Financial Times Haftasonu Magazini, uzun zamandır Marina Abramović’in eserlerinin hayranı olan ve toplumdan elini eteğini çekmiş İtalyan roman yazarı Elena Ferrante’yi, Abramović’in Londra’daki yeni sergisi vesilesiyle performans sanatçısıyla sanat, yazarlık ve daha fazlası hakkında konuşmaya davet etti. Ferrante, gizliliğini özenle koruyor, bu nedenle konuşma bir dizi e-mail aracılığıyla gerçekleşti ve sonuçlar da aşağıda ilk defa yayınlanmakta.
Elena’dan Marina’ya
Genellikle bir tartışmada farklılıkları vurgulama eğilimindeyim. Bizim durumumuzda en bariz fark şudur: ben, 30 yıldan fazla bir süredir, sadece yazılarımla görünmeye karar verdim; sizse 50 yıldır kendinizi tüm bedeniniz, kişiliğinizle, cesurca sahnenin merkezine koyuyorsunuz. Ve yine de, “The Artist Is Present” isimli olağanüstü performansınız üzerine düşünmeye başladığımdan beri, yarattığınız beden ve eser arasındaki uyum, kendimi yayınlanmış bir kitaptan ayırmamdan çok da uzak değilmiş gibi geldi bana.
Ama bunu ne anlamda söylediğimi açıklamak istiyorum. “The Artist Is Present”da, hatta başka yerlerde olduğundan daha güçlü bir şekilde, Marina Abramović’i -sanatçıyı- eserin kendisi yapıyorsunuz. Ve bana göre eseri böylece, özenle oluşturulmuş bir metnin okuyucuya sunulma biçiminden farklı olmayan şekilde halka kafa yorması için sunuyorsunuz. Yani beden de birçok tecrübesiyle, taş, tahta, kağıt ve mürekkep kadar bir hammadde. Önemli olansa o malzemenin nasıl şiirsel olarak işlendiği, onu nasıl icat ettiğimiz ve nasıl onun yazarı haline geldiğimiz. Gerisi büyüklük, pazarlama, başarı, şöhret endüstrisi, biyografik ve otobiyografik detaydır: tamamen alakasız olmayan ve tadını çıkarabileceğimiz veya sizi temin ederim ki bir öz-denetimle vazgeçmenin kolay olmadığı şeyler.
Marina’dan Elena’ya
Aramızdaki tek fark şu ki, ben bir tartışmada ve bir eserimde genellikle, insanları birleştiren ve birbirleriyle ilişki kurmalarını sağlayan unsurlar bulmayı gerçekten seviyorum. Walk Through Walls isimli anı yazısını yazdığımda, yazma ve uzun süreli performans arasında benzerlikler olduğunu gördüm. Her iki uygulama da şeylere merakla ve tüm kalbimizle bakmaya istekli olduğumuz sürece, düzenlemeye açık olmayı gerektiriyor.
Örneğin, “The Artist is Present” sırasında, beni ve karşımda oturan kişiyi ayıran masanın aslında ben ve o kişi arasındaki enerji akışını engellediğini fark ettim. O enerji öyle sözsüz iletişim kurarken benim için çok önemli, bu yüzden üç aylık performans sırasında daha önemli bir oluşum için masadan kurtulmaya karar verdim.
“The Artist is Present” başlığının kendisi, performans sanatının ana yönlerinden birini özetliyor: sanatçının huzurunda şimdi ve burada olan bir şey. Öte yandan, MoMA’daki performansımdan sonra halkın sadece bir seyirci olmaktan çok daha büyük bir rolü olduğunu giderek daha fazla anlıyorum.
Uygulamamdaki ardıl çabalar halkın katılımına yönelik. Performansı yarıda kesemesem de, kesinlikle kendi yolcuğunu yapabileceği şekilde seyirciyi buna karıştırmanın bir yolunu buldum.
Ama haklısınız, yine de eserimin merkezinde olan hep benim. Kendimden başlamalıyım çünkü en iyi bildiğim şey kendim. Bedenim, evrenim ve her şeyin başlangıcı.
Performans sanatı, tıpkı yazdıklarınız ve gözlerden uzak olma kararı almanız gibi cesur seçimler yaparsanız radikal olabilir. Nedenini sorabilir miyim?
