Sinema ve medya alanında çalışan akademisyen Deniz Gedizlioğlu, “Yavaş İçerik” YouTube kanalında, kendi yazıp sunduğu üç bölümlük[i] Aşk-ı Memnu Efsanesi programıyla dizinin nasıl Türkiye’de popüler kültürün en büyük fenomenlerinden biri hâline geldiğini inceliyor. Bu üç bölüm, burada bir solukta sıralamanın imkansız olduğu bir dizi özenli tespit içeriyor. Öte taraftan, 70’lerdeki ilk versiyondan sonra (Bihter rolündeki) Müjde Ar’ın nasıl seks pozitif bir diva, (Nihal rolündeki) Itır Esen’in ise nasıl ince hastalığın pençesindeki sarışın güzel olarak Türkiye sinemasındaki yerlerini aldıkları gibi tezlerle Türkiye’de popüler kültürün yakın tarihine dair zihin açıcı okumalar yapıyor. 

Deniz, üç bölüm boyunca tüm bunları, satır aralarında genel geçer detaylarmış gibi vererek öyle analizler yapıyor, analizlerini öyle sıfatlarla tanımlıyor ki, bu işin nasıl çıktığını ve nasıl bu kadar özenle yapılabildiğini merak etmemek imkansız bir hal alıyor. İşte biz de bu heyecanla Deniz ile bir araya geldik ve ona merak ettiklerimizi sorduk. Dizideki favori karakterinin Firdevs Hanım değil Matmazel olduğunu neden sonra başka bir kanaldan öğrendik, üzülmedik. Çünkü bunu ondan beklerdik ve söyleşi sırasında çok eğlendik. Umarız siz de okurken keyif alırsınız.

Popüler kültür üzerine çalışmaya nasıl başladın ve neden Aşk-ı Memnu?
Popüler kültür üzerine bir şeyler düşünmeye ve yazmaya Aşk-ı Memnu dizisiyle başladım. Psikolojiden mezun olmuştum. Hatta birkaç sene sinema filmlerinde sanat bölümünde çalışmıştım, o sırada kurumsal bir şekilde bir dergide de çalışıyordum. Aşk-ı Memnu dizisi yayınlanıyordu ve bu dizinin bende yarattığı duygular o kadar güçlüydü ki bunları bir yerlerde ifade etme isteği duydum. O dönem blog yazmanın yaygın olduğu bir zaman, 2008-2010 arasından bahsediyorum, “TV Benim Canım” adlı bir blog açarak orada yazmaya başladım. Aşk-ı Memnu’yu çok yakalayamadık orada, ama genel olarak popüler kültür üzerine söylenecek çok şey olduğu hissi bana zaten Aşk-ı Memnu dizisiyle beraber gelmişti.
Aşk-ı Memnu dizisini izlerken şunu fark ettim: Diziyle duygusal angajmanım çok yüksekti ve aslında etrafımdaki birçok insanın da öyleydi. O dönemki medya sahnesine bakarsak Twitter yeni yeni emekleme döneminde, yazılı basında televizyon, diziler çok yer bulmuyor ama bir yandan da dizilerin çok yükselişte olduğu bir dönemdeydik. Her şey iyisiyle kötüsüyle biraz daha sansasyonel ve daha yüksek bir seviyeden yaşanıyordu. Aşk-ı Memnu üzerine konuşmak için de büyük bir ihtiyaç vardı aslında. Bu ihtiyacı giderebilmek için ben, mesela perşembe akşamı dizi yayınlanıyorsa, cuma sabahı Ekşi Sözlüğe girerdim, forumlara girerdim. Buralarda yalnız olmadığımı görüyordum; insanlar Aşk-ı Memnu hakkında konuşmak istiyorlar ve konuşuyorlardı. Her platformda o platformun karakterine göre farklı tartışmalar oluyordu. Tüm bu bağlamın içinde diziyle ilgili benim en çok dikkatimi çeken, o zamana dek bir sürü kırılma gördüysek de iyi ve kötü arasındaki dengenin alıştığımız gibi olmadığını fark etmekti. Beklentilerimizi tersyüz eden çok fazla şey olduğunu görmek bana şaşırtıcı gelmişti, ki çok iyi bir dizi izleyicisiyimdir ve melodramı çok severek tüketirdim, ama orada melodramın kodlarına uymayan bir sürü unsur olması yenilikti benim için.

