“Hepimiz, yan yana kafeslere kapatılmış hayvanlara benziyorduk. Kafeslerimiz hem bizi diğerlerinden koruyor hem de sınırlı alanımızı bize bağışlıyordu…” Savruluşlar Münevver İzgi’nin ilk öykü kitabı. Yirmi iki kısa öykü bir araya gelmiş. Hepsi birbirinden ayrı hikayeler gibi görünse de aslında anlatılanlar hep kafestekilerin yaşadıkları… Hiçbiri bizden uzakta değil… Biz hiçbirinden uzakta…

Yazmanın dışında resim yapıyormuşsunuz, yüzden fazla karma, on bir kişisel serginiz olmuş. Resim yapmak öykü yazmaya benziyor mu ya da yazmak resim yapmaya?

Resim yapmakla öykü yazmayı benzer-benzemez yönleriyle karşılaştırmayı hiç düşünmemiştim… Benim için ikisi de olmazsa olmazlarımdan. Şimdi siz sorunca düşündüm ama ne diyeceğimi bilemedim doğrusu. Öncelikle şunu diyebilirim belki; genelde birbirini dinlendiren ve birbirini besleyen hem çok farklı hem kardeş alanlar… İç içe ve apayrı!

Resim yapmaya başladığımda hiçbir zaman yapmayı düşündüğümle ortaya çıkan aynı olmadı. Çalışırken garip bir trans hali yaşıyorum sanki… Öylesine bilinç dışına kayıyorum ki, otomatiğe bağlanmış gibi hiç kimseninkine benzemeyen bir kendiliğindenlik oluşuyor; her seferinde hiç değişmeyen şaşkınlıklar yaşıyorum: “Bunu ben mi yaptım?!” Ve her seferinde “resim yaparken dinleniyorum” diyenlerin aksine en ağır bedensel ve beyinsel yorgunluğu yaşıyorum. Bir de aynı kitap okuma ritüelim gibi birkaç resme birden başlayıp; birinde yorulduğumda diğerine devam ettiğim bir çalışma düzenim var. Aslında bu dağınıklık yalnızca resimle sınırlı değil. Yaşamımın her alanında bunu yaşıyorum. Coşkulu ve dağınığım! Bir işe başlayıp, onu bitirince başka bir işe geçme disiplinini hiçbir zaman yürütemedim. Yine bu karışıklığın içinde bir bakıyorum ki o an üzerinde çalışmadığım ve asla düşünmediğimi sandığım çok farklı bir ilgi alanım, beynimin gizli bir köşesinde nereden yakaladıysa hiç alâkası olmayan bir çağrışım kontağı kurmuş; pıtır pıtır çiçekler açmakta! Böylelikle aynı anda hiç ilgisiz birçok uğraşla cebelleşirken bulabiliyorum kendimi… Resim, öykü, şiir, okumalar, sanat dışı ıvır zıvır işler. Bazen de günlerce, hatta belki aylarca -okuma dışında- resim yapmadan, öykü yazmadan avarelik edebiliyorum… Sonra fark ediyorum ki o avarelik sandığım dönemlerimde bile alttan alta beynim-ruhum çalışıyor; resimle, öyküyle, şiirle doluyor, besleniyor ve ortaya çıkacağı güne hazırlanıyor.

Öykü yazmakla resim yapmak heyecan ve gerginlik olarak -sadece- başlangıçta birbirlerine çok benziyor belki. Kafam, birçok noktadan çıkan, birçok çağrışımın cirit attığı, hangisinden başlayacağımı bilemediğim, hiçbirinden vazgeçemediğim bir fırtına alanı!

Öykü kafamda filizlenmeye başladığında aynı resme başladığım gibi yazmaya başlıyorum. Trans hali çalakalem yazdığım o süreçte kalıyor. Bitti dediğimde bırakıyor, yorgunluğumu ve yazdıklarımı unutmaya çalışıyorum. Bu öykünün ham hali. Sonra dinlenip, demleniyor… Üzerinde çalışma sonradan geliyor. Resimdekinin aksine öyküde -her ne kadar üzerinde çalışsam da- genelde başlangıçtaki öz değişmiyor ama yazım işçiliği, dil, kurgu, döne döne üzerinde durduğum uzun bir çalışma getiriyor.

Gördünüz mü? Siz “resim-öykü” benzerliğini sordunuz ben neler anlattım… Dedim ya dağınığım diye. Daha ilk sorudayız; diğerlerinde kel alâka kim bilir daha neler anlatacağım!

Elinizde fırça önünüzde renkler varken size yetmeyen, çerçeveye sığdıramadığınız neydi de yüzünüz bu kez kaleme ve kelimelere döndü?

