Beş kadın olarak birlikte yemek yediğimiz son görüşmemizde, bizlere hâlâ feminizmin sözlü tarihini yazmamızı telkin ediyordu.
Şirin’i 1976 yılının sonunda TÜMAS’a (Tüm Üniversite Asistanları Derneği) girdiğimde tanımıştım. O, daha sonra Kadınlar ve Siyasal – Toplumsal Hayat adıyla yayınlanacak olan öncü çalışmasını doçentlik tezi olarak hazırlıyordu. Bense henüz doktorasını almamış yeni bir asistandım. Yakınlaşmamız, onun bu çalışmasını sürdürürken yaşadıklarını, en yakın çevresindekilerden bile aldığı tepkileri benimle paylaşmasıyla oldu: “Kadın sorunu”nun bir doçentlik tezi konusu oluşturmayacak kadar “hafif” olduğunu düşünen kimi arkadaşlarından beklediği desteği ve cesaretlendirmeyi görmediğinden yakınıyordu. Bense, sonradan dostluğumuzun bir ortak yazgıya dönüşeceğinden henüz habersiz, kendimce yaptığı çalışmanın önemine işaret ederek “Sen yolumuzu açacaksın, biz de arkandan geleceğiz” diyordum.
Ortak yazgımızın ağları, TÜMAS’ta, o günün “demokratik kitle örgütleri”nin (o zaman STK’lar değil, demokratik kitle örgütleri vardı) en demokratik ve eşitlikçi olanı diye düşündüğümüz sevgili örgütümüzdeki cinsiyete dayalı işbölümünü, kadınlar olarak ne kadar ikincil bir konumda olduğumuzu fark etmemizle örülmeye başladı. Örgütün politik hattını belirleyen, toplantılarda sürekli söz alıp uzun uzun konuşan, TÜMAS adına başka örgütlerle ilişki kuranlar hep erkeklerdi. Defter tutmak, postalama yapmak (bilgisayar yoktu o zaman!), kim hasta, kim evleniyor, kimin çocuğu olmuş gibi meselelerle ilgilenmekse bize düşüyordu. Toplantılarda söz alabilenlerimizin de konuşurken sesi çatallaşıyor, dizleri titriyordu, büyük bir cesaretle aldığımız sözü kısa kesiyor, hemencecik sonlandırıyorduk. Bunları fark edince, birkaç kadın bir araya geldik ve kendi aramızda dayanışmanın, birbirimizi güçlendirmenin yollarını aramaya koyulduk. Ne var ki, o aşamada henüz TÜMAS içindeki erkek egemenliğini sistematik bir biçimde sorgulamaktan epey uzaktık: Birbirimize güç vererek, erkeklerin “düzeyine gelmeye”, onlar gibi olmaya çalışıyorduk. Rekabet, güç kavramlarının cinsiyetini sorgulamaya, kendimizi erkeklerin aynasında değerlendirmekten vazgeçip kadınların onayını öne çıkarmaya başlamak için, 1981 yılında yine Şirin’in öncülüğünde kurduğumuz ilk “bilinç yükseltme grubu”nu beklememiz gerekmişti.
Bu ortak yazgının ilmeklerinden birisi de, YÖK çıktığında, üniversiteden aynı gün ayrıldığımızda atılmıştı. Bundan sonrası çorap söküğü gibi aktı. YAZKO’nun çağrısıyla kurduğumuz ilk bilinç yükseltme ve çeviri grubundan, Dayağa Karşı Dayanışma Yürüyüşüne, Kariye Şenliğine, Kadınlara Karşı Ayırımcılığa Karşı imza kampanyasına, buradan Şirin’in önayak olduğu Kadın Kütüphanesi ve KADER’in kuruluşuna uzanan bir süreç… 1989 Ağustos’unda biz 11 siyahlı kadın cezaevindeyken bana yazdığı ilk mektupta, Kadın Kütüphanesi projesiyle ilgili olarak şöyle diyor Şirin: “Benim üzerinde çalıştığım … proje de artık son hazırlık aşamasında. Onu şu noktada askıda bırakmamak istiyor, dikkatimi o konuya yoğunlaştırmaya büyük gayret gösteriyorum.” İkinci mektupta ise müjdeyi veriyor: “… engelli 100 metre koşusunun ilk engelini aştı. Kütüphane’ye 16. yy’dan kalma bir Osmanlı kütüphanesi tahsis edileceğinin vaadini aldık…”