Yerli dizi analizi, feminist yazın içinde Türkiye toplumunu ve özellikle toplumsal cinsiyet ilişkilerindeki dönüşümleri anlamanın araçlarından biri olarak öne çıkıyor. Sen bu çabaya oldukça farklı bir yerden yaklaşıyorsun. Kendini Aşk-ı Memnu’nun tematik olay örgüsüyle sınırlandırmadan, sektörün ve hatta eserin asırlık dönüşümünü dikkate alıyor ve alışılmadık tarihsel bir bağlam içine yerleştiriyorsun. Final bölümünün yayınlandığı gün Meclis’te Karayolları Teşkilat Yasasının görüşülmesinden tutalım da feminist ve lubunyaların Firdevs Yöreoğlu’nun “aptallık etme Bihter” çıkışını nasıl sahiplendiğine kadar çok zengin bir arka plan sunuyorsun. Halit Ziya’nın Firdevs ile derdini sorgularken femfobiye referans vermen veya dizinin (70’ler uyarlamasının) Müjde Ar ile Itır Esen’in sonraki kariyerlerine etkisinden bahsetmen de aynı şekilde. Analizine kaynaklık eden yaklaşımdan biraz bahseder misin, nasıl bir yöntem izledin?

Bunların bazıları tabii ki kişisel bir meraktan geliyor. Bir şeyin devamında ne olduğuna bakma merakıyla aslında kendi kendini gösteren bilgiler. Hepsi çok analitik bakış gerektiren şeyler değil, sadece merak edip bakmakla ilgili olan yanları var. Ama mesela MHP’li vekilin Meclis’te yasa görüşmeleri sırasında final bölümü olduğunu söylemesi çok enteresan değil mi? MHP’li ve AKP’li vekiller Aşk-ı Memnu’yu izlemek istiyorlar; CHP’li vekiller ise, onların bu şekilde Meclisi sabote etmelerinden şikayetçiler. Bu Aşk-ı Memnu Efsanesi serisi içerisinde anlattığım dinamiklere de dokunan bir ayrıntı olduğu için benim çok hoşuma gidiyor. Her şey toplumsal ekosistemde birbirine bir şekilde bağlanıyor. Disiplinler arası bir bakış açısıyla bakmaya çalıştığım için sanırım, bu bağlantıların birçoğunu yakalama fırsatım oldu. Bana kaynaklık eden bakışlardan bir tanesini örnek vermem gerekirse, André Lefevere ve onun çeviri teorisinden bahsedebilirim. Zamanında yüksek lisansta “Fatmagül’ün Suçu Ne?” dizisi üzerine çalışırken tanışmıştım onunla. Bir eseri başka bir yere taşırken, bu başka bir medyum da olabilir, başka bir dil de olabilir, hangi kuvvetlerin etkili olduğuna yapısal bir şemayla bakarak, eseri meydana getiren birden fazla aktör olduğunu ortaya koyan bir teoriyle tanıştığımda çok etkileyici gelmişti. O zamandan beri bir eserin hiçbir zaman sadece kendisinden ibaret olduğunu düşünmüyorum. En çok da sanırım eserlere içeriden baktığım için bu farklı bağlamlarla etkileşim halinde kalabiliyorum.

Ben daha çok izleyici konumundan yola çıkıyorum, bir eseri anlamaya çalışırken. Meraklı bir izleyici. Buradan yola çıktığın zaman aslında eser dönemin toplumsal bağlamıyla ilişki kurmak için önemli bir köprü haline geliyor. Toplumsal hayatta devam etmekte olan bir sürü şeye katman katman ulaşabiliyorsun. Yani bir eseri oluşturan sadece metin değil. O sıradaki toplumsal bağlama, izleyicinin eserden ne anladığına, eserle nasıl ilişki kurduğuna bakmamız gerekiyor. Bu ilişkiyi kurarken izleyicinin motivasyonunu anlamak için toplumsal cinsiyet, sınıf benzeri yapısal ilişkiler içinde izleyicinin konumunu da anlamaya çalışmamız gerekiyor.

Peki burada anlattığın analiz yöntemini de aklımızda tutarak sormak isteriz: Aşk-ı Memnu Efsanesi serisi içinde en çok hangi bölümü hazırlamaktan keyif aldın? En çok hangisini seviyorsun ve neden?

En çok “Ziyagillerin Mutlu Yuvası” başlıklı, üçüncü ve son bölümü seviyorum. Dizinin mizahi boyutunu en çok ortaya çıkaran bölüm olduğunu düşünüyorum. İkinci bölüm biraz daha trajik, birinci bölüm ise genel bakış sunuyor. Ama üçüncü bölümde mizah var. Biz diziyi izlerken de Ziyagil ailesi içinde olanlara her hafta yerlere yatarak gülerdik ve yalnız değildik, herkes aile ilişkilerini şaka konusu yapardı.

Elbette bunun sınıfsal bir tarafı var. Sonrasında araştırmayı yazarken ve bölümü hazırlarken, bütün bu komedinin sınıfsal niteliğini gördüğüm zaman, yani o yalı içinde bir intikam alınıyormuşçasına bir drama yaşandığını görmek, bana gurur verdi. Neticede Türkiye’nin en çok izlenen dizisinde büyük sermayedar bir ailenin bu kadar yerle bir ediliyor olmasının altındaki sınıfsal siniri ve hıncı görmek bana mutluluk verdi.

