Saatin bile ülkedeki belirsizliğe teslim olduğu bir günde, dün, Barış için Kadın Girişimi olarakaltıncı konferansımızı yaptık. Şimdi ise “Kadınlar Barışta Israrcı: ‘Olağanüstü’ Hayat Deneyimlerimiz Işığında Geleceğimizi Konuşuyoruz” adlı konferansımızın sonuç deklarasyonunu sizlerle paylaşıyoruz.
Biz dün farklı farklı yerlerden, farklı hayatlardan kadınlar bir araya geldik, yaşadıklarımızıpaylaştık, birbirimizi dinledik. Savaşın orta yerinde, bir yandan OHAL’in kanun hükmünde kararnameleri inanılmaz bir hızla hayatımızı yıkıp yeni baştan şekillendirirken, değil müdahale etmek nelerin değiştiğini anlamaya bile yetişemezken bir soluk alıp “Ne yaşıyoruz biz?” sorusuyla çıktık yola…
“Meclis’e yakın oturuyorum. 15 Temmuz gecesi öleceğime çok emindim. Ölmedim, ama sonra barışa imza vermiş olduğum için açığa alındım,” dedi birisi. Bir başkası: “Suruç’ta patlama olduğunda, savaş ilk başladığında ‘daha kötüsü ne olabilir ki?’ diyorduk. Artık biliyoruz,” dedi. Yine başkası “Hepimizin iş güvencesi – kadrolu memur dahi olsak – bir taşeron işçi kadar. Bunu fark etmenin zamanı geldi,” diye hatırlattı bize. “Her gün üzerimizde yeni denemelerle yeni sınırlar çiziliyor,” diyen de oldu, “Tecavüzle tehdit edilmeyi kanıksadık,” diyen de. Doğaya sahip çıkmak için mücadele eden bir arkadaşımız, “Bu yaylalarda her çalının altında izimiz var bizim” dedi. Bir başkası: “Savaş ekonomisi ve inşaat birbirini besliyor. Yıkım ve yeniden yapma. Yakında nefes alacak yerimiz kalmayacak,” dedi. “OHAL ilan edildiği için artık grev yapamıyorum; yani artık eşit işe eşit ücret talebim olamayacak benim,” diyen de oldu, “Bu faşizm boynuma vurdu, boyun fıtığı oldum,” diyen de. Hatta: “Haber takibi yapmaya geldik ama kendimiz haber olduk,” diyen de..
Farklı kadınların verdiği cevaplardan birçok cümle kaldı, birçok hikaye kaldı geriye.
Artvin’de Yeşil Yol’a karşı, yaylalarının yitip gitmesine karşı direnen kadınları; Şırnak’ta, Gever’de ablukayı, kentlerin yıkımını yaşayanları ve yaşamı yeniden kurma mücadelelerini; belediyelere kayyum atanmasının kadınlar için ne demek olduğunu; Antakya’da Suriye sınırında savaşı deneyimleyen Suriyeli sığınmacı kadınların yaşadıklarını; kanun hükmünde kararnamelerle işinden edilen veya edileceği günü bekleyen öğretmenleri, akademisyenleri; bu koşullarda ekonomik güçten yoksun kalmanın ne demek olduğunu, sokaklarda artan şiddet halinin metrobüste, trafikte, sokakta her yerde biz kadınlar için ne anlama geldiğini; abluka olsun veya olmasın kentlerimizin içinde alanlarımızın daralıp gitme halini; böyle bir zamanda basında çalışmayı, tüm muhalif basın kurumlarının kapatılmasının, hele de kadınların sesine, sözüne alan açan JİNHA, Hayatın Sesi Tv’de Ekmek ve Gül, IMC’de Mor Bülten gibi ajans, kanal ve programların kapatılmasının yarattığı sessizliği birbirimizden dinledik. Bizi ayrıştırandan çok ortaklaştıran deneyimlerimizi konuşmak, birlikte bir yol (veya yollar) bulmak umuduyla..
Farklı alanlarda itiraz eden birçok kadının anlatacak bir gözaltı hikayesi vardı. Ama bunun dışında, farklı deneyimlerimize dair anlatılarımızda da öne çıkan bir takım duygular, bir takım kavramlar oldu. Farkettik ki nereden gelmiş olursak olalım, yaşadıklarımızı benzer kavramlarla tarif ediyoruz.