Kabaca 1980’lerin son yıllarından, daha somut olarak da 1988’de KAKTÜS dergisinin çıkmaya başlamasından itibaren, feminizm serüvenimiz farklı kanallardan akmaya başladı. Bu farklılığımızı hep bilerek, hep adını koyarak, ama tartışmalarımızda birbirimizi hiç dışlamadan sürdürdük feminist kader ortaklığımızı. Ben kendime sosyalist feminist diyor, kendini sosyalist feminist olarak adlandıran bir derginin yazı kurulunda çalışıyordum. Kendilerini maddeci feminist olarak adlandıran arkadaşlarımız ise 1987’de FEMİNİST dergisini çıkarmaya başlamışlardı. Şirin tanımlanmış, dar politik aidiyetlere hiçbir zaman yatkın değildi. Bunu kimi zaman “birey” olmaya verdiği önemle açıklardı. Yine o mektubunda, tek tek herkese sevgilerini iletmemi istedikten sonra şöyle diyor: “Belki siz orada artık tam bir ‘siyahlı kadınlar kollektifi’ oldunuz. Tek tek kişiler üzerinde bu kadar durmamı yadırgıyorsunuzdur. Ama ben yine de neredeyse içgüdü haline gelmiş olan kendi tercih ve eğilimlerimden vazgeçemiyorum. Bilirsin ‘birey’ benim için hep çok çok önemli olmuştur. Onun için sizlere… tek tek merhaba demek ihtiyacını duyuyorum.” Kimi zaman da, bizim liberalizmi küçümsediğimizi varsayarak, o kendine çok yakışan ironisiyle ve güzelim kahkahalarıyla gülerek, kendisinin olsa olsa liberal feminist olduğunu söylerdi.
Evet, Şirin’in sınırları belirlenmiş feminist aidiyetlere sığmayacak denli kapsayıcı, kucaklayıcı ve dinamik bir feminizm anlayışı vardı. Ayrıca önüne belirli bir toplum tasavvuru koymaya çalışan bir feminizme de uzaktı. 2014 yılının başlarıydı. Bir gün onun Bodrum’daki evinde otururken, Françoise Collin’in kendisini en yakın hissettiği feminist, onun son kitabının da en sevdiği kitaplardan biri olduğunu söyleyip Feminist Güzergâh’ı çevirmemi önermişti. Kitabı okuduğumda ve çevirirken, bu yakınlığın nedenlerini çok daha iyi kavrayacaktım. Bu iki kadının feminizm anlayışını açımlayabilmek için, affınıza sığınarak Collin’den uzunca bir alıntı yapmak istiyorum: “Feminizm… daha baştan kendini bir hareket… önünde yeni sorunsallar belirdikçe kendini şekillendiren ve yeniden şekillendiren bir eyleyiş olarak tanımladı; hiçbir zaman … ideal bir topluma… ilişkin önsel (apriori) bir temsili olmadı… Feminizmin yolu, hem değişmeyen büyük ilkelere sadık kalmaktan, hem de kazanım olarak düşündüğümüz şeyleri bile sorgulama maharetinden geçer. Çoğul bir eyleyiştir feminizm, belli bir modele uyan bir imalât değil. Sürekli bir diyaloga dayanan ve başlangıçta apaçık olan kimi varsayımların bile doğruluğunu sorgulayabilen bir eyleyiş biçimi…” (Françoise Collin, Feminist Güzergâh, dipnot yay., s.32, 33.)
Şirin’in feminizm anlayışı gibi, kişiliği de kucaklayıcı ve kapsayıcıydı. “İnsani olan hiçbir şey ona yabancı değildi.” Çok âşina olmadığı deneyimler karşısında, olsa olsa büyük bir merak duyar, âdeta çocuksu bir şaşkınlıkla anlamaya çalışırdı onları. Ama bu esneklik, onun ilkeli, hatta ilkeci ve inatçı olmadığı anlamına da gelmiyordu. Bu ilkeciliğiyle büyük emekler verdiği, temellerinin atılmasında büyük katkıları olan kurumlardan, gruplardan arkasına bakmadan ayrılmayı bilirdi. Üniversite, Kadın Kütüphanesi, KADER… “İçgüdü haline gelmiş olan tercih ve eğilimlerinden” vazgeçmeyişiyle, azmiyle, inadıyla, önümüzde hep bir direnen kadın modeliydi. Beş kadın olarak birlikte yemek yediğimiz son görüşmemizde, bizlere hâlâ feminizmin sözlü tarihini yazmamızı telkin ediyordu. Ve yine o yemekte, bir yandan kahkahalar atarken, bir yandan da (sağlık sorunları yüzünden doktorlar yasakladıkları halde) ne içkiyi ne de sigarayı bırakmaya hiç niyeti olmadığını kararlılıkla beyan ediyordu.
Öyle de oldu. İnandığı gibi ve tercihleri doğrultusunda yaşadı, kıskançlıkla sahip çıktığı bu tercihlerinden vazgeçmeden gitti.
Onu çok özlüyorum…