Aşk, tutku ve bireysel kurtuluş peşindeki Bihter ve Firdevs karşısında aile ve sadakat peşindeki Ziyagiller ve aşağıdakiler… Sen bu karşıtlığın pürüzsüz olmadığını anlatıyorsun ve üçüncü bölümde Ziyagiller ve aşağıdakiler arasındaki gerilimi sınıfsal had aşımı şeklinde tanımlıyorsun… “Sınıfsal had aşımı” senin kendi uydurduğun bir tanım mı?

Evet. Aşk-ı Memnu dizisi neden o kadar etkileyiciydi? Poster kızı olarak konulmuş, ailenin tatlı ve aşk öyküsü içinde çok etkisi olacağı düşünülen kızının çok sevdiği, bayıldığı evin çalışanına “Ben sana çok yüz verdim belli ki” diye bağırması, o zamana kadar görülmüş bir şey değildi televizyonda. Bunu ancak kötü karakterler yaparlardı ve Nihal kötü bir karakter değildi. Hiçbir zaman öyle konumlanmadı, ama bu tür kırılmalar dizinin içinde her zaman oldu. Dizinin orada yaptığı şey, izleyici kitlesini olabildiğince genişletmek için muğlaklıklar yaratmaktı. Ben bu muğlaklıkların televizyon için sağlıklı olduğunu düşünüyorum.

Tezini kitaplaştırmak yerine, üzerine çalıştığın malzemeyi yeniden kurguluyorsun, topladığın çok çeşitli arşiv malzemelerini de ekrana taşıyorsun. Akademik bir çalışma yapmakla, görsel popüler kültür malzemesini bir video anlatıya dönüştürmek arasında nasıl bir fark var? Video formatında bir YouTube içeriği üretmek yaptığın işi ne şekilde dönüştürmeni sağladı?

İkisi arasında en önemli fark daha çok kişiye ulaşabiliyor olması. Aşk-ı Memnu üzerine tez yazdığımı duyan çok insan tezi yollamamı istemiştir, ama hiçbirinin okumamış olabileceğinden şüpheleniyorum. Malum tezler çok uzun çalışmalar. Daha çok kişiye ulaşmasının yanında ulaştığı kitlenin çeşitlenmesi de başka bir tarafı. Tabii ki video formatına aktarırken o dilin, biçimin getirdiği birçok şeyden haz ve keyif aldığım çok an oldu.

Ben de aslında tezi verdikten sonra bir kitap yazarım diye düşünüyordum. Tezi yazdığım zaman YouTube herkesin eriştiği bir medya alanı da değildi. Fakat benim bu tezi insanlara sunmak istememin arkasındaki en önemli sebep, bu tezi yalnız yazmış gibi hissetmememdi. Çünkü o zaman her hafta başkalarının yazdıklarını takip eder, okur ve çok gülerdim. Duygudaşlık ettiğimizi görüp, mutlu olurdum. Aşk-ı Memnu’nun finalinden sonra Ekşi Sözlükte yazılanlar içinde bazıları beni en az final kadar etkilemiştir diyebilirim.

Ayrıca gerçekten çok disiplinler arası bir iş bu ve baktığımda video formatı da bunu açmaya çok uygundu. Videoda bahsettiğim bir sürü detay aslında akademik çalışmada yer almıyor. Çok daha derine kazabileceğin bir konu ve aslında akademik çerçeveyi aşan bir sürü detay var. Video formatı bunların tümünü içine alabildi. Öte yandan mizah imkânı çok daha fazla. Yazarken kendi kendine düşünüp, kıkır kıkır güldüğün şeyleri somutlaştırıp insanlarla beraber gülebileceğin bir alana dönüştürdüğü için video anlatı formatını gerçekten çok sevdim.

Küçük bir fan yorumu: Biz de kendi üslubunla eklediğin mizahı çok sevdik. O kadar komik zincirleme isim tamlamalarıyla anlatıyorsun ki, sen hızla geçip gidiyorsun ama biz izleyiciler orada kalıyoruz gülmekten. Peki arka planı oluşturmak için kullandığın malzemeyi bu içeriği oluşturmaya karar verdiğinde mi toplamaya başladın, yoksa önceden toplamış mıydın? Forumlardaki yorumlar, sosyal medya paylaşımları gibi malzemeler de dahil.

Bunların çoğuna vakıftım zaten. Boğaziçi Üniversitesinde okudum ve aslında ismini hatırlamıyorum ama dizitvforum.net gibi yerlerde ne aradığıma çok anlam veremeyen bir çevrem vardı. Ama ben Aşk-ı Memnu’nun 17. bölümünde çalan yabancı şarkının adını öğrenmek için -bu arada şarkı Madcon’dan Beggin– o forumlarda gezerdim. Ekşi Sözlükte yazılanlarla dizitvforum.net’te yazılanlar arasındaki tonun bambaşka olduğunu mesela o zamanlardan biliyorum. Bir kısmı da konu üzerine araştırma yaparken oradan buradan fırlayan ve dikkatimi çeken şeyler aslında. Final bölümünün olduğu gün Mecliste yaşananları örneğin özellikle araştırmamıştım. Galiba o günün reytingini bulmaya çalıştığım sırada meclis haberi karşıma çıkınca tabii ki ben de bunu sizler kadar komik buldum.

