Seçim için Feministler olarak semt pazarlarında bildiri dağıtıp kadınlarla sohbet ettik. Açıktan “şeriat gelince sizin gibileri asacağız”, “15 yaşında kızlar evlendirilsin tabii, boş boş gezmelerinden iyidir” diyen kadınlar da oldu elbette. Ama konuşabildiğimiz çoğunluk açısından durum bundan ziyade bizim kandırılmış olmamızdan ibaretti.
28 Mayıs ardımızda kaldı. Yaşadığımız bir seçim değildi aslında. Bir çeşit toplum yaratma faaliyeti gibi bir şeydi. Bu da dün başlamadı. Yani kim iktidar olacak, kim bizi temsil edecek diye değil nasıl bir toplumsallık kazanacak diye sandığa gittik sanki. Şimdi herkes hep bir yandan muhalefet şöyle yapmalıydı, böyle yapmalıydı, aslında biz demiştik, şu aday olmalıydı, bu aday olmalıydı, o istifa etmeli, bu gitmeli diye konuşmaya başladı. Ama bir yanda “koyduk mu” diyenler, bir yanda “benim tuzum kuru, kahvemi yudumlarım sen sürün” diyenler bize aslında uzun yıllara yayılan toplum yaratma faaliyetinin başarılı olduğunu gösteriyor. Yani bu iki kesim kendini birbirinden radikal olarak farklı görse de aynı siyasetsizleştirme sürecinin bir ürünü oldukları aşikar.
Bir tarafta (“koyduk mu” cephesi) örgütlü bir siyasetsizlik var – yani vaat edecek bir şeyi kalmasa bile kendi varlığını sürdürmeyi amacın ta kendisi haline getirebilen, bunun için tabanını savaştaymışız gibi mobilize edebilen bir iktidar. Bir tarafta ise (“sürünün siz” cephesi) ciddi anlamda örgütsüz bir siyasetsizlik var – kendi dışında herhangi bir şeyle ilgilenmeyi bahşettiği bir lütuf olarak gören ve/veya ilk fırsatta hatayı hep başkasında arayan bir bireyler toplamı. Tabii ki bundan ibaret değil ne muhalif taban ne iktidar tabanı, ama bunun görünür olması da boşuna değil. Özetle, kazansaydık iyiydi, ama kazansak bile bu toplumla hayat çok zor olacaktı. Sırf kazandık diye bir anda başka türlü bir toplum olma ihtimali ortaya çıkmayacaktı. Bir süre bu ihtimale tutunup bu gerçeği yok saymak iyi geldi, çünkü bu gerçekle baş etmesi o kadar kolay değil. Çünkü buradan bakınca mesele seçim kazanmaktan ziyade bu mevcut toplumsallığa karşı, bunun kodlarıyla hareket etmeyen başka türlü bir toplum nasıl var ederiz sorusu oluyor. Belli ki seçimden bir ay önce, iki ay önce veya bir yıl önce kampanya yaparak – yani sırf görünürlükle, söylenen sözle erişilebilecek bir amaç değil bu. 21 yılda ve hatta daha uzun süre boyunca inşa edilen bir toplum, o toplumun sosyal ve sınıfsal konumları, bunun içerisinden devşirilen iktidar sırf yalanlarını açık ettik ve başımıza neler getirdiğini/getireceğini anlattık diye yıkılmıyor. O kurulan bağların (iktidar ve toplum, siyaset ve toplum, iktidar ve gerçeklik, toplumsal kesimler içinde ve arasında) kendisine müdahale etmenin yollarını bulmak gerekiyor. Bunun da yolunun gerçek anlamda zamana yayılmış örgütlenme pratiklerinden geçtiğine, genel memnuniyetsizliğin örgütlenmenin yerine geçemediğine, bunun kestirmesi ve kolay yolu olmadığına dair seçimden bu yana kimi analizler yapılıyor.
