Feminist ilkeleri referans alan ancak kökenini karma ve hiyerarşik örgütsel geleneklerden alan kimi kadın yapılarında, sessizlik, dışlama ve güvensizlikle yeniden üretilen patriyarkal ilişkiler sorgulanıyor. Bu yazı, feminist etik ve dayanışma çerçevesinde kolektif hafızayı, örgütsel işleyişleri ve kadınlar arası ilişkilenme biçimlerini eleştirel bir gözle yeniden düşünmeye çağırıyor.

Skander Khlif “The Tree Of Life“

Dayanışma…

Sıklıkla anılan, sahip çıkılan, kutsanan bir kavram. Ama çoğu zaman en çok ihtiyaç duyulan anlarda yerini sessizliğe, dışlamaya ve görmezden gelmeye bırakıyor. Kadınları güçlendirme iddiası taşıyan yapılarda bile, dayanışma söylemi ile pratik arasındaki uçurum derinleşiyor. Ortaklık değil hizaya gelme, farklılık değil sadakat talep ediliyor. Ve tam da bu noktada, feminist politikanın özüne dair sorular büyüyor.

Kadın olmak, bu dünyada başlı başına politik bir deneyim. Bedenin, emeğin, sözün ve duyguların sürekli kontrol altında tutulmak isteniyor. Bu baskı sadece dışarıdan, devletten, erkeklerden, kapitalizmden gelmiyor. Bazen en yakınımızda, en yanımızda, aynı safta bildiklerimizden geliyor. Kadınlardan… Yoldaşlardan…

Feminist mücadele, kadınlar arası ilişkilerde yalnızca ortaklıkları değil, çelişkileri ve dönüşüm anlarını da içerir. Kadınların birbirine tuttuğu aynalarla kurulan bağlar, feminist politikanın en güçlü zeminlerinden biridir. Bu bağlar yalnızca dayanışma anlarında değil, fikir ayrılıklarımızda, çatışmalarımızda ve kırılmalarımızda da kendini gösterir. Ancak tam da bu anlarda, yani birlikteyken değil, ayrıştığımızda sınanır en çok dayanışma.

Kontrollü feminizm ve ideolojik disiplin

Feminist ilkeleri referans alan ama ideolojik köklerini karma ve hiyerarşik örgütsel geleneklerden alan bazı kadın yapılarında, ilişkilenme biçimleri çoğu zaman bu ilkeleri içselleştirmemiş bir düzlemde şekillenir. Feminist görünürlüğü ve dili sahiplenmelerine rağmen, iç işleyişlerinde eski tahakküm biçimlerini yeniden üretirler.

Kadınları örgütlüyor olsalar bile, bu yapılar çoğu zaman kalıcı bir özgürleşme yaratmakta başarısız olur hatta birçok kadında feminist mücadeleye dair ciddi kırılmalara neden olurlar. Kadınlar, bu yapılarda kendi sözlerini kurmakta zorlanır, güven ilişkileri zedelenir ve çoğu zaman mücadeleden uzaklaşırlar.

Kadınlar arası sessizlik ve dışlama pratikleri, yüzeyde bireysel gerilimler gibi görünse de, kökleri yapısal ilişki biçimlerine dayanan politik sonuçlar üretir. Bu yapılarda kadınların yapıyı sorgulayan, eleştiren ya da farklılaşan sözleri tehdit gibi algılanır.

Söylem düzeyinde kadın mücadelesini savunsalar da pratikte bir tür “kontrollü feminizm” üretirler. Yani feminist söylemler, yapının merkezine zarar vermediği ölçüde tolere edilir. Sınırlar aşıldığında ise kadınlar “fazla”, “uyumsuz” ya da “kadınlık zaafı” ile yaftalanır. Bu noktada dışlama, itibarsızlaştırma ve yok sayma gibi mekanizmalar devreye girer.

Bu yapılar feminist olduklarını yüksek sesle ilan etseler de, kadınların eleştirilerine kulak tıkadıkları ölçüde feminist etikle derin bir çelişki içindedirler. Feministlik bir isim olarak taşınmakta, ancak ilke olarak içselleştirilmemektedir.

Feminist hareketin asıl gücü, farklılıklar içinde kurulan eleştirel ortaklıklardır. Ancak bazı yapılar kendini mutlaklaştırarak bu potansiyeli bastırır. Böylece hem kadınların kolektif söz kurma yetisini hem de feminist örgütlenmenin dönüşüm kapasitesini törpüler.

Hatırlamak, yüzleşmek, yeniden kurmak

Feminist yapının niteliği yalnızca bu ismi taşımasında değil; kadınlar arası ilişkilenme biçimlerinin eşitliğe, açıklığa ve özgür ifade alanına dayanıp dayanmadığında anlaşılır. Sadece isimde değil, işleyişte de feminist olmak, kolektifin politik inandırıcılığı açısından belirleyicidir.