Kurgu yaparken seçtiğin sahneler de bir karar sonuçta. Matmazel’in banklarda perişan olduğu sahneler mesela ya da Ziyagil ailesinin görgü kurallarından bahsederken, “Orada insanlar sinirlenmezdi, yükselirdi” diyorsun. İzlerken benim dikkatimi hiç çekmemişti, sıradan ve büyük ihtimalle dikkatsiz bir izleyici olduğum için. Veya “bana böyle aksettirildi” gibi passive voice (edilgen ifadeler) kullanmalarını öne çıkarman. Bunları önceden toparlamış mıydın yoksa bu işi yaparken mi ortaya çıktı?

Matmazel’in ağlaması insanların konuştuğu bir olaydı o zaman, saydıklarından çoğu zaten o zaman insanların konuşup güldüğü şeylerdi. Benim yaptığım, bunları medyumun imkanlarını kullanarak daha öne çıkacak şekilde ya da zihninden geçip gitmesine izin vermeksizin masanın ortasında tutacak şekilde dile getirmek oldu.

Mesela yükselmek, Ziyagillerin kendine özel kullandığı dil… Bunlar Ekşi Sözlükte her hafta insanların sürekli ezdiği konulardı. Aratsanız hala görürsünüz, duruyordur çoğu. Benim bu araştırmayı yaparken amacım insanlarla izleyicilerle konuşmaktı. Fakat vakit sorunu ve sosyal becerilerimin yetersizliği birleştiğinde, online alanda etnografi yapmanın benim için daha uygun olduğuna karar verdim.

Yavaş İçerik popüler kültürün hazinelerini tüketmekten öte sindirmek için yola çıkmış bir kanal diyorsun. Yavaş İçerik popüler kültürün kurucu unsurlarına, örneğin kültürel üretim ve tüketim biçimlerine nasıl yaklaşıyor ve bunlara nasıl bir müdahale gerçekleştirmeyi amaçlıyor?

Dostlar, benim bir acım var. Günümüzde mevcut popüler kültür sahnesinden acı duyuyorum. Özellikle dijital platformların önderliğinde oluşan binge-watching (dizi bölümlerini art arda kısa sürede izleme) kültürü, gerçekten tamamen tüketmek üzerine. Bir hafta sonra belki birçok detayını çoktan unutmuş olacağın bir izleme deneyimine karşıyım. Bunun insanlara iyi gelmediğini düşünüyorum. Aslında popüler kültürü tüketmekten öte sindirmek derken buna da referans vermek istiyorum. Çoğumuz popüler kültürle ilişkimizi çok seçmeden, vakit doldurmak için, dolayısıyla sadece tüketmek üzere sürdürüyoruz. Öyle olmayan deneyimlerimiz de yok değil ve bunlara dönüp bakarak, izleyicilerin birer aktör olarak konumunu hatırlatmasını istiyorum aslında. Yavaş İçerik’in talep edebileceğimiz şeyler konusunda ufkumuzu tartışabileceğimiz bir alan olmasını istiyorum.

Popüler kültürün kurucu dinamikleri, geniş bir kavram. Belki şu andaki dinamiklerini konuşabiliriz. Bugün gerçekten kazanç odaklı; arkasındaki hikayenin ne olacağı üzerine düşünülen örnekleri en azından Türkiye’de çok fazla bulamadığınız bir dönemden geçiyoruz. Hazin bir dönem bu. Bu dönem yarına ne bırakacak? Çok fazla bir şey bırakamayacağından şüpheleniyorum. Bu yüzden de kendim de bir izleyici olarak, başka bir popüler kültürün bir zamanlar mümkün olduğunu hatırlatmak istiyorum.

Yavaş İçerik adının aslında iki amacı var. Birincisi beni o hızlı üretim çarkının içine sürüklememesi, üretim süreci, yaratıcı tarafından bakarsak. O ufku kaybetmemek adına, bunu niçin yaptığımı unutmamak için kendime bir not olduğu kadar, izleyenlere de nitelikli bir düşünceyi ortaya koymanın zaman alan bir süreç olduğunu hatırlatmak istiyorum. Tıpkı o hızlı üretilen ve tüketilen diziler gibi… Ne kadar çok bölümü art arda izlersen ondan anladığın da bir o kadar azalıyor. Kritik yapmak ve eleştiriyi takip etmek için de bu geçerli. Bu mecrada gerçekten nitelikli şeyler konuşalım istiyorum, öyle bir diyalog alanı oluşturmak istiyorum. Yavaş İçerik adı da buna atıf yapıyor.

