Bu müthiş dağınıklığın içinde bulunacak bir sebep bekleniyor. Patriyarkayı görmezden gelince sekiz yaşında bir kız çocuğunun katledilmesi için bir gerekçeye ihtiyaç duyuluyor.
“Sadece acı entelektüel, sadece kötülük ilginç geliyor bize. Sanatçının ihaneti bu: Kötülüğün sıradan ve acının müthiş sıkıcı olabileceğini bir türlü kabul edememek.”
Ursula Le Guin- Omelas’ı Bırakıp Gidenler[1]
Narin Güran’ın katledilmesinin ardından günlerdir haber programları gündüz kuşağı tadında yayınlar yapıyor. Narin’in katledilmesine yönelik ciddi bir toplumsal tepki olsa da medya cinayetin politikliğini görmezden gelerek, kamuyu gerekli adımları atması için sorumluluğa çağırmak yerine olayı magazinsel meraka çevirmek peşinde. Aslında yeni bir durum değil Türkiye açısından. Münevver Karabulut’un katledilmesinin ardından da benzer yayınlar izlemiştik. Soruşturmaya ilişkin her bir bilgi kırıntısıyla Münevver’in katledilmesi adeta bir diziye dönüştürülmüştü. İpuçları, kamera kayıtları, ifadelerdeki çelişkiler, mesajlar… Medya kısmı için elbette daha yerinde analizler yapılacaktır. Benim merak ettiğim şey, medyanın önümüze koyduğu bu habercilik tarzının, toplumun hangi arzusuna denk düştüğü için tercih edildiği. Öyle ya, medyadaki aktörler açısından toplumun neyi merak ettiği ve nasıl öğrenmek istediği hususu tek yönlü bir konu değil. O zaman, izleyicilerin merak ettikleri şey, sekiz yaşındaki kız çocuğunun öldürülmesinin ardında aradıkları sebep ne?
Kadın cinayetleri veya kadına yönelik şiddet söz konusu olduğunda sebep arama yarışına girilmesine aşinayız: O saatte orada ne işi varmış, telefonda kiminle konuşmuş, üzerindeki giysiler nasılmış, içki içmiş mi, ne iş yapıyormuş, karakola gitmiş mi, vs. Şiddete uğrayan ya da katledilen kadın ne kadar “makbul” kadınlık temsilinden uzak ise, şiddet o denli “anlaşılır” hale bürünüyor. Çocuklara yönelik şiddet ve çocukların katledilmesi söz konusu olduğunda da benzer bir yarış var; bir sebep aranıyor. Çünkü şiddeti münferit bir olay, düzenden sapma, semptom olarak işaretleyip toplumsal olanla bağlarını kesmek için sebep gerekiyor. Bu bazen canavar bir anne, sapkın ebeveynler, bazen bir coğrafyanın kültürü, Kürtlük, yoksulluk, bazen de eğitimsizlik oluveriyor. Halbuki hiçbir sebep patriyarkayı gizleyemiyor, “kutsal aile”nin başında hiç hale olmadı. Sebebe gerek yok bakmaya cesaret edersek.
“Köyün bir sırrı var!” Tüm Türkiye ekran karşısına oturup o sırrı çözünce her şey kurtulacak. Hikâyenin girişi var, sonu da belli ama, arada olanları da köydekiler bir anlatsa, hızlıca eski düzenimize dönebileceğiz. Ama susuyorlar. Bu çaba, bana Le Guin’in bir öyküsünü hatırlatıyor. Le Guin bu öyküde dağların arasında, insanların neşeyle yaşadıkları bir refah toplumu hayal etmemizi ister: Omelas, öyle bir medeniyettir ki krala ve köleye ihtiyaç yoktur. Bizim anladığımız anlamda bir hukuk düzenleri ve piyasa ilişkileri de mevcut değildir. Hatta “suçluluk duygusu yoktur”, din adamları, askerlerin olmadığı bu medeniyet, şenliklerin yapıldığı, bir coşku kentidir. Yeryüzündeki cennet misali. Hayatı kuşatan iktidar ağları içinde yaşarken okuyucu açısından bu hayalin zorluğunu tahmin eden Le Guin, şehrin sırrını söyler: Tüm bu bolluk ve refah şehirdeki binaların birinde tutsak edilen, eziyet gören bir çocuğun varlığına bağlıdır. Çocuk, gün ışığına çıkarsa, ona eziyet edilmekten vazgeçilirse Omelas refahını kaybedecektir. Şehirdekilerin tümü çocuğun mahzende eziyet gördüğünü bilirler. Toplumun refahını düşünerek susmayı tercih ederler. Bu bedele katlanamayanlarsa şehri terk edip giderler. Bir bedenin toplumun refahı için gözden çıkarıldığı bu medeniyeti hayal etmek okuyucu için artık kolaylaşır, Omelas dünyalaşır.
