Yaşanan sosyal cinayetler bazen doğrudan kadının ölümü ile sonuçlanmıyor. Kadının bakmak zorunda kaldığı çocukların ölümüyle de sonuçlanabiliyor. Ve bundan da yine kadın sorumlu tutuluyor.
İnsanca yaşamak için insanca çalışmak istiyoruz. İnsanca çalışma koşullarının layık görülmediği işlerde çalışırken hastalanıyor, meslek hastalıklarına yakalanıyoruz. Yakalandığımız meslek hastalıkları “kayda geçmiyor”. Hastalıklarımızın sebebi ya “bilinemiyor” ya kadın olmamıza veyahut da işyeri dışındaki koşullara bağlanıyor. Yani çalışırken hastalandığımızda da suç biz kadınlarda oluyor.[1] 2016 yılında meslek hastalığı kayıtlarına bakıldığında 568 erkek işçinin meslek hastalığı kaydı olmasına rağmen sadece 29 kadının meslek hastalığı kaydının olması şaşırtıcı değil. Bu kayıtların tutulmasında/ tutulmamasında pek çok sorun var ancak kadınlarda meslek hastalığı kayıtlarının düşük çıkmasının asıl nedeni, kadın emeğinin kayıt dışı alanlarda ve küçük ölçekli işyerlerinde yoğunlaşması. Diğer taraftan kadın işçilerin erkek işçilere oranla çok daha fazla yüz yüze kaldıkları depresyon ve stres, meslek hastalıkları arasında yer almıyor bile.
Malum, kadın olduğumuz için genelde yok hükmünde sayılıyoruz zaten. Bazen doğduğumuzda nüfus kaydına geçirilmememiz ve ömrümüz boyunca kimliksiz yaşamamız; bazen ölümümüzün kayda geçirilmemesi; bazen erkek veya devlet şiddeti sonucu öldürüldüğümüzde ölümümüzün intihar diye kayda geçirilmesi veyahut failin meçhul kaydedilmesi; bazen traktör kasasında çalışmaya gittiğimiz tarla yolunda öldürüldüğümüzde iş cinayeti değil trafik kazası diye kayıtlara geçirilmemiz… Dirimizin hükmü yok, ölümümüzün bahanesi çok, gerçeğimizi ise gören yok desek yeridir.
“Kadının adı yok” denilen bir ülkede; yok sayıldığımız; erkek şiddeti, devlet şiddeti ve ekonomik şiddet sonucunda yok edildiğimiz bu sosyal cinayet düzeninde sözlerimizin, isimlerimizin, mücadelemizin kayda geçmesi için ufak bir gayrettir bu yazı.
Çalışmak istiyoruz, iş bulamıyoruz. İş bulamamak çaresizliğe dönüşüyor, bunalıma sürükleniyoruz. Sürüklendiğimiz intiharımız[2] gösteriş sayılıyor. Geçtiğimiz günlerde ataması yapılmayan öğretmenlerden biri olan Merve Çandar, intihar ederek yaşamına son verdi. Merve gibi pek çok genç kadın var umudunu kaybetmek üzere olan. Acaba sürekli “Ekonomimiz büyüyor, kriz mıriz yok, bizi kıskananlar var, biz süperiz, en büyük biziz” diyenler; Merve gibi işsizlik, geleceksizlik canavarı ile boğuşan milyonlarca işsizi, genci, kadını umursuyor mu? Haberlerde münferit vaka, kişisel cinnet, buhran olarak yer bulan ama sürekli yaşanan bu ölümleri ciddiye almamaya, iş isteyen insanları Sultanahmet güvercinlerine benzeterek görmezden gelmeye, küçümsemeye devam mı edecekler? Peki nereye kadar?