Elena’dan Marina’ya
Genç bir kadın olarak kendimi çözülemeyen bir kördüğüm gibi hissettim. Ve her şeyden utandım, özellikle de yazmak istediğim için. Yazmak bana sanki dünyayı içimde barındırıyormuşcasına onurlu bir eylem gibi geldi. Ama benim tutkum güçlüydü ve kendimi yazamadığım zamanlarda ürkek bir insan olarak toplumdan ayırarak hayatıma devam etmek için eğittim. Bu ayrılık ne kadar keskin olursa, kendimi o kadar özgür hissettim.
Başarının karmaşıklaştırdığı şeyler az değil. Bana yakın olan insanlar bu konuyla ilgili şunları söyledi: “Tadını çıkar; keyif almıyorsan neden yazıyorsun?” Kendi üzerimde daha fazla çalışmam gerekiyordu. Meraklıydım, ünlülerin görüntüsü aklımı çeldi, ama sonunda, yazanın, gerekli enerjiyle sınırların dışına çıkabilen gerçek bedenim olduğuna dair inancımı pekiştirdi. Yazan benliğim orada. Gerisi sadece özel hayatımda anlamlı görünüyor. Kendimi sergileyecek olsaydım, bir karakter, yazının kurgusunu da belirleyecek bir kamusal kurgu olurdum.
Bu ayrılığı bilip bilmediğinizi sormak istiyorum? Kendinizde sergilemediğiniz bir yer var mı ve varsa bu, bazen performansınızla anlamlandırdığınız kısımdan daha canlı ve daha mutlu görünüyor mu? Size bir sürü sorum var. Kadının sanatta kendine ait güçlü bir geleneği yok. Üçüncü bir unsura hayat vermek için dişiyi erille birleştirmeye çalıştınız -Ulay’la ortak çalışmalarınızdan bahsediyorum- ve başarısızlığı ilan etmek zorunda kaldınız. Kadın ve erkek arasındaki karşılaşma-çatışmada hâlâ tarihsel olarak belirlenmiş oldukları için kaçınılmaz bir şiddet var mı? Yaratıcılığımız sadece mutlak bağlılık ve örneğin, çocuksuz olmak gibi yalnızlıkla ortaya çıkabilir mi? Ve insanın kendini tümüyle sanatına adaması, tüm hayatını işine adaması, bir tür israf ve geçicilik üretmez mi?
Marina’dan Elena’ya
Biliyor musunuz bir keresinde benden kendi seçtiğim bir çocuk kitabını sergilemem istenmişti ve ben de hiç düşünmeden Çirkin Ördek Yavrusu’nu seçtim. Küçük bir çocuk ve büyüyen bir ergen olarak, hikayeyle özdeşleştiğimi hissettim. Çünkü ben de çirkin ördek yavrusuydum. Küçüklüğümden beri kendimi hep dışlanmış gibi hissettim. Bu nedenle, gençlik yıllarım son derece tuhaf ve mutsuzdu. Sıska bacaklarım, ortopedik ayakkabılarım ve çirkin gözlüklerim vardı. Annem saçımı kulağımın üstüne kadar kestirdi ve sonra da bir toka ile tutturup, bana kalın yün elbiseler giydirdi. Ve katlanılamayacak kadar büyük burunlu, bebeksi bir yüzüm vardı. Okulun en çirkin çocuğu olduğumu düşünüyordum.
Kendimi ifade etmek için performans ortamını bulduğumda, her şey değişti. İlk performansım için halkın önüne çıktığım an, sanki bir yumurtadan çıkıyormuşum gibi aniden bir dönüşüm yaşadım. Şüphelerimi ve düşük özgüvenimi geride bırakıp yüksek benliğimi (üst benlik) keşfettim. Performansımı sergilediğim zaman, kendimi güzel, ışıl ışıl ve güçlü hissediyorum. Her şey mümkün ve dünyam ışıldıyor.
Benim durumumda, kamusal ve özel hayat arasındaki ayrımın her zaman bulanık çizgilerinin olmasının nedeni de bu. Bir performans sanatçısı olarak, halkın ilgisi ve enerjisine ihtiyacım var ve bunun için de sanatımı, seyircinin kendi korkularım, kırılganlıklarım ve acılarımla bağ kurabileceği bir şekilde sahnelemeyi başarmalıyım. Elbette insanların hakkımda bilmediği şeyler var ama buna rağmen kendimi sergilemediğim bir yanım olduğunu sanmıyorum. Bunlardan biri, komik olabilmem. Arkadaşlarımla vakit geçirmeyi seviyorum, birbirimize politik olarak doğru olmayan fıkralar anlatıyoruz. Bazen insanlar benimle ilgili, sert performanslarıma yansıyan bir imaja sahip olur. Durum kesinlikle böyle değil.