Biraz spekülatif bir yorumda bulunmak istiyorum. Yerli dizi sektöründe 2008’de başlayan Aşk-ı Memnu’dan yani Ece Yörenç ve Melek Gençoğlu ya da o dönemde Meral Okay’ın yarattığı dünyalardan ve karakterlerini yerleştirdiği atmosferlerden Budayıcıoğlu eserlerinin ağırlık kazandığı şu ana 15 yıllık bir dönem yaşadık. Buradan baktığında dizi kahramanlarının karakter gelişiminde sınıf, toplumsal cinsiyet gibi ilişkiler bağlamında bir değişim gözlemliyor musun? Bu ilişkilerin tasvirinde, adının konulmasında bir farklılık var mı?

Aşk-ı Memnu biter bitmez arkasından aynı ikilinin yazdığı dizi olan “Fatmagül’ün Suçu Ne?” ile birlikte, hızlı bir şekilde o muhafazakâr paradigmaya girdik. Sebebi de büyük ölçüde dizilerin reklam verenleri ve sermayedarlarının devlet kanadıyla ilişkilerini koruma refleksiyle ilgili. Buğdayıcıoğlu ve diğer senaristler arasında koyduğun kontrast gibi sanatçı yazardan ticari metayı üreten bestseller yazara bir geçiş oldu. Bu ikili ve aynı dönemde işlerini takip ettiğimiz, üzerine konuştuğumuz Mahinur Ergun gibi diğer senaristler çok geride kaldı. Artık yaratıcı değil de para kazandırıcı işler var. Karakterlerin kendisinden önce bunu konuşmak gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bu olduğunda karakter bütünlüğünü yitiriyoruz. Daha çok muhafazakâr kodlarla şekillendirilen ama bugünden yarına da ne yapacağı belli olmayan karakterlerle karşı karşıyayız. Yerli dizilere sürekli dışarıdan müdahale var. Dizinin sonlanmasını istediği yer, yani ideolojik olarak ortaya konulacak olan tablo, karakter gelişimiyle örtüşmeyebiliyor. Öte yandan, oturup yazmaya kimsenin vakti yok. Kimsenin yazara, senaryo ekibine verecek çok fazla parası ve mesaisi yok. Dolayısıyla her şeyden önce hikayelerin niteliğinde, tutarlılığında ve bütünlüğünde teknik olarak çok büyük bir düşüş var. Aşırılıklar açısından bakarsak, görmezden gelinecek gibi değil artık sürekli çok büyük villalardayız, çok büyük olayların yaşandığı yerlerdeyiz. Çok büyük kavgaların döndüğü ortamlardayız. Şu anda Kızılcık Şerbeti en popüler dizilerden bir tanesi; orada da ailelerden bir tanesi çok güçlü sermayedar bir aile, kavgaları büyük vesaire. Eskiden küçük insana övgü vardı, “sıcak insan hikayeleri” denilen bakış… Tabii o da başka bir fanteziye dokunan, başka bir anlatıydı. Sonuç olarak biz daha gündelik dramaları bir kenara koyduk ve sansasyonel hikâyelerin yaşandığı alanlara kaydık televizyonda.

Dizilerde bir takım narsist adamlar, karakterler hep vardı, ancak biz onları toplumsal ilişkiler içinde açıkça narsist tanısı konmadan, yüzüne narsist diye bağırılmadan izliyorduk. Son birkaç yılda ekranda sürekli ruh sağlığı hakkında tanılar konulmuş karakterler izliyoruz. Toplumsal çatışmaların ve toplumsal olanın arka plana atıldığı toplumsal olanın psikolojikleştirildiği bir yaklaşım baskın hale geldi gibi hissediyorum. Bu tahlile katılır mısın?

Toplumsal olandan psikolojik olana geçiş var, ama psikolojik olanın da çok hakkıyla yapıldığını söyleyemem. Sonuçta bunların hepsi bilim dalı veya psikoloji de önemli bir bilim. Fakat bir karakterin üzerine çalışılmamışsa, nereden gelip nereye gittiği üzerine öyle derinlikli bir düşünce üretilmemişse bu bilimin de hakkını verememiş olursun. Dolayısıyla bir insanın yüzüne “Sen narsistsin!” diye bağırmak ya da bir diyalog içinde “Aile travmaların yüzünden sen böylesin” dedirtmenin ötesinde o travmaları eşelememek, işin hakkını vermemek oluyor. Psikolojinin ne kadar revaçta olduğu herkesin malumu olduğu için bunları araya serpiştirmek gibi bir eğilim var.