Ölümüne çalıştırılıyoruz, öldüğümüzde suç yine bizde oluyor. Satiye Gür’ü hatırlatmak isterim. Satiye Gür; Çerkezköy’de Basaş isimli strafor fabrikasında 14 Eylül 2013 tarihinde pres makinesinin kalıbı arasına sıkışarak hayatını kaybetmişti. Kazadan sonra fabrikada savcı ve bilirkişiler tarafından bir kısım incelemeler yapılmış ve kazanın yaşanmasında bu aşamada alınan bilirkişi raporunda işveren %40, Satiye Gür %60 kusurlu bulunmuştu. Avukat Sevgi Evren “Hazırlanan raporda işyeri ve işverenler o kadar güzellenmişti ki okuduğunuzda neredeyse Satiye Gür intihar etti diyebilirdiniz.” diyordu. Davayı takip eden BATİS’in ve avukatların mücadelesi sonucunda 2. Mahkeme raporuyla işverenin kusuru %90’a çıkmış, Satiye Gür’ün kusuru %10’a düşmüştü. Ve aynı mücadele sonunda patronlar yargılamaya dahil edilebilmişti. Satiye Gür, 12-16 saat çalıştırılan, çok düşük ücret verilen, iş ayakkabısı bile verilmediği için kendi terliği ile çalışmak durumunda bırakılan, iş güvenliği önlemlerinin yeterince alınmadığı bir ortamda göz göre göre katledilen kadınlardan yalnızca biri.
9 Eylül 2009 tarihinde yağan şiddetli yağmur nedeniyle yaşanan ve 31 kişinin yaşamını yitirmesine sebep olan sel baskını faciasını hatırlarsınız. İkitelli Basın Ekspres Yolu’nda Pameks Tekstil’in servis aracı olarak kullandığı kapalı tip panelvan araçla şirket önüne gelen yedi kadın işçi araçtan inememiş, boğularak ölmüştü. O zaman da kadınları “ayaklarının ıslanmasından şikayet etmeleri” nedeniyle ve kendi istekleriyle araca binmekle suçlayanlar çıkmıştı! Ama kimse (bir kısım emek ve kadın örgütü hariç) kadınlara neden düzgün, uygun bir servis imkanı sunulmadığını, kadınların çalışma koşullarının nasıl olduğunu, hatta kadın dostu olmayan kentsel tasarım, alt yapı, hizmetler gibi konuları tartışmamıştı.
2012 yılında kayıtlara “intihar” diye geçen bir kadının hikayesini de hatırlatmak isterim. Emine Akçay, Adana’nın Seyhan ilçesinde yaşayan 20’li yaşlarının başında, biri altı yaşında, diğeri altı aylık olan iki çocuğu olan bir kadındı. Tarım işçisi olarak çalıştığı işi doğum nedeniyle bırakmıştı. Evli olduğu kişinin bir yıldır işsiz olduğu ve uzun süredir eve uğramadığı, Emine’nin sekiz aydır kirasını ödeyemediği; olayın olduğu gün elindeki altı lirayla oduncudan odun aldığı, odunları bir türlü yakamadığı, saç kurutma makinesini açıp ısınmaları için büyük çocuğunun eline verdikten sonra yan odaya geçip hayatına son verdiği detayları ile yer almıştı o dönemki haberlerde. Haberlerin bir kısmı ölüme sebep olan dramatik yoksulluktan bahsederken bir kısmı ölüm nedeninin yoksulluktan değil kocası tarafından “kadına kalan mirasın yenilmesi” ve koca şiddeti olarak sunmuştu. CHP başkanı Kılıçdaroğlu’nun kullandığı “yoksulluk intiharı” ifadesine içerleyen karşıt düşünce sahipleri yoksulluk kısmını yalanlamak için düpedüz erkek şiddetini meşrulaştırdıklarının farkında değildi sanırım ya da bu zaten önemsedikleri bir konu değildi. Bazı sitelerde ise intihar hakkında bir Bulgar çetesi hikayesi ortaya atılarak -301 madencinin yaşamını yitirdiği Soma katliamında işletme avukatlarının “suikast” iddiası gibi- asılsız, gizemli, gerçeği çarpıtma niyeti taşıyan iddialar yer almıştı. Dönemin Adana Aile ve Sosyal Politikalar İl Müdürü, çocuklarla ilgileneceklerini söylemişti. Çünkü böyle durumlarda adettendir: Devletin sorumluluğunun gizlenmesi için öyle laflar söylemek icap eder…
Bu arada hiç kimse çocuklu genç bir kadının neden tek başına çaresiz bırakıldığı, Emine’ye o güne kadar ulaşması gereken sosyal yardımların neden ulaşmadığı, yoksulluğun nasıl gizlenebildiği, yeni doğum yapmış bir kadının sosyal, ekonomik ve psikolojik olarak neden desteklenemediği, bu tür mekanizmaların neden bulunmadığı veya işletilmediği, Emine’nin devletin sosyal yardımlarından haberinin olup olmadığı, psikolojik destek hizmeti alma hakkını bilip bilmediği, bilseydi o hizmeti alma şansının olup olmayacağı gibi konuları tartışmadı.
