Bir taraftan derin bir yoksullaşma yaşarken gözlerimizi kapatıp varımız yoğumuzla, sonra da bizim olmayanla tüketmeye, tüketmeye, tüketmeye ve daha da yoksullaşmaya devam edelim istiyor. O istiyor istiyor da ben de çığlık atmak, öfkemle haykırmak, tekrar mutlu-umutlu ve sağlıklı olmak, yeni bir dünya tahayyülüne tutunmaya devam etmek istiyorum.
Ne zaman online alışveriş yapsam sepeti onaylayıp ödemeyi yaptıktan sonra “alışverişe devam et” diye buyurur bir gaip. Ya da sepete ekledikten sonra “sepetinizden esinlenerek öneriliyor” diye aldığım ürünlerin başka rengini, başka bedenlerini gösterir bana. Bunları gördüğümde içimden –ve bazen dışımdan evet– “neden abi neden, aldım işte daha neye devam edeyim” diye bağırdığım olur. Bu bazen sinirle bilgisayarı kapatıp söylenmeyle biter ama bazen de söylensem bile “bu ne ya bunu nasıl görmemişim”, “aa bu civikli topun az civiklisi de mi varmış hımmm” tuzağına dönüşür (bir buhran döneminde sabahın 7’sinde uyanıp 3D kalem aldığımı hatırlıyorum).
Mağazada alışveriş sonrası “başka bir arzunuz?”u duyarım ve bir an panikle “başka bir arzum mu var acaba, ya varsa, almayı unuttuğum bir şey mi var?” ile başlayan soru cümleleriyle selamlaşırım. “Hayır, yok başka bir arzum, bir kalıp sabun, dört mandal almak istiyordum ama şimdi sorduğunuz için kendimden emin olamıyorum ve anksiyete sınırlarında dolaşıyorum.”
Bu belki günlük hayatımızda o hasret kaldığımız incelikli cümlelerden biri gibi gelebilir ve bu kadar kelime kelime düşününce içinden çıkılmaz bir paranoyaya dönüşmüş gibi görünüyor ama dilin hayatımızı, düşünce sistemimizi, bizi şekillendirmede ne kadar önemli olduğunu biliyoruz. Tam da feminist hareketten biliyoruz mesela. Cinsiyetçi dil kullanımının toplumsal cinsiyet rollerini nasıl keskinleştirdiğini, ayrımcılığı nasıl derinleştirdiğini kendi hayatlarımızdan biliyoruz. Ya da tam tersi dildeki bir değişimin nasıl güçlendirici olabileceğini de biliyoruz. (Farklı açılardan tartışmalı olsa da “kadın kadının yurdudur” gibi.) “Başka bir arzunuz?” sorusu da nezaketle kaplanmış bir, “daha tüketmeyecek misin, bu kadar mıydı?” sorusu gibi ve sanki tek arzum tüketmek olabilirmiş gibi sürekli tüketim hâlinde olmayı öğütlüyor. Bu sözler veya online sitelerde gördüğüm “sepetimden esinlenerek yapılan öneriler” bir şekilde zihnimin gözlenemez evreninde dolaştıktan sonra kanımda geziniyor, ağzımdan girip burnumdan çıkıp kulağıma fısıldıyor: “Başka bir arzun yok muydu gerçekten? O ışıklı Noel şapkasını istemiyor muydun? Evet, neden almadım ki? Dur bi’ daha bakayım.”
Ya da gel buyur otur koltuğa, aç Netflix’i, maratona başla…
Dizi/film bittikten sonra ekranıma ve aynı zamanda mailime düşen bildirim: “Şehri Saran Dev Anakondaların Yolu”nu bitirdin şimdi “Şarknadonun Alamadığı İntikam İçin Dönen Dört Bacaklı Köpek”i izle!
Neden? Neden ya neden? Dört bacaklı köpeği izledikten sonra bitecek mi bu maraton? İzin verecek misin ihtiyaçlarımı gidereyim, ne bileyim yemek yiyeyim (hey Sezen bir taraftan kuryelerin canını hiçe saymak, mesailerini vermemek ve sendikalı işçilere düşmanlık etmekle meşgul olurken bir taraftan da sana özel indirim kuponu hazırladık, beş tane salata alırsan %20 indirim! Salataların yanına sufleyi de eklemeyi unutma. Haydi gelsene!), kediyle oynamak isteyeyim ama o benim yüzüme bakmasın, sevgilimle oturup iki laf edeyim, arkadaşlarımı arayıp ne kadar yoksul olduğumuzu konuşalım. (Oh wait, yoksa…)
Dışarıdaysan alışverişte ol, evdeysen yayında; bilgisayarını, telefonunu açtıysan hemen sepete ekle. Asla durma, dinlenme ya çalış ya tüket, hayata dönüp bakma, yoksulluğunu sorgulama, gelen zamları düşünüp isyan etme…
Hayır, dur ve nefes al…
“Durmak, diye düşündü. Dinlenmek… gerçekten dinlenmek.
Mutluluğun durabilmek, bir anlığına da olsa durabilmek olduğunu fark etti. Durmanın mümkün olmadığı yerde mutluluk da olmazdı.”[1]
Dört bir yandan uyaranlarla durmadan, ısrarla o “süslü” dünyaya itilirken sırtımı döndüğüm şey yoksulluğum oluyor aslında. %87 bin indirimli olduğu hâlde pahalı olan kazağı almam istenirken her ay en az yedi günümü rezerve eden reglimin eşlikçisi %18 KDV’li ped neden indirimli değil? Hayır ciddi soruyorum, neden gerçekten “indirimli” değil? Veya neden ihtiyacı olan herkes için ulaşılabilir değil?