‘Muhalefet’ diye adı geçen toplam – siyasi partiler, bunların seslendiği toplumsal kesimler, sendikalar, örgütler, vs. – bu analizden ne çıkarım yapıyordur veya ‘ben ne kadar haklıydım’cılığı bir kenara bırakıp herhangi bir çıkarım yapıyor mudur bilemem. Ama sanki bu soru bizleri kadın hareketi ve feministler olarak da ilgilendiriyor. Onca saldırıya rağmen hâlâ öyle veya böyle toplumsal karşılığı, meşruiyeti, etki alanı güçlü bir hareket olsak da, bizim de ‘protesto’ pozisyonuna sıkışıp ‘örgütlenme’yi ancak bunun doğal bir sonucu (yani hayatta zaten bir şeylere yönelik protestosu olanların bir buluşması) olarak görür hale geldiğimiz açık. Bunu yıllardır konuşuyoruz. Etkimizi de mücadelemizi de asla hafife alarak söylemiyorum. Ama şimdi, seçimin ardından, haklarımıza ve hayatlarımıza daha da büyük bir saldırının yöneleceği şüphe götürmez bir gerçeklikken biz bu saldırının karşısında durabilecek güçte miyiz? Ve değilsek ne yapabiliriz? Bu sorular karşımızda duruyor. Kararlılık ayrı, kararlılığımız da dayanışmamız da hep baki, her şeye rağmen. Ama yukarıda sözünü ettiğim toplum inşasının önemli bir boyutunun da kadınlar olduğunu göz ardı etmemek gerek. Kadınlık da bir savaş alanı haline gelmiş durumda. Herhalde tam da bu yüzden her ağzını açan siyasetçi önce kadınlardan başlıyor. Herkesin kafasında bir ‘kadınlar’ toplamı var. Peki, kim bu kadınlar?
Bizim de feminist politika yaparken “biz kadınlar” diye seslendiğimiz bir kadınlık konumu var elbette. Öncelikle kendi deneyimlerimizden, ortaklıklarımızdan yola çıkarak var. Buradaki varsayım, birbirimizden farklı olsak da, farklı hayatlar yaşasak da kadın olarak ezilmemizin bizi buluşturduğu. Mesela kazanımların hepimizin kazanımı olduğu, hepimizin şiddetten uzak yaşamak istediği, hepimizin cinsel istismara karşı olduğu, hepimizin sokakta yürürken tacize uğramak istemediği. Burada hepimiz derken tek tek her bir kadından değil, genel bir fikirden bahsediyorum – ki bir ölçüde iktidar yanlısı olsun olmasın çok farklı toplumsal kesimlerden kadınların kürtaj hakkına, İstanbul Sözleşmesi’ne, 6284’e, nafaka hakkına sahip çıkması, TCK 103 değişikliklerine, 15 yaşında kız çocuklarının istismarına karşı çıkması bu fikri tescilleyen gelişmeler oldu. Yani kadın mücadelesi hâlâ erkek egemen siyasetin ürettiği kutuplaşmalara teslim olmayan bir hattı var edebiliyor, bu toplumsal kurguyu sarsabiliyor fikrini destekledi. Şimdi Hüda-Par’ın ve Yeniden Refah Partisi’nin açıktan duyurduğu seçim vaatleri ve meclise girmeleri ardından bunu da yeniden düşünmek zorunda olabiliriz.
Nasıl ki muhalefet hırsızlıktan, yolsuzluktan, pazar fiyatlarından – kısacası hakikatlerden bahsederek toplumu ikna etmeyi umduğu sürenin sonuna geliyorsa belki biz de sadece gasp edilmekte olan haklarımızdan ve karşımızdaki ortak tehlikelerden söz etmenin kutuplaşmaları aşındırmak, kadınları birleştirmek için yeterli olmadığı bir sürece giriyor olabiliriz. Veya girmiştik zaten. Bunlar kadınların derdi olmadığı için değil. Kadınlar örneğin boşanabilmek istemediği için değil. Hakları yitsin gitsin istedikleri için değil. Ama bununla Tayyip Erdoğan’ı desteklememek arasındaki o bizim açımızdan çok yaşamsal bağı kurdurmak için söz, argüman, gerçekler, veriler filan yeterli veya geçerli olmadığından. Ve birçokları için (bir oğlu olsun olmasın) oğlunun eve bir erkekle el ele gelme ihtimali, kızının 13’ünde evlendirilmesinden çok daha büyük bir tehdit olarak algılanır hale geldiğinden. Apo’nun serbest bırakılması gibi hayali bir senaryo, evde bir erkekten dayak yerken boşanamama gerçekliğinden daha korkutucu kılındığından. Hüda-Par sorun değil ama HDP büyük felaket olduğundan.