‘Güven yitimi’ mesela: Güvensizlik ve kırgınlık. Biz savaşı ve olağanüstü hali aynı zamanda toplumun silinip, sıfırlanıp baştan kurgulanma süreci olarak yaşıyoruz. Yani toplumsal bağlar çözülüyor, yok ediliyor. En yıkıcı olan da beraber iş yaptığımız, beraber yediğimiz, içtiğimiz, aynı sokakta oturduğumuz insanların birbirine sırt çevirmeye, birbirini ihbar etmeye, ispiyonlamaya, şikayet etmeye ne kadar da hevesli ve hazır olduğunu görmek. 8 Mart’ta metin okuduğu için bir kadın öğretmenin iş yerinde öğle yemeğini yalnız yer hale gelmesi. Aslında biz, çeşitli şeylerle suçlanan kadınlar olarak her gün yüz yüze baktığımız, aynı sokaklarda yürüdüğümüz insanlara karşı çok ciddi bir kırgınlık yaşıyoruz. Bu kırgınlık içerisinde toplumsal güven inşa edilebilir mi? Ya da buna başlanabilir mi? Kadınlar olarak bunun yalnızca daha fazla temasla, gündeliğin içinden bir örgütlenmeyle mümkün olduğuna inanıyoruz.
Ama konferansta ‘güven’ denen hissiyatın biz kadınlar için nasıl da ekonomik bir boyutu olduğunu da konuştuk. Yani güvensizlik aynı zamanda güvencesizlik. Savaş, darbe hali ve olağanüstü hal yalnızca sosyal ve toplumsal olarak değil, ekonomik olarak da her türlü güven ve güvenceyi imkansız kılıyor. Mesela kapatılan kurumlardan birisinin, IMC’nin, yarıya yakınının kadın çalışanlar olduğunu söyledi bir katılımcımız. Yalnızca bir ayda işsiz kalan kadın sayısı 13.000. İşsiz kaldıkça veya işsiz kalma tehdidi arttıkça sokağa çıkma, çıkabilme ihtimali azalan kadınlar gittikçe daha fazla eve kapanıyor. Savaş, darbe, olağanüstü hal derken ekonomi de krize giriyor ve işgücünde ilk gözden çıkarılan hep kadınlar oluyor. Eve kapanıp yalnızlaştıkça da sessizleşiyoruz; bir şeyleri değiştirme gücümüze inancımız azalıyor, imkanlarımız kısıtlanıyor. Savaşın ekonomisi bize sessizlik olarak dönüyor. Her yeni KHK’da listelere ‘şimdi mi işsiz mi kaldım acaba’ diye bakar hale geliyoruz. Hep bir sonraki listeyi bekliyoruz aslında. Bu da özellikle bakım sorumluluğu nedeniyle bazı kadınların üzerindeki baskıyı arttırıyor, sendikalardan, ses çıkarmaktan, mücadeleden uzaklaştırıyor. Ekonomik bağımsızlığını yitirme hali veya yitirme riski savaşın ve olağanüstü halin bir sonucu olarak en çok biz kadınları vuruyor.
Güvencesizlikle birlikte öne çıkan noktalardan bir başkası da ‘geleceksizlik’. Yani geleceği tahayyül edememek, edince de hep ‘nasıl daha kötü olabileceğini’ düşünmek. Kadınların ortak anlatısı belirsizlik içerisinde gündelik olarak bir şekilde devam etme mücadelesine dair. Burada yaşadığımız şiddet yalnızca bombaların patlaması, tutuklamalar, işten çıkarmalar – yani bize sürekli bir şeylerin yapılması değil; aynı zamanda ‘yapılacağını bekleme’ hali. Bekletilerek terbiye ediliyoruz. Gözaltına alındıktan sonra beş günlük avukatla görüşme yasağından bahseden bir arkadaşımız şunu söyledi örneğin: “Avukatım. Ama mesleğimi yapmak istemiyorum. Çünkü beş gün boyunca avukatla görüş yasak ve şu şartlarda beş gün sonra gittiğimde neyle karşılacağımı bilmiyorum.” Bilemiyoruz. Her gün ‘ölebilirim’, ‘tutuklanabilirim’ veya ‘işten çıkarılabilirim’ üçlüsü içerisinde başımıza acaba hangisi önce gelecek diye tahmin etmeye çalışarak yaşıyoruz. Bu şekilde yaşayan kadınlar hepsi birbirine benzeyen, benzer düşünen kadınlar da değil, bu toplumun hatırı sayılır bir kısmı.
Hayatımızı kuşatan bir başka kavram ise, ‘yalan’ veya ‘hakikat yitimi’. Saatlerimizin bile bize yalan söylediği bir günde buluştuk. Ve niye barış olmuyor; böyle bir yönetimle biz kadınlar için niye barış olmaz sorusuna cevap Çamlıhemşinli arkadaşlarımızdan geldi: “Çünkü yalan söylüyorlar.” Ama mesele yalnızca yalan söylenmesi değil, yalanın sınırsızlaşması aynı zamanda. Hakikatin kaybolması değil, hakikatin anlamını yitirmesi.
