Gülçin Aksoy, 2014 yılında, Depo’da kapsamlı bir kişisel sergi yapmıştı. “Duble Hikâye” isimli bu sergide videodan yerleştirmeye ve dokuma/halılara, fotoğraftan performansa çok çeşitli malzeme ve teknikle, özgeçmişinden kişiler ve mekânlardan yola çıkarak ülkenin yakın geçmişini, dünün bugünün iktidar mekanizmalarını ve “norm”larını irdeliyordu.
Aksoy’un o tarihten sonra İstanbul’da gerçekleştirdiği ilk kişisel sergisi, iki ayrı mekâna yayılmış bir sergi ya da iki ayrı mekândaki iki büyük yerleştirme. Mısır Apartmanı Zilberman proje alanındaki “A” ve sanatçının Perşembe Pazarı’ndaki stüdyosunda “Sevdiğim Aile Mezarlığı”, 11 Kasım – 30 Aralık 2017 tarihleri arasında ziyaret edilebilir. Aksoy bu kez daha az otobiyografik bir yaklaşımla, yine gündelik hayatın ve dilin içine yerleşmiş ve belki fark edilemeyecek kadar sıradan ya da ince kodları ele alıyor.
Ahu Antmen, “Duble Hikâye”nin sergi kitapçığı için yazdığı metinde, sanatçının kategorize edilmesi güç pratiğini belirgin izlekler üzerinden takip ediyor, hem Türkiye güncel sanatındaki belirli bir kuşaktan kadın sanatçılar ve onların üretme biçimleriyle ilişkilendirerek hem de sanatçı ve eğitimci kimlikleri arasındaki verimli geçirgenliğe işaret ederek anlatıyordu: Gülçin için sanatsal ifade, “insan kendi kendine sorduğu soruları, kendi içindeki yeni potansiyelleri ezmeye başladığında yine iktidar mekanizmalarının devreye girdiğinin bilinciyle, kullanılan malzeme ya da yöntemin ya da belli biçimsel yönelimlerin her defasında yıkıma uğratıldığı, daha deneysel ve aslında çok daha içsel bir temelde kuruluyor.”
Gülçin Aksoy ile Zilberman’da ve Perşembe Pazarı’nda bir sergi turu yaptıktan sonra, serginin etrafında şekillendiği kavramlar ve figürler üzerine sorularımızı yönelttik kendisine:
Zilberman’da hem girişte siyah bir zeminde hem de içeride iki parça perde gibi asılmış uzun bir kumaş üzerinde kollarını kavuşturup poz veren kadınların fotoğraflarında bize geçen şey bir tür meydan okuma gibi. Kadınların yaşlanması ve özgüven sahibi olmaları arasındaki bağ üzerine düşündürüyor bu poz. Kadınlara bu özgüveni veren ne sence?
Evet belki de meydan okuma. İktidar sahibi bir kadın gibi. Kollarını bağlayıp bir de tepeden bakarsan hissiyatı tamamlamış oluyorsun. İlk karşılaşmada bu duruşun eril vurguya gönderme yaptığı hatta onu tekrar ettiği düşünülebilir ki doğrudur da. Fakat iş, bir tek bu duruştan oluşmuyor, devamını görmek, açılmasına izin vermek gerek. Sözünü ettiğin duruş, ilişkiler bütününün içindeki bileşenlerden biri yalnızca. Nedense, daha birçok şey olmasına rağmen, bu duruş üzerinden sergi okuması yapılıyor. O zaman kendimize de şu soruyu sormamız gerekmiyor mu? Neden eril olanı görmeye ve her şeye yapıştırmaya bu denli meyilliyiz?
Kadınlar sözünü ettiğin pozda iki duvara simetrik yerleştirilmişler. Aynı zamanda kendilerine dönükler ve kendilerini tamamlıyorlar. Hatta arada uzun bir yol var. Her ne kadar bir sosyal çevreye dâhil olsalar da her biri kendi hayatı ile yüzleşiyor. Böylelikle karşı durdukları veya birleştikleri şeyin yine kendileri olduklarını düşünüyorum. Bu duruş altını çizmek istediğim, yani göz hizası bakmak ya da göz hizasında ayrımsız bir yerde durmak isteği ile çelişiyor gibi görünüyor. Oysa yapmaya çalıştığım şey, çok da bilindik sınıflandırmaların içerisinden başka yollar açılabileceği gerçeğinin göz ardı edilmemesi. Türkiye coğrafyasında yaşıyor olmak ise bu kadınların ortak noktası. İktidarın dilinden kendimizi sıyırmamız zaman alacak gibi görünse de bu dilde deliklerin çoktan açıldığını, her biri farklı yerde duran kadınlara bakarak anlayabiliyorum.