Bunu insanlara açmayı hedefleyen bir yerden yazılmış olsa belki böyle hissetmezdik. Şöyle bir örnek vermek istiyorum, son yılların en iyi dizilerinden birisi Succession dizisi. Aile ilişkileri, psikoloji, toksik ilişkiler açısından çok zengin bir dizi. Bu bağlamda da çok konuşuldu ama bu dizide bir kere bile bu isimlendirmeler geçmedi. Hatta ironik bir şekilde dizinin bir bölümünde aile terapisi yaptılar ve gerçekten berbat geçti, kimse ciddiye almadı, tüm karakterler rezil oldu. Ama bütün o ilişkiler, o dinamikler orada vardı. Görsel yaratıcılık için her zaman ifade edildiği gibi: Söyleme göster. Bizde ise göstermeden söyleme peşindeler.

Türkiye’deki toplumsal ve politik atmosferi düşündüğünde popüler kültüre dair eleştirel bilgi üretmenin daha özgürlükçü bir alan açma, söz üretme ihtimallerine dair ne söylersin? Hem Yavaş İçerik hem de bu konuda benzer işler yapan YouTube mecralarını düşündüğünde böylesi bir müdahaleye imkan var mı?

Müdahaleyi nereden beklediğimizle ilgili bir konu bu. Türkiye’deki tüm diğer toplumsal mücadeleler gibi bir yaratım mücadelesinden de bahsetmek gerekir herhalde. Bir mücadele olacaksa bu öncelikle üreticilerin örgütlü mücadelesiyle olabilir. İzleyicilerin de verebileceği bir mücadele var ama öncelikle bunun mümkün olduğuna dair bir ütopya geliştirmeleri gerekir. Benim umudum da bir vizyon oluşturacaksak bunun parçası olmak. Akıp gittiği şekliyle, herkes yorgun hayatlarında, boş vakitlerinde biraz rahatlamak için popüler kültürün peşindeyken bunu yapmak belki o kadar kolay değil. Yine de bize daha iyi gelebilecek anlatıların mümkün olduğunu veya en azından bugün burada yapılanın bize iyi gelmediğini ve bunu satın almayacağımızı beyan etmek iyi bir adım olabilir. Tüketici olarak görüldüğümüz bu piyasada, yerimiz üzerine düşünmek, daha seçici olmaya çalışmak, bu seçimleri neden yaptığımız üzerine görüşlerimizi daha duyulur hale getirmek vesaire; iyi idealler. Elbette her zaman popüler kültürün böyle bir tarafı vardır: Sana çağın aynası olur ve çağı dönüştürmekten çok okuyacağın bir yerdir. Yine de bugün popüler kültüre hakim hegemonya çok güçlü ve buna bu kadar kapılmak zorunda değiliz. İzleyiciler olarak karşı sözümüzü daha güçlü hale getirebiliriz. Benim stratejim o içerikle ilişkimi kesmek, PR (pazarlama) makinesinin bir parçası olmamaya çalışmak, sadece popüler oldu ve çok konuşuldu diye o dalganın bir parçası olmamak. Dev bir PR makinesi ile oraya geldiğini bildiğim bir trenin arkasına takılmamak. Diğer yandan Aşk-ı Memnu Efsanesinde yapmaya çalıştığım, neyin neye işaret ettiği ve neden orada olduğuna dair gerçekten düşünüp konuşmak, herhalde kaçınılmaz olarak insanı daha derinlikli işlere yönlendiriyor diye düşünüyorum.

Dizilerdeki kadın ve çok çok sınırlı da olsa LGBTİ+ temsilleri ile kadın hakları ve LGBTİ+ haklarının dizilerde ele alınma biçimlerini nasıl buluyorsun? Bunu sadece TV dizileri üzerinden sormuyorum. Dijital platformların bu meseleye bir etkisi olduğunu düşünüyor musun?

Dijital platformların tabii ki etkisi var. Dizi veya diğer içerikler bu platformlarda bireysel olarak tüketilen bir şeye dönüştüğü için hem normatif olana aykırı düşen, hem de sınırı daha daraltılmış arzulara yanıt verebilir hale geliyor. Ulusal yayın yapan televizyon kanallarına karşıt olarak, bireysel tüketilen platform dizileri kimliklerle de bağ kuran bu tür isteklerin daha kolay uygulanabildiği bir alan haline geldi. Yasaları, devlet müdahalesini düşününce daha korunaklı bir alandı, yurt dışında özellikle. Türkiye’de şu anda böyle değil tabii.

LGBTİ+ temsili özelinde söylüyorum, benim çok ilgilendiğim bir alan değil. Bazen bana da iyi hissettiren şeyler izliyorum özellikle sinemada. Bazen dizilerde iyi işlenmiş karakterlerle karşılaştığım oluyor, mutlu oluyorum. Fakat bu temsillerin çoğunlukla vitrin olduğunu düşünen pek çok kişiden biriyim. Bir taraftan hem kadınlar hem LGBTİ+’lar ve aslında birçok ezilen grup açısından görsel kültür tarihi bize birçok görülmemiş şeyi de gösterdi. Ancak sistematik baktığımızda, exploitation cinema (sömürü sineması) derler ya -Hollywood için de yaygın olarak kullanılan bir terimdir- ekran gerçekten birçok meselenin sömürüldüğü bir hale gelmiş durumda. Oradaki çok açık amacı ve müdahaleyi görmek bana seyir keyfi vermiyor.