Omelas’ın meşhur yasası patriyarka olabilir mi? Narin’in köyünde herkesin bildiği ve sustuğu sır patriyarkanın sırrı olabilir mi? Köydeki suskunluk şimdi tanıdık geldi mi? Çünkü şöyle bir atasözümüz var bizim: Kol kırılır, yen içinde kalır. “Kutsal aile”nin birlik ve beraberliğe her muhtaçlığında patriyarkayı yeniden tesis etmek için susmak gerekir. Dolayısıyla burada aşina olmadığımız, bilmediğimiz bir sır da yok. Ama kendi çeperindeki “kutsallığı” korumak isteyenler ortalığa döküleni konuşmayı, şiddete bahaneler bulmayı arzuluyor.
Patriyarkanın yasası basit, devletle iş birliği açık: Bazı bedenler sömürüye ve istismara açık, değersiz, öldürülebilir bedenlerdir. Siyasal iktidar olarak devlet, kendine biat edilmesi karşılığında özel alanda erkeklere bir iktidar vaat eder. Tıpkı feodal dönemde olduğu gibi, her erkeğin hükmedebileceği, yararlanabileceği kadınlar ve çocuklar olacaktır. Erkeğin devlete hizmeti, biadı ne denli meşruysa, şiddet uygulamak için ona açılan alan da o kadar geniş olacak. Narin’in katledilmesinin ardından, bu alan o kadar bariz bir biçimde gözler önüne seriliyor ki, bir anda patriyarkanın milliyetçilikle nasıl dost olduğuna da tekrar şahit oluyoruz. Bölgede, ulus devletin “bekasını korumak” adına teşvik edilip desteklenen güçler, hanelerinde sonsuz bir şiddet uygulayabilme özgürlüğü ile ödüllendiriliyor. “Aile tanıdık” diye susmak gerekiyor, yasa kendini topluyor, “kutsal aile” kelimenin her manasıyla yeniden mülkün (mülkiyetin ve devletin) temeli olmaya devam ediyor.
Bu müthiş dağınıklığın içinde bulunacak bir sebep bekleniyor. Patriyarkayı görmezden gelince sekiz yaşında bir kız çocuğunun katledilmesi için bir gerekçeye ihtiyaç duyuluyor. Olanlar hiçbir milli manevi değere yakıştırılamıyor. Fakat tam da benzer zamanlarda, İstanbul’da “Büyük Aile Mitingi” yapılıyor, mitingi siyasi iktidarla bağı olan yapılar organize ediyor. Tüm dertleri “kutsal aileyi” korumak, yani bir şekilde patriyarkanın işlemesi için ihtiyaç duyduğu suskunluğu yeniden inşa etmek: LGBTİ+lara karşı toplumu korkutarak, nefret yaratarak. “Kutsal aile” sırf bir haleye sahip olsun diye Diyarbakır’daki trans kadının öldürülmesi gerekiyor. Omelas’ın refahını mümkün kılan bedel gibi, patriyarkanın yasası bedenlerimiz, hayatlarımız üzerinde tepiniyor, yaşamlarımızı kuşatıyor. Tüm bu suskunlukta, sebep arama yarışında sokakta bizim sesimiz yankılanıyor. Patriyarkayı gizleyecek, “kutsal aile”yi kurtaracak bir sebep olmadığını biliyoruz:
“Batsın Batsın Kutsal Aileniz!”
“Batsın Batsın Ahlakınız!”
[1] Ursula Le Guin, Gülün Günlüğü, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 1995, s.7-15.