Didem Yaylalı’yı hatırlar mısınız bilmem? Hatırlayalım… Didem, Ankara Adliyesi’nde hakimlik stajı yapan 26 yaşında bir genç kadındı. 2 Temmuz 2013’te Fethiye’de tatil yapan Didem, otel odasında ölü bulunmuştu. HSYK, Didem’in disiplinsizlikten atıldığını bildirse de ailesi, arkadaşları, meslektaşları Didem’in yaşam tarzı nedeniyle psikolojik baskı gördüğünde hemfikirdi. Didem “muhafazakar meslek adamlarının” yıldırma politikaları ile yaşamından vazgeçmeye zorlanmıştı.
Yaşanan sosyal cinayetler bazen doğrudan kadının ölümü ile sonuçlanmıyor. Kadının bakmak zorunda kaldığı çocukların ölümüyle de sonuçlanabiliyor. Ve bundan da yine kadın sorumlu tutuluyor. Eğer bir çocuk açlıktan, soğuktan ölürse dikkat edin yapılan haberlere, o olayda hemen kadın suçlanıyor; kadının yaşadığı yoksulluğu görmek, hükümet politikalarını ve sosyal politikasızlığı eleştirmek yerine “vicdansız anne” suçlaması yapmak daha kolay çünkü. Yoksulluktan, bakımsızlıktan, soğuktan, yemek ve suya erişememekten, hastalıktan vb. gerçekleşen ölümler sadece Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının başına da gelmiyor üstelik; savaşlardan, çatışmalardan kaçarak Türkiye’ye sığınan kadınların ve bakmak zorunda bırakıldıkları çocukların da başına geliyor. Ve kimsenin bu sosyal travmalardan, ölümlerden haberi olmuyor…
Burada bir parantez açmak isterim: Geçtiğimiz hafta sonu Irak’tan, Afganistan’dan, Suriye’den, Afrika ülkelerinden kadınlarla bir atölye programında buluştum. Sorunlarını dinledim. Türkiye’de hem göçmen kadınların kurucu ve üye olması hem de göç ve göçmenlik alanında ilk kadın örgütü olması açısından ilki başaran Uluslararası Göçmen Kadınlar Dayanışma Derneği’nin bizleri bir araya getiren çalışmaları, Türkiyeli kadınlarla göçmen, mülteci, sığınmacı kadınların birlikte hak mücadelesi vermesi, politika yapma konusunda umut verdi…
Barış istemenin suç olarak kabul edildiği bir dönemden geçiyoruz. Ayşe öğretmen bir televizyon programına telefonla bağlanarak “çocuklar ölmesin” dediği için terör örgütü propagandası yapmakla suçlandı ve bir yıl üç ay hapis cezasına çarptırılarak henüz birkaç aylık olan bebeğiyle cezaevine girdi. Bir bebek, annesi barış istediği için annesiyle birlikte cezalandırılmış oldu adeta.