Bu seçimin ilk turu ve ikinci turu arasında Seçim için Feministler olarak semt pazarlarında bildiri dağıtıp kadınlarla sohbet ettik. Buralarda da gördüğümüz üzere, elbette çocuğunun istismara uğramasını istemeyecek bir kadına, bunu yüksek sesle ve isyan ederek savunmasının, seçimde de tercihini bunu göz önüne alarak kullanmasının çocuklarını eşcinsel yapacağı ve HDP’ye dolayısıyla da Apo’nun serbest bırakılmasına kapı aralayarak ülkenin ve ailesinin dağılmasına sebep olacağı fikrinin nasıl benimsetildiğini düşünmek önemli. Bunda da LGBTİ+ ve Kürt meselesine sırt çeviren, en hafif tabiriyle yok sayan, hatta bu konulardaki düşmanlaştırma politikalarına açıktan veya zımnen destek veren her türlü muhalefetin payı yadsınamaz. Bizleri o pazarlarda ne olacak canım oğlun bir erkekle el ele gelse, ne olacak yani, sen esas oğlun yarın öbür gün karısını dövse ne yaparım diye dert etsene, ya da ne olacak Kürtler meclise girse, barış müzakereleri yapılsa, savaş olmadan yaşasak diyemeyecek hale getiren bu muhalefettir. Tabii ki biz gözümüzü karartıp bunları dedik, ama bu kadar basit cümlelerin bile büyük oranda kurulamaz hale geldiği bir seçim süreci yaşadığımız aşikar. Bunları konuşulamayacak hale getirince de terör diyene “esas terörist sensin”, LGBT diyene “esas LGBT derneklerini sen açtın” dışında verecek cevap kalmıyor. Bunun adı da muhalefet yapmak oluyor. Halbuki onu en yüksek perdeden yapan bir iktidar var zaten.
Ben bu süreçte Beşiktaş, Şirinevler, Çeliktepe, Sarıyer, Piyalepaşa ve Pendik pazarlarına gittim. Ayrıca Üsküdar, Ümraniye ve Kadıköy pazarlarına da gidildi. AKP’ye oy veren, vermeyen pek çok kadınla konuştuk. AKP’ye oy vermeyen kadınlar zaten hakları için, gelecekleri için çok endişeli olduklarını açıkça ifade ediyorlar. AKP’ye oy verenler arasında ise farklı farklı tepkilerle karşılaştık. Bir kısım kadın, sanki onlara karşı bir suç işlemişiz, kadınların haklarından bahsetmek yerine çocuklarına küfretmişiz gibi yüzümüze bile bakmadı. Tayyip Erdoğan’ı desteklememeye çağırmanın terörizmle eş tutulduğu iklimden nasibimizi aldık bu anlamda: Kız çocuklarının evlendirilmesi mi, yok yok geç onu, esas sen söyle kimi tutuyorsun, Tayyip Erdoğan’a hayır mı diyorsun, e o zaman sen teröristsin. Kadınların sahiplendirilmesini, miras hakkını, nafakayı, her gün yaşadığımız erkek şiddetini, kadın cinayetlerini, istismarı boş ver de Apo’nun heykelini dikeceklermiş. Ya da sen reisten yana değilsen zaten düşmanımsın, dönüp sana bakmam bile. Yani ‘hayır, ilgilenmiyorum’ demeyi bile çok görürüm.
