arife için müthiş bir güven anlamı olduğunu, anahtarların bu güveni sarsmaması gereken kesin bir nesne olacağını vurgulaması boşuna değildi: “Benim bildiğim, anahtar düşünüp taşındıktan sonra verilir Canan. Anahtar güven demektir (…) Banyoda diş fırçam, cebimde evinin anahtarları var ya, sanki aramızda söz kesmişiz gibi geliyor bana.” Demek, duygusal sermayenin simgesel ürünleri, duyguyu işleten şeylerdir aynı zamanda.
Nasıl ki “toplumsal duyu sık sık yanılır”, Canan da epeyce aşk duygusunun yanılgısından nasibini alır bu ilişkide. Arife’ye der:
“İşte güzelim, biraz küskünüm ben bu işlere. Şimdi böyle kolay anlattığıma bakma sen, soğanın acısını yiyen bilmez, doğrayan bilirmiş. Seninle böyle sık sık yazışıp telefonlaştığımızdan bu yana, üzerine yığınla toprak serptiğim duygular yeniden başladı (…) Bu korkutuyor. Kendimce önlemlerimi almalıyım. O paniği bir daha asla yeniden yaşamak istemiyorum.”
Eski bir Londra aşkının acımasız bitişi, Canan’ın romantik metamorfozu oluyor; Arife daha metafordayken bu panik topunun gürültüsünü iyi duyamıyor. Hem zaten Canan “benim gibi çelişkilerini açık yaşayan birinden sıkılmazsın, daha ne istiyorsun?” deyip Arife’yi bazen kafaya da alıyor.
Yanındayken çınlat kulağımı
Lezbiyen/kuir yazarların üslubunun şekli, edebi türlerde kadınlar arası cinselliğin özneleri olarak kurulabileceğini modeller aynı zamanda. Kadınların ezilişinin ve suskun cinselliklerinin (aslında gevezeliği edilerek sessizleştirilenlerin) bilincine vardığımızı, ezilişe rağmen “biri olabileceğimizi bilmeye ve deneyimlemeye” kapı açan saptırılmış, geçişliliği olumlanmış karakterler görmek, yani öteki sıradan olanı işlemek kültürel yapılanmayı etkiler. Kuir yazarlar edebiyatın heteroseksüel toplumsal yapısında statik (biyolojik bir töz) bir tabaka olan kadını bulanıklığa çekip bu sabit mevkiyi işgal ederler. Yazın sahasının belirlenimci bedenler meselesine “hareketli farklar” meselesi olarak tanık olmak, bir okur olarak beni yalnızlaştırılmış hissetmekten iyimserlikle uzaklaştırıyor. Özden-kaçış halinde kendini de imleyerek okumak, bir nevi okur-yazar-kahraman arası çoklu his; abjekt figür ilan edilenlerin sözcük neşesi olabilir bu.
Seni gidi ben’li canavar,
şerbetini çok özledim.
“Bornozumun bağını ne zaman çözdün, üzerimden nasıl sıyırdın onu, eli hafif canavar? Kalorifere dayalı sırtım usul usul yastıklardan yaptığın yere kaydı. Gerçek tüm çıplaklığıyla karşında Canan… Beni kendine çekmene de karşı çıkmadım. Başımda kavak yelleri esiyordu. Çifte gülüş. Çok sesli bir ayinin başlangıcıydı bu. İç kavgalardan eser yoktu. Ellerin kalçalarımdaydı. Üzerimdeki ağırlığı seviyordum.” (s.137)
Lezbiyen cinselliği genelde lezbiyenlere yapışmış pasif cinsellik modelidir. Tutkusunu heteroseksüel ekonomiye geri dönmek için kurduğunu, nasıl desem, asıl olana varmak için dayanıksız bir fantezi oyunu olduğunu söyler. İşte, patriyarkal cinsellik tahakkümünün kadınlar arası arzuya attığı en büyük kazıklardan biri de buna yanılsama süsü vermesidir. Ne var ki, hayat yaşanmakla gerçekleşir, pekala arzunuzun bacakları kırıldığında nereye varabilirsiniz ki.
Hep bir ölçülü yakınlaşan Canan’ın sevgili için doldurulmuş kasetlerini dikkatli dinlenmeli bir yandan, bazı parçaların ritmi onun “sevişme hızı”, ama Arife o hızın değişimlerine çoktan tav olmuştu zaten. İletişimsizlik, beklentilerin debriyajını büzdüğünde iç dengeleri kursanız da dış dengeler zangırdamaya başlar. Örneğin, Arife’nin aşırı romantik yoğunluğunun kendisini sessizleştirmesi, Canan’ı çileden çıkartıyor her defasında: “Arife, konuşsana biraz”, “Ne biçim kadınsın sen yahu? İnsan biraz kızar, köpürür filan. Karşımda ıssızlık üretiyorsun.” Daha sonra bu iletişimsizlik ve çelişkiler ikili arasında bir otorite kazanır.