Bihter’i izledin mi? Diğer uyarlamalarla ve konuştuklarımızla birlikte düşündüğünde Bihter’i nasıl buldun?

Üzerine çok konuşulabilecek bir film bence. Bihter filminde şu çok dikkatimi çekti: Bu zamana kadar Aşk-ı Memnu hakkında hep duyduğumuz eleştiri, içinde gerçek hayata dair hiçbir şey olmadığıydı. Oysa toplumsal konjonktürle çok ilişkili eserlerdi, tüm uyarlamalar. Sadece Bihter filminde toplumsal arka planda ne olduğuna dair hiçbir fikrimiz yok. Kendilerine orijinal bir zaman seçmişler, cumhuriyet kurulduktan kısa bir zaman sonrası, 20’lerin sonu gibi bir dönemde geçiyor. Bunun iki sebebi olabileceğini düşünüyorum. Birincisi, spekülasyon yapayım, gösterişli kostümler içerisinde, feracesiz bir şekilde karakterleri gezdirebilme imkanı olabilir. İkincisi bu dijital platformların cumhuriyet nostaljisine dair bir anıştırma, bir mesaj verme kaygısı olabileceğini düşünüyorum. Filmin sonunda verdiği mesajı buradan da anlamlı kılmak istemiş olabilirler: Filmin sonunda Bihter ölmüyor. Ama bunun dışında filmin toplumsal yaşamla hiçbir bağı yok. Halbuki böyle bir dönemde kadınların önünde bir sürü fırsat olması gerekiyor diye düşünüyorum. Elit bir ailenin kızının özellikle gidebileceği bir sürü kadın topluluğu, kendini anlamlı hissedebileceği birçok imkanı olabilecekken tamamen bir evin içinde bir yasak aşk hikayesine sıkıştırılmış durumda. Platform içeriklerinin bağlam açısından içinin ne kadar boşaltılmış olduğuna dair çok iyi bir örnek. Bunun bir tercih olduğunu düşünüyorum, etliye sütlüye dokunmamakla ilgili herhalde. Belki daha kolay yazılabilir bir içeriğe dönüştürmekle de bağlantılıdır. O yasak aşkın arkasındaki bağlamı çekip aldığında gerçekten çok sinik bir yere çıkıyor. Biçimsel olarak da sinik bir yaklaşım seçmiş bu film. Türkiye’de bize sunulan anlatı alternatifleri içerisinde bu platformların oluşturduğu evrenin hangi açılardan çorak olduğuna çok iyi bir örnek olduğunu düşünüyorum.

Bihter filmi bence de toplumsal bağlamdan çok kopuk. Bir taraftan da senin daha önce LGBTİ+’ların temsilleriyle ile ilgili söylediğine benzer sığ bir yaklaşım da içeriyor: Mesela Bihter kendini öldürmüyor, o bir duruş kendilerince. Niyet olarak iyi ama kötü uygulanmış gibi. Fleabag’te gördüğümüz kameraya dönerek adamlarla, özellikle Adnan’la ve çok aşık olmasına rağmen yer yer Behlül’le alay etmesi örneğin. Bunları da söylediklerin kapsamında değerlendirebilir miyiz?

Haklısın. Feministlere bir ürün, buyurun alın diye yapılmış, ama üzerine hiç düşünülmemiş. Kimse şu soruyu sormuyor: Bihter kendini neden öldürecekti ki? Orijinal hikayede intihar fikri Bihter’in kendisine aitti ama Bihter’i bu karara taşıyan dinamiklerin hepsini dışarıda bırakıp, Bihter’i birden bir silahla herkesin ortasına koyup kendini öldürmekten vazgeçirtmesi… Hem romanı hem dizisini sevenler tarafından bu zamana kadar Bihter’in ölmemesi fikri üzerine çok fantezi kurulmuştur elbette. Ancak filmde izlediğimiz sondan, yani Bihter’in ölmemesinden hicap duymak çok kötü. Filmi izledikten sonra Bihter’in feminist kalkışmasının nasıl çizilebileceği üzerine biraz düşündüm. Bunu ancak Firdevs Hanım ile ilişkisi üzerinden kurmanın mümkün olabileceğine kanaat getirdim. Çünkü Bihter’i sıkıştıran o ahlakçı tarafın tam karşısındaki kampta Firdevs Hanım yer alıyor. Onun karakteri üzerine hiç çalışmadan, en azından Bihter’le ilişkilerine hiç bakmadan, Bihter’i öylece bir boşluğun içerisinde özgürleştirmek çok da mümkün olmuyor.

Peki Yavaş İçerik yolculuğuna nasıl devam edecek, seni heyecanlandıran, üzerinde çalıştığın yeni videoları ne zaman izleyeceğiz?