Yarım yamalak ısındığım hâlde neden yüz milyonlarca fatura ödüyorum ben? Zar zor aldığım sebzelerle evde yemek yaptığım hâlde gelen elektrik, su faturasıyla birlikte maliyeti neden bir restorana vereceğim kadar yüksek?
Maaşım nerede? Bir dakika ya, ben o kazağı alamıyorum ki. Ben evden başka bir yere eğlenmeye, dinlenmeye gidemiyorum ki. Ben o çok ihtiyacım olan montu da alamıyorum, cebim delik dolaşmaya devam (gerçekten cebim delik).
Kapitalist sistem patriyarkayla birlikte beni diliyle, süsüyle, telkinleriyle, zorunluluklarıyla her yönden tüketime yönlendirirken diğer yandan kendi kendimi de tüketmemi istiyor. Bağımlı olmamı, bu sarmaldan çıkamamamı istiyor. Temel gıdayla, pedle, ısınma, barınma hakkımla aramdaki uçurumu derinleştirdiği yetmiyor –eğlenmeyi dahil edemiyorum bile, tek başıma “olma”, yaşama hakkımı da elimden alıyor. Partnerimle yaşarken evi ayırmak istesem, niyetlensem ya da zorunda kalsam ayıramam. Çünkü patriyarkanın beni yuhalamasına dirensem bile bu iktisadiyat ile tek başıma yaşayamam. Hele hayvan dostumu yanıma alıp hem ona hem kendime hiç bakamam – çünkü mama fiyatları…
Partiye hazır mıyız?
Pandemi bizim fiziksel olarak kapanmamızı gerektirirken bir yandan kendimizle, iyi duygularımızla mesafelere de yol açtı. Yolculuk kısıtlamaları, mümkün olduğu yerde evden çalışma, mümkün değilse de işten direkt eve gelme ve fiziksel olarak mesafeli olma hâli devam edip bizi kaygı, kapana kısılmışlık, tek başınalık hissiyle, hareket edemiyormuş gibi bırakırken kapitalizm bizi yine de dinamik olmaya, hareketliliğimizi sürdürmeye çağırıyor. Ama bu hareketlilik bizim değil; bu sistem ayaklarımızın, neşemizin, keyfimizin ya da öfkemizin hareketliliğini değil, tüketimin hareketliliğini korumamızı istiyor; duygularımızı tüketime hibe etmemizi, onun istediği şekilde tekrar satın almamızı istiyor.
Pandemide mekanların kapanması, müzik yasağı vs. derken eğlence mekanları kendi kendine ayakta kalmaya çalışırken alışveriş sitelerinde sürekli bir parti konsepti vardı. Ev odaklı alışverişe geçişin yanında parti kıyafetleri, parti malzemeleri, her şey rengarenk, pullu, payetli; partileyecek bir şey olmasa bile etkinlik bazlı kıyafetler, ayakkabılar, süsler, eşyalar gırlaydı, hâlâ öyle. Parti alışverişimizi yapalım ve parti, eğlence keyfini satın alalım, pullu payetli elbiselerimiz, parlak ceketimizle, ağzımızda dilli düdük koltuğa oturup TV, Netflix açalım istiyor bizden. Ve bunları maaşımız her gün erimiyormuşçasına, her gün yeni bir zamla uyanmıyormuşçasına, ısınamayan, barınamayan, gün geçtikçe güvencesizleşen, yaşamı sürdürecek temel faaliyetlere, şeylere dahi ulaşamayan, her gün kaygılarla boğuşan bizler değilmişçesine yapalım istiyor. Bir taraftan derin bir yoksullaşma yaşarken gözlerimizi kapatıp varımız yoğumuzla, sonra da bizim olmayanla tüketmeye, tüketmeye, tüketmeye ve daha da yoksullaşmaya devam edelim istiyor. O istiyor istiyor da ben de çığlık atmak, öfkemle haykırmak, tekrar mutlu-umutlu ve sağlıklı olmak, yeni bir dünya tahayyülüne tutunmaya devam etmek istiyorum.
Çıldıralım hep birlikte YE-TER!
Pandemide evlere kapandık, mesafeler koyduk, maske taktık; var olan ve pandemiyle daha da derinleşen krizin faturaları (gerçek anlamda da her ay kutularımıza düşerek yüreğimizi sıkıştıran faturalar) geliyor, yoksulluğumuz, güvencesizliğimiz artıyor ve biz, bu paranoya hâlindeki dünyada devam ediyoruz – dikkatli olmaya, kendimizin birbirimizin sağlığını gözetmeye; “bitsin artık bu çile” diye söylenmeye ama aynı zamanda iletişimi, dayanışmayı sürdürmenin farklı yollarını bulmaya; yoksullaşmaya, güvensiz-tekinsiz hayatlara mecbur bırakılmaya karşı isyan etmeye, çıldırmaya, “eeeh yeter be” demeye.
Evet var başka bir arzum– hesap kitap yapmadan gün geçirmek, sokaklarda arkama bakmadan güvenle yürümek, kaybolan yıllarımın hesabını sormak[2], yeni bir dünya tahayyülümle birlikte yaşadığımı hissetmek ve durmak, sadece durmak, nefes almak için yola devam edebilmek için durmak.
[1] Herbert, Frank (2015), Dune, İthaki, İstanbul.
[2] Yoksulluğa, güvencesizliğe karşı feminist isyanını büyüten, bana esin veren tüm feminist arkadaşlarıma teşekkürler <3