Eğitimcisinden, sağlıkçısına, konfeksiyon işçisinden avukatına biz kadınların hepimizin bedenlerimizde, benliklerimizde yaşadığı bir hal bu ‘sınırsızlaşma’. Yalanın da, şiddetin de, nefretin de, vahşetin de bir sınırının olmaması – her gün sınırların yeniden ve yeniden bedenlerimizde çizilmesi. Her sessizliğimizin bir rızaya tekabül ettirilmesi… İlk ablukalar yaşandığında ‘daha kötüsü herhalde olamaz’ derken sonra Cizre’de yüzlerce insanın yakılarak öldürülmesine tanık olduk ve hala hayattayız mesela. Ama biz bu konferansta iyice anladık ki şiddetin ve vahşetin sınırsızlaşması hali yalnızca doğrudan abluka yaşayan yerleri etkilemiyor. Her yerde, hepimiz için gündeliğin kendisini dönüştürüyor. Sokakta herhangi bir sebeple tartıştığımız adamlar her zamankinden çok daha kolay ve çok daha çabuk: “Öldürürüm seni,” diyebiliyor örneğin. Kendi hataları varsa dahi “affedersiniz, kusura bakmayın” yerine, “ayarımı bozma benim, öldürürüm” diyorlar.
Birbirimizi dinlerken anladık ki aslında ‘kadınlık tanımı’ değiştiriliyor. Toplumsal bağlar çözülürken savaş da, yeni toplumun kurulması da bu kadınlık tanımı üzerinden şekilleniyor. Yeni Türkiye’nin yeni kadını da ya tecavüz veya tecavüz tehdidine ya da hizmete indirgenerek tanımlanıyor. Polisle veya güvenlik güçleriyle karşı karşıya kalan kadınlar maruz kaldıkları cinsiyetçi küfürlerin, tecavüz tehditlerinin, hatta tecavüz girişimlerinin nasıl arttığını anlattı. İstanbul’da avukatlık yapan bir arkadaşımız Silivri 9 No’lu cezaevinde kadınları bile erkek gardiyanların aradığını ifade etti – ki bu da aslında bir cinsel taciz biçimi. Kadın bedenlerinin ve cinsiyetçi duvar yazılamalarının sosyal medyada nasıl teşhir edildiğini konuştuk. Kürt coğrafyasının kendisinin kadın bedeniyle özdeşleştirilme ve bu bedenin de taciz ve tecavüzle tanımlanma halini dinledik birbirimizden. Öte yandan Gülen Cemaati operasyonlarında gözaltına alınan ve günlerce avukat görmeden gözaltında kalan kadınlara kolluk güçlerinin nasıl ofislerini, tuvaletleri temizlettiğini de anlattı bir arkadaşımız. Kayyum atanan belediyelerde kadın politikaları merkezlerinin kapatılmasıyla kadın çalışanlarının nasıl ya işten atıldığı ya da temizlik işçisi olarak görevlendirildiğini de dinlerken kadınları aşağılama biçimlerinin nasıl ortaklaştığını görmemek imkansızdı. Tam da bu ‘halde’ barışın tanımının da değiştiğini fark ettik biz kadınlar için. Artık taraflar arasındaki bir barışın ötesinde; değiştirilmekte olan bu topluma, çözülmekte, koparılmakta olan toplumsal bağlara, dönüştürülen kadınlık tanımına, sınırsız şiddetle özdeşleşen erkeklik tanımına bir müdahale – tüm bunların toplumsal olarak yeniden kurulmasını ifade ediyor barış bizim için.