Ah bir bilsem!

Demek ki birinin karşıladığı diğerinde hep eksik kalmış ki, hiçbirinden vazgeçememişim… Kendimi bildim bileli yaşamımda kelimeler ve yazı, resimle birlikte hep vardı. Bunu ben seçmedim. Büyük olasılıkla kime sorsanız çocukluğuyla ilgili benzer böyle klişe şeyler söyleyecektir ama ne yapayım ki böyle. -Belki de tüm çocuklar aynı sudan, topraktandır…-

Hatırladığım; üç dört yaşındayken ele geçirdiğim her kâğıdın; öğretmen babamın kitaplarının, günlük plân defterlerinin boş bulduğum her alanını resim yapıyorum, yazı yazıyorum diye karalamalarla doldurduğum ve aynı yıllarda okumayı “sökmemle” okunabilir her şeye saldırdığım… Gerçekten yazmaya ne zaman başladığımı bilmiyorum. Ne yazık ki o yıllardan elimde tek “çalışma” yok. Çabuk büyüyen; tuttuğu günceleri, yazdığı şiirleri, yaptığı resimleri “çocukça bulup” kimse görmesin diye yok eden, geveze; öğrenmeye ve her şeye ilgili bir çocuktum. Benim için -kendini kendine saklayarak- en iyi ifade yolları konuşmak ve yazmaktı. Resim ise kendimi keşfetmek için en özgür bıraktığım alan!

Kimin söylediğini bilmediğim bir söz var: “Sözler yeterli olsaydı resim ve müzik olmazdı…” diyor! Yoksa ben mi uydurdum?

Hem resmini yaptığınız, yetmeyip öyküsünü yazdığınız bir hikâyeniz var mı?

Öykülerim genelde gözlemlerimden ve -genel- yaşanmışlıklardan besleniyor, resimlerimse kaynağını bilemediğim ruhsal dünyamdan. Aynı hikâyeden yola çıksalar bile yollarda öylesine farklı yerlere savruluyorlar ki, artık birbirlerini tanıyamıyorlar ve her biri kendi “yeni” hikâyesini yaratıyor… O yüzden resimlerim de öykülerim de hem beni yansıtıyorlar hem de okuyan-seyreden kişilerin iç dünyalarını. Örneğin öykülerimde anlattıklarımı ve karakterleri benim yaşamım zannedenler olduğu gibi her sergimde resimlerimle ilgili kişilik ve ruh çözümlemeleri yapan çok kişi çıkıyor. “Bu resimde ne anlatıyorsunuz?” diye soruyorlar genellikle. Bense soruyu tersine çevirip: “Siz ne görüyorsunuz?” diye soruyorum. O kadar farklı yorumlarla karşılaşıyorum ki, ben bile kendi yaptığım resmi yeniden, yeni gözlerle izlemeye başlıyorum. Benim anlatmayı hiç düşünmediğim ne hikâyeler çıkıyor bilemezsiniz. Bunlar anlatılanla anlaşılanın ne kadar öznel şeyler olduğunun en güzel örnekleri ve zenginlikler.

Kitaptaki ilk öykünüz Buluşma’da artık “sessizliğin sahibi, rüzgârın yolcusu” olan anlatıcı “Kimse” olmaktan kurtulmaktan bahsediyor. Kimse olmak ne demek? Ferahlatıcı bir şey olsa gerek.

Bence de çok ferahlatıcı ama o oranda da zor bir durum; tüm hırslardan, egolardan, kötülüklerden sıyrılabilmek; “hiç” olabilmek… Özgürleşmek!

Hepimiz bilerek ya da bilmeyerek “Kimse olmak” için öylesine savaş veriyoruz ki, yaşamı kaçırıyoruz ve “kendimiz” olamıyoruz. Bu olgu öylesine insanî genlerimize işlemiş ki kurtulabilmemiz neredeyse imkânsız. Ancak bu dünyayla bağlarımız koptuğunda kurtulabiliriz belki. Bu sözün geçtiği öyküm de “kimse olmaktan kurtulmak” dünyayla ve çocuklarıyla hesaplaşmasını tamamlayamadığı için “Araf”ta kalmış bir kadının çocukları için dilediği kurtuluştu…

Bu dünyadan geçmeden “kimse olmaktan kurtulmak” çok az kişinin elde edebileceği, ancak gerçek bir bilgelikle ulaşılabilecek bir boyut sanırım ve çok kolay olmayan ağır bedeller karşılığında mutlaka!