Bu coğrafyada yaşayan bir kadın olarak kadının daha sağlam yere bastığı dönemin yaşlanmaya denk geldiğini düşünüyorum. Bir nebze de olsa ekonomik özgürlüğe kavuşmak, emekli maaşına söz geçirmek, evlat, aile, çocuk, koca gibi bağlarla ilişkinin hizmet sektöründen biraz daha sevgi sektörüne taşınması, kadının kendisine yüklenen görevlerden biraz daha kurtulduğu döneme denk geliyor. Erkek için emeklilik çoğunlukla bitişi temsil ederken birçok kadın için yaşama yeniden başlamak gibi oluyor. Elbette her şey bedene bağlanıyor. Temelinde doğurganlığı yitirmek, eril sistemin taşıyıcılık sınıfından çıkarıyor kadını. Yaşlı vücut sistemin dışarı attığı vücuttur. Yaşlının iktidarı ise daha çok akıl ve paradan geçer. Genç bedenin, aklın kontrolü iktidarın bekası için temel oluşturur.
Yaşlanan kadın iktidardan pay alma hakkına sahip olur desem mi bilemedim.
Pek uzunca bir açıklama olmakla birlikte dahası da var. Sanırım muktedir olanın bu yaştan sonra sizinle pek işi kalmıyor ve kadını rahat bırakıyor. Artık onun gücü diğerinin güçsüzlüğüne dayanak oluyor, yani erkeğin güçsüzlüğüne. Doğrusu kadın da pek umursamıyor bunu. Elinden geleni yapmış olmanın rahatlığı ile şimdisini yaşıyor.
Batılı fallus merkezli bakışta kadın doğa ile, erkek kültür ile özdeşleştirilir. Kadının doğa ile özdeşleştirilmesinin nedeni de doğurganlığıdır. Kadınların doğurganlıktan ve toplum gözünde bir nevi cinsel özne oluştan kurtulunca rahatlaması, güçlenmesi bu bakışı teyit mi ediyor acaba?
Bu bakış açısından bakınca evet ne yazık ki diyesim var. Kültürün erkek akla, doğurganlığın ise yalnızca taşıyıcı olarak kadın bedenine yapıştırılması, bugün doğaya yapılan saygısızlık gibi kadın bedenine de yıllarca uygulanan o laneti gösteriyor. Elbette doğurganlığın lanet olduğunu söylemek istemiyorum. Bu ele alma edimini, aletin kullanım şeklini lanetliyorum. Dolayısı ile doğurganlıktan kurtuluş, (cinsellikten demeyeceğim) bu rahatlamayı, taşınan yükten kurtulmayı sağlıyor. Evet artık cinsel özne oluştan cinsiyetsiz olana geçiliyor. Abla ve abi olmaya. Abla kardeşliğinden belki biraz da abi saygınlığına.
Bu noktada cinsiyet hegemonyasından kadına bakmış oluyoruz aslında. “Cinsiyetin son buldu, şimdi sıra erkek oluşta” der gibi. Artık ellerini kavuşturup erkek gibi tepeden bakabilirsin. Eğer doğurganlığı kadın olmakla bağdaştırıyorsanız ne yazık ki yukarıdaki bakış açısını teyit ediyorsunuz demektir.
Oysa kendi çalıştığım resme baktığımda aklımda doğurganlığa dair hiçbir şey yok. Kadın olarak sınıflandırılan bir toplulukla karşı karşıyayım ve her ne yaşamışlarsa, doğurmuş veya doğurmamış, kendilerini nasıl konumluyorlarsa öyleler. Elbette kadın normunun dışında değiller. Yine de ancak ve ancak şimdi kendileri olabildiklerini söylüyorlar.
İlk okumada özellikle gösterdiğim o bilindik duruşa eklenen yaşamların simetri ve tekrar ile, karşılarında yer alan oynanmış dil kodları ile yani duvar halıları ile, bakışı teyit ettiklerini değil ötelediklerini düşünüyorum.