Bu tür yapılarda kadınlar çoğu zaman ya sessizleşerek var olmaya çalışır ya da varoluşları için sürekli kendilerini ispat etmek zorunda bırakılır. Sustuklarında güvenilir, konuştuklarında ise “problemli” ilan edilirler. Bu ikili durum, kadının kendi politik sözünü kurabilen bir özne olarak varlığını silikleştirir; yalnızca kolektife değil, kendine de yabancılaşmasına neden olur.  Kadınlar yalnızca sessizleştirilmiyor; aynı zamanda bu sessizlikler karşısında susuluyor. Sessizliğe karşı sessizlik, dışlamaya karşı kayıtsızlık üretildiğinde, bu yalnızca bir bireyin terk edilmesi değil; kadınlar arası güvenin sarsılması anlamına gelir. Feminist etik, bu noktada yalnızca örgütsel ilkelerden değil, kadınlar arası ilişkilerdeki eşitlik ve açıklıktan da beslenmelidir.

Fiziksel olmayan şiddet biçimleri –sessizleştirme, itibarsızlaştırma, yalnızlaştırma, görünmez kılma – feminist mücadele içinde açıkça tanımlanmalı ve mahkûm edilmelidir. Bunlar bir çatışmadan kaçınma biçimi gibi sunulsa da, çoğu zaman faile alan açan, onu koruyan ve eleştiriyi bastıran araçlara dönüşür. Bell Hooks’un işaret ettiği gibi, şiddet yalnızca fiziksel olanla sınırlı değildir; sözel, sembolik ve örgütsel olan da şiddettir. Sessizliğin örgütlendiği yerlerde, dayanışmanın değil itaate dayalı bir sadakatin üretildiği görülür.

Bu tür pratikler, yalnızca bir kişinin dışlanmasına değil; kolektifin dönüşüm kapasitesinin törpülenmesine, politik inandırıcılığın aşınmasına ve feminist mücadelenin içten içe çürümesine neden olur. Şiddetin sadece dışsal ya da erkek öznelere ait olduğunu varsaymak, feminist mücadeleyi daraltır. Bu nedenle, feminist yapılar içinde üretilen tahakküm biçimlerini de açıkça tanımlamak gerekir.

Bu dışlayıcı pratikler yalnızca kadınlara değil, feminist mücadele içinde yer alan LGBTİ+lara karşı da uygulanmaktadır. Ancak LGBTİ+lar, toplumsal cinsiyet normlarının dışında konumlandıkları için çok daha derin ve sistematik dışlanma biçimlerine maruz kalabilmektedir. Bu kişiler, kimi yapılarda görünürlükleri tolere edilse bile, tercih edilmesi beklenenler sıklıkla “daha az aykırı” olanlar olur. Bu durum, feminist hareketin kapsayıcılık iddiasını zayıflatır. Gerçek bir dönüşüm, ancak farklılıkların onarıcı biçimde yan yana gelebilmesiyle mümkündür.

Bu sessizlik politik bir pozisyondur; nötr değildir. Ve her susuş, feminist mücadeleye duyulan inancı biraz daha aşındırır.

Audre Lorde, “Sessiz kaldığımız her an, başkalarının bizim adımıza konuşmasına izin veririz” der. Sessizlik tarafsızlık değildir. Feminist bir yapıda bir kadının yalnızlaştırılmasına karşı susmak; patriyarkanın yeniden üretilmesine ortak olmaktır. Bu yüzden suskunluk değil, yüzleşme gerekir. Hatırlamak, kayda geçirmek ve bu pratikleri sorgulamak gerekir.

Eğer bir yapı gerçekten “feminist bir örgüt” olma iddiası taşıyorsa, yalnızca dışsal patriyarkal yapılara değil, kendi içinde yeniden ürettiği güç ilişkilerine, sessizlik mekanizmalarına ve kadınların öznelliğini bastıran tahakküm biçimlerine karşı da sorumludur. Feminist etik, yalnızca neye karşı olunduğuyla değil, neyin nasıl sürdürüldüğüyle de ilgilidir.

Her dışlanan kadının ardında, güveni kırılmış, mücadeleye küsmüş, hayal kırıklığı yaşamış başka kadınlar kalır. Ve bu yalnızca bir bireyin değil, feminist politikanın kolektif itibarının da aşınması anlamına gelir. Bu nedenle yaşanan her sessizlik, sadece bir kayıtsızlık değil; kadınlara ve feminizme verilen bir zarardır.

O yüzden bu yazı yalnızca kişisel bir anlatı değil; feminist etik adına sorumluluk taşıyan tüm yapılar için bir yüzleşme çağrısıdır. Kadınların yaşadığı sessizlik, dışlanma ve yalnızlaştırılma deneyimleri kolektif hafızada yer bulmadıkça, aynı tahakküm biçimleri farklı adlarla yeniden üretilmeye devam edecektir. Ve biz sustukça, patriyarka konuşmaya devam edecektir.

Bir cevap yazın

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.