Öykülerinizi arka arkaya okuduğumda şöyle bir şey düşündüm, sanki size yazdıran coşkun bir ilham perisi değil de bilge bir sakinlik. Hızla koşan değil nefesini, yolu, havayı, müziği dinleyen biri gibi geldi. Yoksa yine fazla mı gittim, bir öykü sizde nasıl çıkar?

Ah nasıl da içimi “onurlandıran” incelikte bir saptama! Teşekkür ederim. Bilgelik ve sakinlik benim gözümde ömür boyu özlediğimiz bir boyut! İlham perileri –varsa eğer- o boyuta yolculukta yolumuza hız veren rüzgâr belki de; hızı, coşkusu kişilere göre değişen… O rüzgârı kullanmayı-yönetmeyi başarana ne mutlu!

Öykülerimin bende ortaya çıkışlarının belli bir kalıbı yok. Bazen bir anı, duyulan bir söz, anlık bir gözlemin yarattığı sonsuz çağrışımlar… Beni ben olmaktan çıkarıp; yerine geçebileceğim her şey bende bir öyküye dönüşebilir. Gerisi sizin de dediğiniz gibi “nefesini, yolu, havayı, müziği” duyabilmek-dinleyebilmek…

Kitabınızın adı Savruluşlar, bütün bir ömrü geri sardığınızda savrulduğunuz en güzel nokta neresiydi?

Çok garip! Sorularınız beni düşünmediğim alanlarda düşünmeye zorluyor ve besliyor! “Bütün bir ömrü geri sarmak… En güzel nokta!..”

Hani hep denir ya: “İnsanın ölüm anında tüm yaşamı film şeridi gibi gözlerinin önünden geçermiş” diye… Bunun için ölüm anına gerek yok aslında… Yine de yaşarken tüm geçmişimizi sık sık hatırlamamıza, düşünmemize karşın bütün bir ömrü geri sarabilmek mümkün mü bilmiyorum. Bana gelince savrukluğum burada da öne çıkıyor; geçmişi düşündüğümde hep üç ileri-beş geri gelgitlerle anımsıyor; güzeliyle-acısıyla birbirine bağlıyorum… Nedir “en güzel nokta”? Tanımlamak zor! “Güzel noktalara savrulmak” ise ne büyük mutluluk! Yaşamda güzel noktalar olmasa yaşama katlanılır mı bilmem!

Savruluşlar’ın gerçek anlamı: Sizin dışınızda, sizin seçiminiz olmayan; sizi yakan, kavuran, paramparça eden duygular-düşünceler-olaylar… Bu nedenle bu özellikleri taşıyan öykülerimi bir araya getirerek duygu bütünlüğü oluşturmak istedim ve adını SAVRULUŞLAR koydum.

Öykü yazmanın ötesinde, öykünün kendisine kafayı yorduğunuzu düşündüm Rüyalardan Öykü Yapmak’ı okuyunca. “Pek moda oldu bu aralar rüyalardan öykü yapmak!.. Öykü dediğin her kalıba girer nasılsa… Varsa yoksa o yazarlar! Ne var ki öykü yazmakta?” Gerçekten öykü dediğimiz nedir aslında, rüyalarınızın kaleminize yol açtığı oldu mu?

Yazın dünyasında özgün, iyi bir ürün ortaya çıktığında ve beğenildiğinde bir bakarsınız ortalık pıtrak gibi ona öykünen iyi-kötü işlerle dolar; bazen öyle bıkkınlık gelir ki hiçbirini gözünüz görmek istemez. Hiç unutmam bir dönem Can Yücel’in “Babam” şiiri öylesine yaygınlaştı ki, önüne gelen “babam” şiirleri döşendi ve hepimize fenalıklar geldi.

Öyküde de konu, biçem alanında bu tür modalaşmalara rastlarız zaman zaman… Yeni, özgün bir dil çıkmaya görsün hemen taklitleri, kopyaları ortalığı kaplar. Öykünün alan ve anlatım zenginliği de kapıyı aralık bırakınca bir bakarsınız ortalık benzer öykülerden geçilmiyor… İşte benim Rüyalardan Öykü Yapmak öyküm de öyle bir dönemdeki tepkimden doğdu. Çok okuyan ve olabildiğince günceli takip etmeye çalışan biri olarak o aralar peş peşe “rüya” anlatan öykülere rastlamak düşündürdü belki de.