Sevginin aktarımında dilin hiçbir ayrı gayrılığı olamazdı zaten. Bu narin yaşam gücümüze söz dizimi vermek, edebi anlatıda onu erkek egemen anlamdan kurtarıp yeniden bir söz dizimi icat etmek, hasır altı edilenleri yazamama olasılığından kurtarıyor. Bu yüzden de bu “devrimci” söz dizimi, büyük olaylar anlatmayan, “onun daracık mekanı” hep siyasala bağlanıyor. Okurken anlamlı bir dayanışma hissetmek de bundandır muhakkak. Çünkü arzu gibi söz de maddi olana bağlanır ve bedenleri kıskıvrak yakalar. Aksi takdirde bir diğerini anlayamaz, üzüntülerimizi dağıtmayı, tahayyül gücümüzü beslemeyi beceremezdik.
Geldiğine sevindim dercesine açıyorsun bacaklarını.
Belki de yitmemi kolaylaştırmak için.
Bu roman İstanbul-Berlin ekspresinin tutuşan soluğu, gidebileceğimiz başka sıradan bir kıyının iniltilerini duyduğunuz, “telif hakları kendine ait bir sevişme” aleminin sırrı adeta.
***
Kitabın alt başlığı tam anlamıyla erotizm, yazmak, ironi, kayıp “politikasıdır”. Cinsiyet sekterliğinden ise az mustarip değil. Belki bu yargı gücü de bu iki âşığı çıkmaz kuyuya itiyordur. Çünkü heteroseksüel iktidar matrisi geveze bir sinsidir. Ondan sıyrıldığınızı düşündüğünüzde, yani onu aştığınızı farz ettiğinizde ritminizi belirlediğini fark edemeyebilirsiniz.
Umutsuzluğun, hayal gücü yitiminin, can sıkıntısının, kadri bilinmezliğin bu bolluk zamanında yıllar sonra kitabı yeniden okuyup kavlimce bahsetmek istedim, ki aynı zamanda “arzunun norma karşı direniş” (Wittig) olduğunu unutmamak, heyecanlanmak ve hak yerini bulsun demek için.
Gülbahar Kültür 1965 Ordu doğumlu, Alevi, göçmen, işçi bir aileye mensup, 1979’dan bu yana Almanya’nın Bremen eyaletinde serbest gazeteci, yazar, tercüman, derleme albümler yapan bir dj ve şair olarak yaşamakta. Derleme albümleriyle müzik dünyasında oldukça tanınan Kültür’ün en bilinen albümleri ise Latin Garden, Oriental Garden, Babylon Bar, Lola’s New World Classics, Gypsy Garden. Alman Dili ve Edebiyatı Bölümünden mezun olan Kültür’ün Almancada birçok yapıtı var. “Sustuğun Yerde Kal” adlı şiiri 1997 yılında Pencere yayınlarından çıktı. 2002 ve 2005 yılları arasında “Açık Radyo İstanbul” için ‘Global Beats’ adında bir müzik programı hazırlayıp sundu. Kültür, bu romanını ilk olarak bir film senaryosu olarak kurgulamış ama bunun meşakkatini anlayıp istihza ederek “ben yazayım, başkaları yapsın” deyivermiş. Belki bir gün izlemek da nasip olur, kim bilir…
İç monoloğa yakın, kendine has kelime oyunları ve özgünlüğü olan azınlık yazarı Gülbahar Kültür’den derleme bir performans da dinleyelim, derim: https://soundcloud.com/gkultur/gulbahar-kultur-alexander-jung-raks-night-club-version-2015
Kaynaklar
Kadın-Oluş, Rosi Braidotti, Çev. Ece Durmuş, Münevver Çelik, Otonom Yayınları, 2019.
Kafka: Minör Bir Edebiyat İçin, Gilles Deleuze ve Felix Guattari, Çev. Işık Ergüden, Dedalus Yayıncılık, 2015.
Straight Düşünce, Monique Wittig, Çev. Leman S. Darıcıoğlu, Pınar Büyüktaş, Sel Yayınları, 2012.
Mrs. Dalloway, Virginia Woolf, Çev. Tomris Uyar, İletişim Yayınları, 2018, s.41.
Beterotu, Pınar Öğünç, İletişim, 2019, s.63.
İroni, Vladimir Jankelevitch, Metis, 2020.
Aşk Üzerine Bir Diyalog, Eve Kosofsky Sedgwick, Çev. Özge Karlık, Ayrıntı Yayınları, 2013
Umut İlkesi I, Ernts Bloch, Çev. Tanıl Bora, İletişim, 2007.
BirGün TV, BirPortre’nin konuğu radyocu/yazar Gülbahar Kültür, 2015.
Altmışlarda işçi sınıfı lezbiyen barlarda aşkı ve polis şiddetini anlatan kitap hakkındaki yazı için ayrıca bakabilirsiniz: Sevici Türküsü – Stone Butch Blues.
[1] İtalikler kitap içi şiir ve cümle alıntılarıdır.