Gel gelelim bu, işim için yeterince fedakarlık yapmadığım anlamına gelmez. Bahsettiğiniz gibi, doğum benim için bir seçenek değildi, çünkü tüm dikkatimi performansa vermeyi seçmiştim. Çoğu durumda, hayatımdaki profesyonel seçimlerim, Ulay da dahil erkeklerle aramda bir mesafe yarattı. Performanslarımızda iç içe geçen enerjinin yoğunluğu egolarımızın en baskın olduğu noktada özel hayatımızdaki farklılıklar kadar güçlü olabilir.
Eril ve dişil olmak üzere iki dünyanın çatışmasının bir sonucu olarak bahsettiğiniz şiddetin, sanatçılardan ziyade insan olarak doğamızla daha çok ilgisi olduğunu düşünüyorum. Genel olarak, hayatımda yalnızlığı çok sık deneyimledim. Yanılıyorsam beni düzeltin ama sanırım siz de yaşadınız. Gerçekten de yalnızlıkla ilgili ne düşünüyorsunuz? Hayatınızı ürkek bir insan olarak sürdürmek için eğitim aldığınızı söylüyorsunuz. Bu, yalnızlığı hayatınızın bir parçası haline getirmeyi gerektiriyor mu?
Elena’dan Marina’ya
Çok yalnızdım; ilerleyen zamanlarda yoğun bir hayatım oldu ama bugün hâlâ bana ihtiyaç duyan çok fazla insan yok ve ben de zamanımı yazarak geçiriyorum. Ayrıca yazmak, kafanız çok fazla insanla, çok fazla ses ve şeyle dolu olsa bile mutlak ve tehlikeli bir yalnızlık içinde yapılan bir iş. Ayrıca, halk her zaman bütün işler bittiğinde sahneye girer. Okuyucularla karşılaşmamayı, edebiyatla uğraşmamayı veya edebiyat dünyasının bir parçası olmamayı seçtiğimden beri, kitapların kendi başlarına yeterli olması gerektiğine dair gitgide polemiğe daha açık bir kanaatle, işte burada mutlak diyebileceğim bir yalnızlık içindeyim.
Bu yüzden, kamuda icat edilen ve halkla birlikte gerçekleştirilen yaratıcılığınız her zaman ilgimi çekmiştir. Sanatçı olduğunuzu gururla söylemenizin beni özellikle etkilediğini belirtmeliyim. “Yazar” terimi bana aşırı geldiğinden hiçbir zaman aynı gururla kullanmadım. Yine de, yaratıcı süreç iyi gittiğinde, aynı derecede sürükleyici oluyor, cesurca içine daldığın, kendini kaybetme riskiyle aynı çabada kendini yeniden bulma anlamına geliyor. Neden sanatçıyı sınır tanımayan, hatta sanat için ölümü bile göze alabilen özel biri olarak görüyorsunuz?
Ayrıca sanatçıyı erkek ya da kadın özgüllüğünden çıkarmanız beni büyüledi. Dışlanma veya kadın pazarına düşme korkusuyla hayatımızın her alanında kendimizi tabi kılmamızı isteyen estetik kanonları erkeklerin belirlediği, hâlâ erkek egemen bir dünyada yaşıyoruz. Sanatçı olsun veya olmasın, kendimizi özgürce ifade etme, yani güçlü ve olağanüstü erkek geleneğinin kafesinden kaçma ihtimalinden hâlâ çok uzak olduğumuzu düşünmüyorsunuz değil mi?
Marina’dan Elena’ya
Farklılıklarımıza çok hayran olduğumu söylemeliyim ve eğer tanışma şansımız olsaydı birbirimizden çok şey öğreneceğimizi hissediyorum.
Çoğu durumda, bir sanatçının eserinin kendi kendine yeterli olduğuna inanmıyorum. Bir sanat eseri çok katmanlı anlamlara sahip olabilir ve sanatçılar olarak elimizden geldiğince eser ve halkın eseri algılayış biçimi arasındaki boşluğu daima kapatmaya çalışmalıyız. Bunun iddialı gelebileceğini biliyorum ama ben her zaman sanatçının toplumun kölesi olduğunu düşündüm. Yaratıcılık yeteneğiniz varsa bunu paylaşmak zorundasınız çünkü bu sadece size ait değil. Ayrıca yaratıcılık erkek veya kadın özgüllüğünden çıkarılmalıdır. Bana göre sadece iki çeşit sanat var: iyi sanat ve kötü sanat.