Bu yolculuğun nasıl devam edeceğine karar verebilmek için taze bir YouTuber olarak “Bu kanal ne için var?” sorusuna yanıt vermeye çalışıyorum. İdeallerimin ötesinde bu kanalın ekonomik olarak hayatını sürdürebilmesi kime bağlı? Bu soruyu cevaplamanın çok kolay olmadığını fark ettim. Ekonomik olarak sürdürülebilir bir model kurmak adına bazı ideallerden taviz vermek ya da uzun bir yolculuğa çıkmak arasında kaldığımı görüyorum. Ben aslında daha önce de açıklamaya çalıştığım gibi ikinci tarafa meyilliyim. Eleştirinin kendisine değer veren birtakım odaklar olmadıkça bunun ekonomik sürdürülebilirliği elbette çok zor. Bu anlamda, bağımsız üretimi destekleyen birtakım kurumlarla izleyicilere bel bağlama ümidindeyim, nasıl olacağını zaman gösterecek.

İçerik açısından yanıt vermem gerekirse, Yaprak Dökümü analizi gelmeyecek, buradan söylüyorum. Yaprak Dökümü’nü hiç izlemedim. Şu an için Türkiye’nin güncel durumundan ziyade bugüne nasıl ve nereden geldiğine, geride neler bıraktığımıza odaklanma peşindeyim.

Popüler kültüre müdahalenin, mücadelenin neresinde durduğunu konuştuk. Biz kendi aramızda konuşurken de senin videolarını bu bağlamda değerlendirdik. Kendine has mizahınla ve tespitlerinle bu eseri ele alırken politik bir alan olarak yeniden tanımlıyorsun ve bir müdahalede bulunuyorsun. O yüzden bir temenniyle bitirmek istiyoruz, umarım bize nefes aldıran bu mecrayı ve işleri sürdürürsün.

Teşekkür ederim. Son bir söz olarak şunu söylemek isterim: Popüler kültür gerçekten toplumun aynası olduğu için burada konuşulacak çok şey var ama bunu eleştiri anlamında tüketmek için sindirmemiz gerektiğini düşünüyorum. Türkiye’de bunu az yaptığımızı düşünüyorum. Eserlerle olan mesafeyi azaltmamız lazım, bunları izleyen binlerce milyonlarca insan var. Bu kadar çok insanın bunlarla duygulanım yaşıyor olması, Türkiye’ye dair çok fazla şey söylüyor. Hoşlansak da hoşlanmasak da neden bu kadar etkilediği ya da etkileyemiyorsa neden etkileyemediğine bakarak Türkiye hakkında çok fazla bilgi edinebiliriz.

[i] “Yavaş İçerik” kanalının YouTube’daki tanıtımından: Aşk-ı Memnu dizisi, nasıl Türkiye’de popüler kültürün en büyük fenomenlerinden biri hâline geldi? Sinema ve medya alanında çalışan akademisyen Deniz Gedizlioğlu’nun yazıp sunduğu üç bölümlük Aşk-ı Memnu Efsanesi, bu soruyu cevaplamak için bizleri 120 yılı aşan bir yolculuğa çıkarırken masumiyetin güneşiyle aydınlanan Ziyagil Yalısına acımasız bir ışık tutma görevini zevkle üstleniyor.

Bölümlerden birincisi “Bu Efsane Bizim!” ile Deniz, daha analizinin başında, haliyle kimseyi ikna etmeye lüzum görmeden -başlığın yanına koyduğu ünlem detayıyla bile- 2008’de yeniden yorumlanan Aşk-ı Memnu efsanesine sahip çıkma ihtiyacımızı, sanki yüzümüze bağırıyor. Kanalın isminin aksine Deniz, o kadar büyük bir hızla insanı şok eden detayları bir araya getiriyor ki, acaba ben ne izlediğimin kesinlikle farkında olmayarak mı sevdim şüphesi bir yana, şu anda izlediğim analiz acaba içeriğin kendisinden daha mı iyi diye oradan oraya savrulmamıza sebep oluyor.

İkinci bölümde ise Halit Ziya’nın, -120 yıl geçti diye unutacak halimiz yok- Firdevs ile derdinin tam adını koymak ve 2008’de dönüştüğü haline yani kendi deyimiyle “erkek egemen ageist bir ahaliye” bir tokat olabilecek divamız Firdevs’in hakkını teslim ediyor ve “Bir ikon doğuyor: Firdevs Yöreoğlu” bölümünü yapıyor.

Üçüncü ve son bölüm “Ziyagillerin Mutlu Yuvası” ile ise bu sefer acımasız bir ışık tutma zevkini yalıdaki diğer tüm karakterler için üstleniyor ve yalıyı “tutku ve bireysel kurtuluş” peşindeki Bihter ve Firdevs ile “aile ve sadakat” peşindeki Ziyagiller ve aşağıdakiler üzerinden ortadan ikiye bölüyor.

 

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.