Yaş dediğimiz şeyin “kültürel”den çok “biyolojik” bir şey olarak görülmesi epey sorunlu. Farklı dönemlerde genç, orta yaşlı, yaşlı gibi kategorilerin hangi yaş dilimlerine denk geldiğinin değişmesi mesela biyolojik olduğu kadar kültürel de bir durum. Senin birlikte çalıştığın kadınlar kendilerini nasıl tanımlıyordu, bunun tartışması oldu mu hiç?
Aslında yaş tartışması neredeyse hiç geçmedi fakat sıklıkla “bundan sonra” diye başlayan cümlelerimiz oldu. Hemen herkes kendisini şimdi, şu zamanda daha iyi ifade ettiğini söylüyordu. Hatta çalışmaya devam ettiğim kadınlar hâlâ öyle söylüyorlar. Geçmişte onlara bahşedilmiş olanların hiç de onlara göre olmadığını, her zaman onlara sunulana göre yaşamış olduklarını söylüyorlardı ki bu hepimizin yaşadığı bir süreç. Elbette gençliğe sık sık gönderme yapıldı. Daha çok gençlikte yaşanan hissiyatlardan söz ediliyordu, “bilmiyordum”, “anlamamıştım” sözcükleri çok geçti. Kadınları belirleyen hemen her şeyin içerisinde her zaman başkası vardı. Değerler silsilesi hep başroldeydi. Anlaşılan, zevklere ve hazza öncelik tanımak için zamanın geçmesi, hormonlardan kurtulunması gerekmişti. Hepsi için diyemem ama kendi varlıklarının peşine düşmek hiçbir zaman öncelik olmamıştı. Hâlâ haftanın bir günü denk getirebilenlerle toplanıyoruz. Umarım çoğalarak devam eder.
Bir oturumda “erkek”, “koca”, “aile” kavramlarını dışarı alalım, konuşmalarımızın içinde bu sözcükler geçmesin kararı aldık. Gerçekten ilginç bir deneyim idi. İlk önce içinde “koca” lafı geçmeyen bir anlatım bulmak zorlayıcıydı. Derken bu zorluk biraz aşıldığında, herkes çok daha fazla kendinden ve kendi isteklerinden söz etmeye başladı. Sanırım o gün yaşadığımız diyalog katılan herkese iyi geldi. Eril olanı dışarı almak veya kendi içerisinde eritmeyi deneyimlemiş gibi olduk.
Bu pozları veren kadınlarla senin tanışıklığın nereden? Model-sanatçı ilişkisini sorguladığını, Halı Atölyesi’nde, öğrencilerinle de bunun üzerine düşünüp tartışmalar açtığınızı anlattığını hatırlıyorum. Bu kadınlar arasında ve seninle onlar arasında nasıl bir iletişim oluştu?
Hepsini tanıyorum. Elbette bu gruptaki kadınların her biri ile aynı ölçüde ilişki kuramadım, kimi ile daha yakın kimi ile daha mesafeli bir ilişkimiz oldu. Fotoğraf çektirmek istemeyen, işe dâhil olmak istemeyen de oldu. Kimisi ile kardeşlik bağım var. Daha başkaları ile devam edebilmeyi umuyorum.
İş, “Abla” ve “Aabi” halıları ile başlamıştı. Sonra etrafımın abla ve abilerle çevrili olduğunu düşündüm. Hamile iken herkesi hamile sanırsınız ya öyle. İlginiz neyse ona gözünüzü dikiyorsunuz. “Gelin fotoğrafınızı çekeyim” durumu değildi yani. Fikrimi paylaştım, kabul edenlerin fotosunu çektim. Çeşitli duruşlar denedik ama bu, konu dâhilinde herkesin onay verdiği duruştu. Başlangıçta belki de kadınlar, en azından beni tanıyanlar “haydi işin ucundan tutalım” diye başladılar, sonrasında iş, “beraberce halimize bir bakalım”a dönüştü. Şu an haftada bir gün gelebilenlerle atölyede toplanıp konuşuyoruz.