Erkek egemen dünya hepimizin katkıda bulunduğu bir yapı. Geçen ay, Pitt Rivers Müzesi işbirliğinde Oxford Modern’de (Modern Art Oxford) misafir sanatçıydım. Bu süre zarfında, anaerkil kültürlerin açıkça egemen olduğu çok çeşitli eserlere erişme şansım oldu. Kadınların bedenlerinde hayat yarattıklarına dair tartışılmaz gerçeğe dayanarak, tüm gücün onlarda olduğu ritüeller ve törenler vardı.
Belki herkes bilmiyor ama dünya savaşlarında, Karadağ ve Arnavutluk’tan kadınlar, kocalarını savaşta kaybettikten sonra mücadelelerini bir adım öteye taşıyarak erkek kıyafetleri giyip, silah kullandı ve regllerini durdurup sakal bırakarak kendilerini erkek olma noktasına getirdiler. Tek söylemek istediğim, erkeklerin bu kadar güçlü olmasında bizim de payımızın olduğu.
Çağımızın önde gelen kadın sanatçılarından biri olan Louise Bourgeois örneğini vermekten hiç usanmadım. Louise, sanatına ve kariyerine ancak kocasının ölümünden sonra odaklanmaya başlamış. Farkına bile varmıyoruz ama kendimiz ve toplumumuz için çok fazla üst yapı yaratıyoruz. Ve onları değiştirebilecek olan sadece biziz. Hepimiz kendi eşsiz yolumuzda birer savaşçı olabiliriz.
Elena’dan Marina’ya
Bence de umarım bir gün birbirimizle yüz yüze konuşma fırsatımız olur. Sizin savaşçı ruhunuzu seviyorum. Zaten öyle bir mücadele etmeliyiz ki bir daha hiçbir kadın yaratıcılığını keşfetmesi için kocasının ölmesini beklemek zorunda kalmasın. Ne erkeklerin yerine geçmek ne de onlar gibi davranmak için her fırsatı değerlendirmemiz gerektiği fikrine aklım yatmadı. Aksine, bu gezegende görülen en büyük, en uzun ve en aptalca israfın sona ermesi için mücadele etmeliyiz: kadın zekası ve yaratıcılığının ziyan edilmesi. Ancak o zaman eserlerin kalitesine bakabiliriz. Sizinkiler olağanüstü bir biçimde yaratıcı ve bende yazma isteği uyandırıyorlar.
Bunu sadece örnek vermek için söylüyorum. Birkaç on yıldır, 1974’te Napoli’deki Stüdyo Morra’da sergilediğiniz bir performansı merkezine alan bir roman üzerinde çalışıyordum. Şimdiye kadar hiçbir çözüme ulaşmadan biriktirdiğim taslaklarla sizi sıkmak istemiyorum ama şunu söylemeliyim ki, bu konuda beni her zaman korkutan ve engelleyen bir şeyler vardı. Size sadece bunun yaşlı bir adam tarafından o galeriye ve izleyicilerinize sürüklenen genç bir Napolili kadının hikayesi olması gerektiğini söyleyeceğim. Ayrıca kontrol altına alınmış bir alanda itiş kakış içinde ve ardından gelen peki şimdi ne olacak sorusu, ki bunu burada performanslarınızın diğerlerinden daha fazla düşünüldüğü gerçeğinin altını çizmek için söylüyorum. Bunu, potansiyel olarak hikaye tarzındaki durumların toplam farkındalığıyla mı icat ediyorsunuz?
Marina’dan Elena’ya
Performans sanatının çok önemli bir yönünü ve eserimi yarattığım oldukça kişisel olan süreci gündeme getiriyorsunuz. Performans, bana yalnızca bir sanatçı olarak sürdürebileceğim çok az sayıda belirli bir mekanda ve zaman diliminde belirgin kurallar koyma fırsatı veren bir araç. Bir insan olarak normalde, performansımı sergilerken sahip olduğum aynı dayanıklılığa ve cesarete sahip değilim.
Almodóvar’ın ilk filmlerinden birinden alıntı yapmak gerekirse: “Ben sadece insanım ve aslında çok kusurluyum.” Benim güvendiğim şey halkın enerjisi. Çünkü benim için bu, performansımı gerçekleştirmek için ihtiyacım olan ekstra yardımı temsil ediyor.