Hepimizin anlatılarında ortaklaşan son kavram ise özellikle kadınlara yönelik bir ‘susturma’, ‘sessizleştirme’, ‘görünmezleştirme’ hali. Zaten tam da bu sebeplerle bugün biz kendi canlı yayınımızı sosyal medya üzerinden kendimiz yapar durumdayız. Sessizleşmeye teslim olmamak adına kendi mecralarımızı yaratmaya çalışıyoruz. Yan yana gelince anladık ki toplumun yeniden kurgulanması halinde önce kadınlar susturulmaya, sessizleştirilmeye çalışılıyor: Artvin’de dağların şirketlere peşkeş çekilerek yontulmasına karşı mücadele eden kadınlar da bunu vurguladı, basında çalışan arkadaşlarımız da, kayyum atanan il ve ilçelere dair deneyimlerini aktaran arkadaşlarımız da. Örneğin birçok ajansın birden kapatıldığı bir anda gecenin bir yarısı kapısına mühür vurulan kadınların ajansı oluyor. Kayyum atanınca tüm belediyelerde ilk olarak kadın politikaları merkezleri ve kadın müdürlükleri kapatılıyor; kadınların kazanımları hedef alınıyor, kadın çalışmaları ‘gereksiz harcama’ olarak görülüyor. Gültan Kışanak ve Ayla Akat Ata’nın tutuklanmasıyla yine bu tür bir saldırıyı görüyoruz. Bunun çarpıcı bir örneği de Cizre’de kayyum atandıktan sonra kadın dayanışma merkezinin kapısına tuğla örülmesi. Kapatmak da yetmiyor, tuğla örülüyor. Tabii bu susturma halinin binbir çeşidi var. Bunun bir boyutu bize hayatın her alanında aciz hissetirerek yapılıyor. Cezaevinde görüşe giderken veya sokakta yürürken erkeklerin, devlerin şiddetine maruz kalınca karşı çıkarak hiçbir şeyi değiştiremediğimizi gördükçe kendi kendimize konuşur, kendi kendimize şikayet eder hale geliyoruz. Bu da bir çeşit sessizleşme, şiddete karşı çıkamama olarak yaşanıyor. Bazen de susmak ister hale geliyoruz: “Ne anlatayım ki..” diyoruz en fazla. Veya görünürlük için mücadele ederken kendimizi görünmezleştirmek durumunda kalıyoruz: Hizbullah tehdidi altında ve savaş koşullarında LGBTİ+ mücadelesi yürüten bir arkadaşımız toplantıları basıldığından gizli toplantı yapmak durumunda kalışlarını anlattı örneğin.
Ama bu sessizleşme, susturulma, güvensiz ve güvencesiz hale gelme, her an daha kötüsünü beklerken yalnızlaşma, sürekli bir tecavüz ve şiddet tehdidi altında yaşama, vahşetin sınırsızlaşması, kadınlığın yeniden tanımlanmasını haline karşı kadınlar olarak birlikte durmanın bize verdiği gücü de unutmamamız gerekiyor. Konferansımızda birçok farklı kadın yaşadığımız halle baş etmenin, mücadele etmenin yollarını da tartıştılar – tartıştık. En önemlisinin ayrışmak yerine ortaklaşmak, ortak bir dil bulmak olduğunu tekrar tekrar fark ettik.
Bunca yalan içerisinde hakiki bir temas kurmanın ancak ve ancak hikayelerimizi ortaklaştırarak mümkün olduğunu anladık. Dolayısıyla önümüze ilk olarak temas alanlarımızı arttırma gibi bir hedef koyduk. Yalnızca savaşı yaşayan, ablukayı deneyimleyen Kürt şehirlerine değil, ülkenin farklı yerlerine ziyaret ve buralarda buluşmalarımızı arttırmanın önemini konuştuk. Örgütlenmeden içinde bulunduğumuz yalnızlaşma ve kutuplaşma halini aşmamız mümkün değil; ama biz kadınların ortak hikayeleri bir kez dinlemeye başladığımızda gerçekten çok fazla. Bunun için bu ülkenin farklı köşelerinde her alanda faaliyet gösteren kadın gruplarını ziyaret etme, bulunduğumuz yerlerde güçlenerek barış buluşmaları organize etme, hikayelerimizi hem sokaklarda barış noktalarıyla hem de internette video ve yazılarla yaygınlaştırma ve süreklileştirmeyi amaç edindik.
Bu koşullarda hikayelerimizi, deneyimlerimizi, yaşadıklarımızı yalnızca kendi yerellerimizde değil, uluslararası şekilde paylaşmamız gerektiğini anladık. Aslında dünyanın yeni baştan kurgulandığı bu süreçte kadınlar olarak uluslararası bir konferans yapmayı, uluslararası bağlantılarımızı güçlendirmeyi de konuştuk.
Medyanın bu denli saldırı altında olduğu bir zamanda kendi mecralarımızı yaratma, genişletme, sözümüzü yaygınlaştıracak alanlar üretmeyi önümüze bir hedef olarak koyduk. Sessizleşmeyi kabul etmek yerine sözümüzün farklı alanlarda, farklı şekillerde yayılımını sağlayabilmeyi umuyoruz.
25 Kasım Kadına yönelik Şiddete Karşı Mücadele ve Uluslararası Dayanışma gününün de yaklaştığı bu zamanda kadınlar olarak savaşa karşı mücadelemizin bizzat kendi gündelik hayatlarımızın dönüşümüne karşı, gündelik olarak bizi sindirmeye çalışan şiddet ve nefrete karşı bir mücadele olduğunu bir kez daha, somut olarak anladığımız konferansımızdan güçlenerek ayrılıyoruz. Yalnızlaşmayacağımıza, birbirimizi yalnız bırakmayacağımıza güvenerek ve önümüze birçok hedef koyarak ayrılıyoruz.
Sokaklarımızda, kentlerimizde, yaylalarımızda, medyada, evlerimizde – kısacası her yerde buluşmak üzere..
Barış İçin Kadın Girişimi