Evet bir de sanat hocalığım var. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Resim Bölümü’nde hocayım. Ressam ve modeli, her ne kadar benim atölyemi kapsamasa da hâlâ kurumun baştacı. Fotoğraf makinesinin deklanşörüne basan kişinin de ressam ve modelinden farkının olmadığı birçok durum var. Benim yaklaşımımda fotoğrafını çektiğim kadınlar modellerim değil, bu işi oluşturan kişilerdi. Karşındakini sadece model olarak görmek onun içini boşaltan bir şey. Benim içinse bir şeyin arka planı olmadan varlığa gelmesi mümkün değil. Yani ne yer ne içer? O postürü nasıl edinmiştir? Niye adı Nermin’dir? vs. Çalıştığım kadınların her biri kendi duruşlarına sahip çıkan kadınlar. O duruş her ise ona emek vermiş, barışmış insanlar. İşte bu yüzden işin adını “Kadriye, Kezban, Nedret, Ayşen, Gülsen, Sema, Dilek, Nermin, Alev, Nalan” koydum.
Birlikte çalışmak bu coğrafyada yaşayan bir kadın olarak, kendi bedenimi, arzularımı, alanımı anlamama, o kimliği delerek açımlamama neden oluyor. Ablalık ve abilik meselelerini ise umursamayacağım günler yakındır.
Yukarıda söz edilen, kumaş üzerinde baskı olan işle aynı odada “Aabi” ve “Abla” sözleri dokunmuş halılar var. Tamamen aynı ebatta, aynı şekilde dokunmuş, çerçevelenmiş iki pano. Türkiye’deki sosyalleşme kültüründe abilik “kurumunun” çok geniş yer kapladığını söylüyor Tanıl Bora, Birikim’in “Abilik” sayısında. “Kendini kanıtlamış erkekliğin sıfatlarından sayabiliriz onu” diyor. “Abilik, aile bağlarına ait bir mecaz olarak, eninde sonunda bir bağımlılık ilişkisi bir vesayet kilidi mi?” diye soruyor ve bir not olarak yanıtıyla beraber ekliyor: “Ablalık sadece dişil olanı mı bütün bunların?” Sen nasıl yorumluyorsun?
Kumaş üzerine basılmış kadın fotoğrafları, bakışımlı olarak yan yana iki duvarda asılı. Tam karşılarında yine simetrik olarak konumlanmış bu halılar var. Hem tek başlarına okunabilirler hem de tüm odanın parçasıdırlar. Abla ve Aabi halıları karşısındaki kadınlar ile işbirliği içindeler. Halılar, yukarıdan bakan ablalara göz hizasından bakıp durumu eşitlediler. İşte bu yüzden bir kez daha ve rahatlıkla patriyarkanın teyidinden uzaklara düştüğümü iddia edebilirim. Abla ve Aabi halıları dokunarak eklenerek aynı hizaya getirilmiş bir bakış sunuyorlar. Malum Türkçede dil açısından bakıldığında kadın ve erkek ayrımları yok. Nötr bir dil ve güzelliği de buradan geliyor. Dilin dünyayı biçimlediği düşünülür çoğu kez. Ben de zaman zaman bu düşünceye katılıyorum, hatta bugünlerde ne konuşuyorsam onu yaşıyormuşum gibi geliyor. Böyle bir dili konuşmakla nasıl oluyor da “abi”lik müessesesi bu denli önemli hâle geliyor, böylesine erkek bir topluluk oluşuyor? Bu dikey yapılanma dilin yapısı ile hiç uyuşmuyor. Derken hiyerarşik yapıyı “abla” ve “abi” gibi kelimelerle kuran ve içi bu şekilde doldurulmuş bir yaşam biçimi ile baş başa kalıyoruz. Elbette bu kelimelerin bir öncesi “Anne”, “baba” ve sonunda “Aile”dir. Yani abla ve abinin aile ile vesayet ilişkisi vardır. Hatta sanırım, abla olmaklık kadının taşıyıcılık pozisyonundaki en tuhaf sıfat. Yarı annedir, şefkatlidir, hoşgörülüdür, hanımdır vs. Hem ablalık kadını cinsel özneliğinden uzaklaştıran hatta koruyan bir sıfat. Abilik durumunda iş biraz daha üst mertebeye taşınıyor. Abinin sözü abladan daha ötede. Sözü dinlenen, dinlenmesi gereken. Derken abilerin de cinsel kimlikleri ötelenmiş durumda, yine de bıyıklılar çoğu kez. İki halıyı aynı boyutta, kendine özel, aynı teknikte dokumam ve göz hizasına yerleştirmem ve Abi sözcüğüne bir a daha eklemem durumu eşitlemek amacıylaydı. Kaldı ki çalıştığım kadın gurubunda ablalık veya abilik aynı yerdeydi. Aynı yerde olabilirler veya abla veya abinin önemli olmadığı bir yerdeler. Bu, eril olanla özdeşleşme isteği değil de kimlikleri tekrar okumak yöntemi ile içinin boşaldığı bir yere işaret ediyor bana göre. Her ne kadar, ataerkil bakış ancak yaşlanınca, doğurganlık ortadan kalkınca kadını erkeği aynı yere yerleştiriyor, beden tüm bu kodların yazılı yüzeyi gibi ele alınıyor olsa da kodlar mefhum muhaliflerini içlerinde barındırıyor, her zamanki gibi.