Yaşam o kadar bol öykü malzemeleriyle dolu ki; görebilene! Öykü de sonsuz tanımlamalarının dışında bir bakıma “görebilenlerin” başkalarına da gördüklerini-düşündüklerini-hissettiklerini yazıyla en kısa yoldan en derinlemesine göstererek, onların da kendi içlerindekileri görebilmelerini sağlamak değil mi? “Ben de böyle düşünmüştüm ama böyle ifade etmek hiç aklıma gelmemişti; ya da hiç böyle düşünmemiştim…” dedirtebilmek bir bakıma…

Bu malzemelerin içinde “rüyalar” da olabilir tabii ki… Eminim ki rüyalarımız biz farkında olalım-olmayalım bir yerlerde öykülerimize katılıyorlar zaten… Yeter ki özgün olsun!

Bana gelince: Ne güzel olurdu uykuya sipariş verip, bol öykülü rüyalar görebilmek! Ne yazık ki öyle bir yeteneğim yok. Varsa da ben farkında değilim. Bol rüya gören ama uyandığı saniye unutan bir insanım. Hatta, -siz yaşınız gereği bilmeyebilirsiniz- bizim gençliğimizde Görevimiz Tehlike diye bir dizi vardı ve o dizide ajanlara görevlerini bildiren ve dinledikten hemen sonra yanarak kendini yok eden CD’ler vardı. Benim rüyalarım da aynı uyanır uyanmaz silinen o CD’lere benziyor. Tümüyle hatırladığım çok nadir rüyalarım var. O yüzden kalemimi ele geçiriyorlarsa da benim haberim yok…

Yıllar sonra bir okur olarak öykülerinize baktığınızda yazar Münevver İzgi’ye diyecek bir çift lâfınız var mı?

Ne diyebilirim ki? Her yazdığını “öykü” diye çalakalem okura sunan bir yazar değilim. Hepsi yıllarca sayısız kere elden geçirdiğim, damıtılmış öyküler. Şiirlerimden ise hiç söz etmiyorum bile! Geride birkaç kitaplık öykülerim daha olmasına karşın, Savruluşlar bir cesaret yarışmaya katılıp, yayımlanmaya değer ödülü kazanarak yayınevi tarafından basılmasaydı belki hala bir kitabım olmayacaktı. Tabii ki bu benim öykülerimi kusursuz kılmaz. Bunlar Münevver İzgi yansımaları… Gerisi okurlara kalmış.

Edebiyat dünyası mı daha karmaşık yoksa renklerin dünyası mı?

Bütün dünyalar kendi içinde karmakarışık! En iyisi o karmaşaya çok kulak asmamak! Olabildiğince iyiliklerden, güzelliklerden beslenip; kendi yolunda yürümek. Zaman karışıklığın içinde doğru dengeleri kurar bir şekilde. Neyi hedeflediğinize bağlı!

İlk öykü kitabınız 2014’de yayımlanmış. O günden bugüne neler oldu, ikinci kitap için biriken öyküler var mı?

Yukarıda da dediğim gibi ben üretmeyle yayımlamayı eş dengede yürütemeyen biriyim. Yazmaya devam ediyorum. Resim ve öykü dışında şiir ve denemelerim de var. İkinci kitaba gelince… Bakalım; bir dürtükleyiciye ihtiyacım var belki de… J

Bu sıralar ne okuyorsunuz?

“Dağınığım” derken abartmıyorum! Okuma konusunda da dağınığım. Bir kitabı ya da dergiyi okurken o kitaptan veya başka herhangi bir şeyden aldığım çağrışımla çok farklı bir kitabın peşine takılıp gidebiliyorum. Yani öyle pek çok kişinin önerdiği gibi belli bir yazar, tür, sıra takip ederek okuyamıyorum. Aynı anda şiir, öykü, roman… Birkaç kitabı birden okuyanlardanım. Okuduklarımın çoğunu da ülke çapında başlatıcısı olmaktan onur duyduğum “OKU-BIRAK” Projesi kapsamında açık kitaplıklara koyuyorum. Ayrıca kendimin aldığı kitaplar yetmiyormuş gibi arkadaşlarımın kitaplarında da gözüm kalıyor ve emaneti çabuk teslim etmek adına okuma önceliğini onlara verdiğim için “benim olanları nasılsa okurum” düşüncesiyle kendi aldıklarım birikiyor… Artık almayacağım dediğim halde dayanamayıp aldığım kitapları okuyup bitirmeye korkarım ömrüm yetmeyecek. Daha da gözüm henüz almadıklarımda! Yazar arkadaşlarımın imzalı kitapları da bu sırada yerlerini alıyor tabii ki… Biriken kitap olsun… Nasılsa okunur!

Teşekkür ederim. Kolay gelsin 

Korkarım biraz uzun oldu ama beni benimle buluşturduğunuz için bu güzel sorulara ve söyleşiye ben teşekkür ederim.

Bol öykülü günler dileğiyle…

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.