Yeni bir performatif eser fikrim olduğunda, olası hikaye tarzı durumlarını hiç düşünmüyorum. Bunların ortaya çıkması için işlemler dizisi ve belirlenmiş bir zaman var. O arada olan her şey eserin ve dolayısıyla da eserin anlatısının bir parçası haline geliyor. Bunların hiçbiri planlı değil ve bu da benim uygulamamla ilgili bir başka önemli yönü ortaya çıkarıyor: Performanslarımı prova etmiyorum. Hayatın ve enerjinin içinden geçmesine izin veriyorum ve bununla da kastettiğim bir deprem olabilir, seyircilerden biri bayılabilir veya halk çalışmayı yarıda kesebilir. Önceden belirlenmiş bir akış yok ve normalde yıkıcı bir an olarak kabul ettiğimiz şeylerden çıkan her şeyi kabul ediyorum.
Sonra “Ritim 0”a dayalı roman taslağınızda yaşlı bir adam tarafından galeriye götürülen genç bir kadından bahsettiniz ve bu, bana rafa kaldırdığım ve şimdiye kadar da kimseyle paylaşmadığım bir anıyı hatırlattı. Stüdyo Morra’daki performans sırasında, altı saat boyunca sürekli etrafımda olan zayıf yaşlı bir adam olduğunu çok iyi hatırlıyorum. Bir noktada bana hiç dokunmamış ya da aktif olarak esere katılmamış olsa da, bana çok yaklaştı. Nefes alıp verişini duyuyor ve bedenimde hissedebiliyordum. İster inanın ister inanmayın ama orada korktuğum tek kişi oydu.
Öte yandan, “Ritim 0”da kendimi asla bir kurban gibi hissetmedim. Bu sadece benim kararımdı ve kararım da sadece diğer 72 öğe arasında bir tabanca ve bir mermi dahil, seçtiğim bir nesne olmaktı. Sadece verdiğim belirli bir zaman diliminde olmasına rağmen, halkın, öldürmek de dahil, bana istediği her şeyi yapabileceğine karar verdim. Altı saat sonra bu hak ellerinden alındı.
Son olarak, yaratıcı eğrisinin bir başka önemli yönünü daha gündeme getirdiniz: benim de sizin gibi, aklımda olan ama bir türlü gerçekleştiremediğim işler var. Sizce bu neden oluyor?
Elena’dan Marina’ya
Bilmiyorum. Yaratıcı süreçleri bir düzene koymak, bir hikayenin nasıl başladığını, geliştiğini ve sona erdiğini eksiksiz bir biçimde yeniden inşa etmek, zor belki de imkansız bir girişim. Aslında kendi eserlerinin taşıdığı anlamı tüm ayrıntılarıyla anlatanlara pek itimat etmediğimi söylemeliyim. Tecrübelerime dayanarak, bunun bir fikir olarak tiyatrodaki parlamalar, çarpışmalar, bölük pörçük, geçici görüntüler meselesi olduğunu söyleyebilirim.
Bu parçaların çoğu silik izler bırakıyor. Diğerleri her şeyi onların yerine de çekiyor ve sona ermesi için hikayeyi kademelendiriyor. Diğerleri hâlâ sürekli yön değiştirirken sen onların peşine düşersin, kaybolursun, bazen beklenmedik bir açıdan aniden üzerine gelir ve seni incitirler. Bunlar, olmasını en son isteyeceğim şeyler çünkü bu birçok işi yarıda bırakmama neden oluyor. Bu, genellikle beklentimin yüksek olmasından kaynaklanıyor (bahsettiğim yazar, sadece kendine güvenebilir, halk daha sonra gelir). Ama bazı durumlarda ısrar ediyor, bekliyor ve yeniden başlıyorum. Yazarlığıma en çok direnen kitap için on yıl beklemek zorunda kaldım: adı “The Lost Daughter.” Ayrıca bunu yazmak beni korkuttu, çünkü başarılı olamayacağımdan emindim.
Yani, evet, başaramadığımız işlerin bir kısmı beynimizde dolaşıyor ve bizimle birlikte doğru zamanı bekliyor. Oradalar, parçaların taslağını çiziyoruz ama gücümüz ve cesaretimiz yeterli değil. Önemli değil. Kısa bir süreliğine ortaya çıktılar ve birileri onları bizim yerimize koyacak. Biz vazgeçilmez değiliz.
Bu bilgi alışverişi ve değindiğimiz noktalara dikkat çekmek gerçekten benim için bir zevkti Marina, teşekkür ederim.
Çeviren: Merve Çeltikci
Bu yazının orijinali 24 Eylül 2021’de Financial Times’da yayınlanmıştır.