OHAL KHK’larıyla pek çok akademisyen, kamu görevlisi işinden atıldı, atılıyor. Bu hepimizin bildiği üzere basit bir işsiz bırakma hali değil; bunun tüm sosyal, siyasal, ekonomik hakların elden alınarak insanların sivil ölü haline getirilmeye çalışıldığı bir süreç olduğu malum. Ek olarak, taşerona kadro vaatleri de pek çok çalışanın işsiz bırakılmasıyla sonuçlanıyor. İktidar ile aynı düşünceyi paylaşmayan herkes “potansiyel suçlu” olarak görülüyor ve güvenlik soruşturmalarından geçirilmiyor. Şüphesiz diğer ezme ve sömürülme biçimleriyle birlikte düşünüldüğünde de burada en fazla mağdur edilenler yine kadınlar.
Cinsiyetçi işbölümü yüzünden evde, çalışma hayatında ve kamusal alanda kadınların pek çok sosyal hakkı sürekli budanıyor ve yok ediliyor. Buna ekonomik kriz, savaş hali, kutuplaştırıcı ve düşmanlaştırıcı politikalar ve söylemler eklendikçe kadınların içinde bulundukları durum daha da zorlaşıyor.
Sermayeye ucuz emek sağlama stratejisi bağlamında kadınlara “aile yaşamını koruma/ aile ve iş yaşamını uyumlulaştırma” söylemleriyle yarı zamanlı, güvencesiz, niteliksiz, düşük ücretli işler adres gösterilmeye devam ediyor. Kadınlar erkeklere göre daha vasıfsız, düşük ücretli, kötü çalışma koşullarının olduğu, örgütlenme fırsatını bulamayacakları, güvencesiz işlere yönlendiriliyor. Gizlenen ekonomik kriz ilerleyen zamanlarda saklanamayan patlaklar vermeye başladığında ilk işten çıkarılacak olanların kadınlar olduğunu -tecrübeyle sabit- biliyoruz.
Erkek-devlet şiddetine, yoksulluğa-işsizliğe, sosyal cinayet düzenine karşı kamusal, nitelikli, ücretsiz, eşit eğitim, sağlık, barınma, yeterli ve güvenli gıdaya erişim gibi sosyal haklarımızı savunmak; çalışma hakkını, eş değerde işe eş değerde ücreti, dışarıda ücretli bir işte çalışsın veya çalışmasın tüm kadınlar için emeklilik hakkını, kadınların güvenli ve güvenceli iş talebini savunmak; demokratik haklara sahip çıkmak; eşitlik, özgürlük, laiklik, adalet taleplerinde ısrarcı olmak, feminist isyanı büyütmek olağanüstü halin devam ettiği bir dönemde ve seçimler sürecinde hepimiz için hiç olmadığı kadar çok elzem belki de.
[1] http://www.gidais.com/isci-sagligi-ve-is-guvenligi-alaninin-gorunmeyenleri-kadin-isciler-isig-meclisi/
[2] Şubat 2016’da; TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda 2016 yılı eğitim bütçeleri görüşüldü. Bakan Avcı daha sonra milletvekillerinin sorularını cevapladı. CHP Tokat Milletvekili Kadim Durmaz, “Bugüne kadar yaklaşık 42 öğretmen atanamadığı için bunalım sonucu intihar etti” diye konuştu. Avcı’nın yanıtı tutanaklara şöyle yansıdı: “Arkadaşlarımızdan bir hekim olarak bilgilendirmesini rica ettim. Bunu bile söyleyip söylememekte tereddüt ediyorum, ‘gösterişçi intihar eylemi’ diye sendromdan bahsediliyor. Niyeti olmadığı halde etrafında ilgi uyandırmak veya ilgi çekmek, isteklerinin yerine gelmesini sağlamak amaçlı.” dedi.