Toplumun kadınlar için evliliği ve anneliği, kişisel seçimlerden ziyade ulaşmak zorunda oldukları hedeflermiş gibi göstermesi, kimi zaman kadınların kendi istekleri, amaçları ve zevklerinden vazgeçmelerine sebep olur.
Sanıyorum ki elindeki evlilik cüzdanını büyük bir gururla havaya kaldırmış yeni gelin görüntüsüne hepimiz aşinayız. Sevdiğimiz biriyle hayatımızı birleştirdiğimiz için sevinmek çok doğal olmakla birlikte bu tür önemsiz görünen, kültürel ve sembolik hareketler, ülkemizde genel olarak kadınların hala evliliği bir zafer, kazanılmış bir başarı olarak gördüğünü ortaya koyuyor.
Günümüzde kültürel açıdan kadın kimliğinin yapı taşları olarak kurgulanan evlilik ve annelik, bireysel bir tercih olmaktan çok toplumsal bir dayatma. Evlenmenin bir “vakti” vardır, anne olmanın da. Vakitlice bir koca bulmak, sonra da çocuk doğurmak gerekir. Bekâr kadına “Ne zaman evleneceksin?” diye, evli kadına ise “Ne zaman çocuk yapacaksın?” diye sorulması bundandır. Bu iki şart yerine getirildikten sonra evli ve çocuklu kadının da mutlu aile tablosunu sürdürmesi, rol yapması gerekse dahi yıllarca “emek verip” kurduğu o düzen illüzyonunu bozmaması gerekir. Eril kalıplara uyum sağlamak uğruna evlenince kocasının, anne olunca da çocuğunun hayatını yaşamaya başlayan kadınlar da en nihayetinde kendi kimliklerini kaybettiklerinden mutsuz kadınlara dönüşür. Daha da kötüsü bu mutsuzluk hissi çoğu zaman başkaları tarafından iyi bir eş/anne olarak görülmek uğruna meşrulaştırılır.
Bu olgunun başlangıç noktası, tarih boyunca kadın bedenine önce babaya sonra kocaya ait bir mülk gibi davranılması. Türkiye’deki başlık parası uygulaması aslında bunun en tanıdık örneği. Ne yazık ki kadın; ya potansiyel gelin, ya birinin eşi, ya birinin annesi. Yani kendi bireyselliğini keşfetmesine izin verilmeyen, ne bedenen ne zihnen özerk olabileceği düşünülmeyen pasif bir varlık. Adeta erkeklerin -kaba tabirle- kullanımına yönelik bir araç diyebiliriz. Küçük yaştan itibaren kadınlar kendi seçimlerini yapmamaya alıştırılır ve bu durum bilinçaltına yerleşerek normalleştirilir. Aynı şekilde Hristiyanlık ve İslam gibi yaygın dinlerde de kadının yüceltilmesi kisvesinin altında onu denetim altına almak, erkeğin maddi ve manevi korumasına muhtaç kılmak yatar. Bu amaçla sınırları erkeklerce çizilmiş bir “ideal” kadın imgesi yaratılır.[¹]
Erkek egemen toplumun tasvir ettiği ideal kadın; başlıca görevi doğurmak olan, her daim şefkatli ve cefakâr, anaç kadındır. Bir annenin öncelikle sevdiklerini veya toplumu memnun etmek pahasına kendi isteklerinden vazgeçmesi beklenir. Anne olmuş pek çok kadın, kendine vakit ayırdığı veya kendini mutlu etmek için bir şeyler yaptığında suçluluk hisseder; çünkü beklentileri karşılayamamış, “ideal” fedakâr anne formatından çıkarak etrafındakileri hayal kırıklığına uğratmıştır. Hatta kendini suçlaması yetmiyormuş gibi çoğu kez diğer anneler tarafından da kötü anne olduğu için ayıplanır. Ataerkil düzenin istediği şey tam da budur: ideal ve ideal olmayan kadın/eş/anne arasındaki ayrım yalnızca mevcut düzeni pekiştirir ve kadınların bir kısmının kendini üstün, diğer kısmının ise kendini eksik hissetmesine sebep olur. Diğer bir yandan da erkeklerin ideal kadın tasvirine uyum sağlama ve onlar tarafından beğenilme, onaylarını alma kaygısını ortaya çıkarır.
Türk erkekleriyle görüşmeler yaparak yürütülmüş kapsamlı bir araştırmaya[²] göre Türkiye’de oğullar, annelerinin kendileri için ne kadar fedakârlık yaptığını düşünürse o kadar iyi bir anne olduğuna inanıyor (Elbette burada manevi fedakârlıktan bahsedilmekte.) Örneğin; çocuk doğurduktan sonra iş hayatından elini eteğini çeken annelerin bu kararı takdir ediliyor. Annenin başlıca görevinin, çocukların ihtiyaç duyduğu duygusal desteği sağlamak, hatta baba ile çocuk arasında kimi zaman tampon bölge oluşturmak ve her iki tarafı temsilen arabuluculuk yapmak olduğu belirtiliyor. İlginç olan şey ise babalardan bu tür bir duygusal bağ talebinde bulunulmaması. Böyle bakıldığında kadınlara yönelik beklentilerin toplum genelinde içselleştirilmiş bir duygusal sömürü unsurunu içerdiği de söylenebilir.
Kadının bedensel denetimiyle başlayan erkek egemenliğinin günümüzde -en azından belirli coğrafyalarda- zayıfladığını söylemek mümkün. Ne yazık ki bunun yerini kültürel ve duygusal denetim aldı, kadınları belirli şablonlara hapsedecek ve özgürleşmelerini engelleyecek yeni tanımlar ortaya çıktı. Bedensel/cinsel, finansal veya siyasi açıdan bağımsız olarak nitelendirebileceğimiz kadınlar bile gündelik hayatta bu tür duygusal eril tahakkümle mutlaka karşılaşıyor. Kısacası ataerkillik aslında yok olmamakta, yalnızca şekil değiştirmekte.
Toplumun kadınlar için evliliği ve anneliği, kişisel seçimlerden ziyade ulaşmak zorunda oldukları hedeflermiş gibi göstermesi, kimi zaman kadınların kendi istekleri, amaçları ve zevklerinden vazgeçmelerine sebep olur. Oysa kadının tek bir kalıba sığmayacak, çok boyutlu bir kişiliği olması, her şeyden önce mevcut düzenden kazançlı çıkan erkekleri tehdit eder. Bu yüzden yerine getirmemiz gereken görevlerle dolu bir kontrol listesi olmadığını hem kendimize hem diğer kadınlara hatırlatmak, bireysel kimliklerimizi toplumsal beklentiler içerisinde kaybetmemeye dikkat etmek, bu düzeni bir anda yıkmasa da farkındalık yaratmak için yeterli.
Kaynaklar
[¹] Fatmagül Berktay, Tek Tanrılı Dinler Karşısında Kadın (Metis Yay., 1996)
[²] Hale Bolak Boratav, Güler Okman Fişek, Hande Eslen Ziya, Erkekliğin Türkiye Halleri (İstanbul Bilgi Üniversitesi Yay., 2017)