2013’te, Depo’da sergilediğin “Duble Hikâye”de, daha otobiyografik bir yerden ve tarihsel (12 Eylül ertesi) bir arka plana oturtarak ele alıyordun aile ilişkilerini. Bu sergide ise daha anonim ve sembolik bir temsil söz konusu gibi görünüyor. Perşembe Pazarı’ndaki atölyede sergilediğin yeşil koltukta AİLE kelimesi koltuk yüzeyi cımbızla tiftiklenerek ortaya çıkmış gibi. “Aile dışında hayat var!” sloganını akla getiriyor. Ev içine ait bir nesneye Aile kelimesini tiftikleyerek kazıdığında sanki o evin içinden Aile’yi atmak istiyor gibisin. Bu yarattığın oda, çepeçevre yerleştirdiğin siyah üzerine çizilmiş ağaç desenleriyle saklanılan/sığınılan, o hem yumuşak hem hoş kokulu iç mekân hakkında neler söyleyebilirsin?
“Duble Hikâye”, onar yıllık üç bölümde, toplumsal düzeyde bilindik aile düzeninin yıkımından bireyin manipülasyonuna kadar uzanıyordu. Bu kez her geçen gün altı çizilen, sınırları kesinleştirilmeye çalışılan devletin ailesi giriyor işin içine; aile bakanlığından tutun da aile mezarlığına kadar. Baba koltuğu olmaya aday bir koltuğun yıllarca babanın kıçını yerleştirdiği yerinden, kıçının izi çıkana kadar oturduğu yerden Aile çıkıyor. Bir koltuğa yolarak “Aile” yazmak, o koltuğu babanın kıçından aileye bağlamak tersinden bir vuruş gibi, ama öyle. Koltuktaki aileyi dışarı atmak, yükünden kurtulmak tabii. İçimizdeki aileyi dışarı alsak hepimiz rahatlayacağız.
Perşembe Pazarı’nda önce küçük bir alanda başlayan sonra hana yayılan bu işleri yapma sürecimde, bir duvarda abla ve abiler diğer duvarda ağaçlar yer alıyordu. Karşılıklı başlayan bu süreç, Zilberman’da sergilediğim “A” sergisine, Perşembe Pazarı’ndaki atölyemde sergilediğim “Sevdiğim Aile Mezarlığı”na dönüştü. İki yılı kapsayan bu süreçte, hatta iki yılı aşan bu süreçte, duvarlar arasında gidip geldim. Hatta mekân küçük olduğundan gidip gelemedim, aklım gidip geldi. Üzerine oturulan o koltuk, “Duble Hikâye” sergisi için konumladığım baba koltuğuydu ve benimle birlikte sürekli mekân değiştirdi. Derken atölyenin o köşesine sabitlendi. İçinden ailenin çıkması kaçınılmazdı bir bakıma.
İşe, bir ya da birkaç fikrin, hissiyatın peşinde, elimin, aklımın izinde başlamıştım. Biraz kaybolanın izinde. Varlıkla yokluk arasındaki aslında var olmayan o boşluğu inceden doldurmak isteğiyle. Sürekli fotoğraflarını çekip durduğum, hâlâ yerinde mi diye ara sıra kontrol ettiğim ağaçların izlerini çizdim, tersten çizdim. Diğer yanda ise kara tahtamsı uçuşan yazıları olan bir jest duvarım var.
Velhasıl Perşembe Pazarı’ndaki atölyeyi duvarlarına dair bir iş yapmak üzere tutup, sonunda mekâna dair bir veya birkaç iş yapıp, bir bölümünü dışarı çıkarıp eşzamanlı olarak sergiledim, sergiliyorum.