“Kadınlardan kadınlara bir mesajımız var” deyince eline bildiri alanların bir kısmı içeriğini görünce yere attı, çöpe atacağını beyan etti, gözümüzün içine bakarak yırttı veya geri verdi. O anlarda, mesela, acaba bildiriye kürtaj yazmasa mıydık (kadınlar kürtaj olmadıklarından değil, üzerinde kürtaj yazan bir kağıtla gezmek istemediklerinden), İstanbul Sözleşmesi demese miydik, Konca Kuriş’i iyi ki yazmışız ama ona feminist demese miydik gibi şeyler geçti aklımdan. Sadece benim de değil. Ama bir yandan bunları da diyemeyeceksek/demeyeceksek ne deriz biz? Bu kadınların okuyunca öfkelenip yere atmayacağı içerik nasıl olurdu? O içeriği bulalım derken feminizmden geriye ne kalır? Diyelim Erdoğan’a veya AKP’ye dair bir şey olmasaydı metinde, gene de kürtaj savunusu eşittir Erdoğan karşıtlığı, İstanbul Sözleşmesi eşittir Erdoğan’a hayır demek gibi bir düşünüşle reddederler miydi? Bir bildirimizin ön yüzünde 6 yaşında bir kız çocuğunun istismarı üzerinden, “çocuk istismarından değil insanların karşılıklı sevgisinden rahatsız olan bu ittifaka izin vermeyelim”, arka yüzünde “kürtajı yasaklayanların egemen olduğu bir gelecek istiyor muyuz?” yazıyordu. 15 yaşında bir oğlanla uzun süre bu bildiri üzerine sohbet ettik. “Ben de şiddete karşıyım ama bu bildiri zinayı savunuyor,” dedi. Niye zinayı savunuyor? Çünkü insanların karşılıklı sevgisinden bahsediyor. Kürtaj diyor. Çocuğun kendisi (ve ailesi), kendi beyanıyla, mevcut sisteme ve anayasal düzene karşı olduğu için okula gitmiyordu. AKP’ye de karşıydı bu arada, tek yol şeriat diyordu. Peki, sen bir kızla diyelim tanıştın hiç flört etmeyecek misin, tanımadan mı evleneceksin deyince, “yok canım, karpuz mu seçiyoruz” diyordu ama.
Açıktan “şeriat gelince sizin gibileri asacağız”, “15 yaşında kızlar evlendirilsin tabii, boş boş gezmelerinden iyidir” diyen kadınlar da oldu elbette. Ama konuşabildiğimiz çoğunluk açısından durum bundan ziyade bizim kandırılmış olmamızdan ibaretti: “Yok yok, öyle olmayacak, mümkün değil”, “4 tane Hüda-Par’lıdan bir şey olmaz”, “Kadınlar izin vermez”, “Zaten ailesi evlendirmesin 15 yaşında, ben evlendirmem”, “Biz geçiniyoruz, sorun yok”, “Şiddet azalıyor”, “Kadınları kim sahiplendirebilir.” Yani biz boşa endişe ediyoruz. Reis zaten izin vermez kadın haklarından feragat edilmesine. Zaten İslam dini kadınların haklarından yana ya, ondan sorun etmeyelim. Erkeklerin her şeyi kendi istek ve menfaatleri doğrultusunda belirlediği İslam ülkelerini de unutalım. Sürtük, çürük demiş olabilir kadın haklarının savunucusu olan reis, evet, ama “size demedi o sürtük diye”, merak etmeyin. O ‘siz’ her kimse, bize dememiş, sorun yok. Yani söz konusu haklar kimisinin gündeminde değil, kimisi içinse tehdit altında değil – veya tek güvencesi mevcut iktidar.
Tüm bunlar pek iç açıcı değil. Sonuçta 1970’ler Amerika’sında da feminizm güçlenirken kadınların aile içindeki cinsiyet rollerinde daha avantajlı olduğunu savunanlar az değildi. Tüm bunlara rağmen bugün bir yandan H.K.G. yaşadığını şiddet olarak tarif edip bundan özgürleştiyse, Nursema’nın isyanı anlatılabilen ve karşılık bulan bir hikayeyse bu biraz da feminizm sayesinde. Ayrıca kadınların kadınlarla bir konuşma alanı her şeye rağmen var. Sadece bu konuşma alanında hakikatler ve hakların dolaşımı ve etkisi hayal etmek istediğimiz şekilde değil. Gerçeklik iktidarın, en çok da reisin ağzından çıkan cümlelerle inşa oluyor bu toplumda. Bu durumda reis bir gün İstanbul Sözleşmesi’nden çekiliyoruz dediğinde önce karşı çıkıp, sonra merak etmeyin 6284 sayılı kanun var diyenler, ertesi gün 6284 sayılı kanunu ‘değiştirmekten’ bahsedilince ağzını bile açmıyor. Sonuçta kendi gerçekliğini kurma iradesini başkasına teslim ettikten sonrası yokuş aşağı. Peki, o zaman yine aynı soru, kadınlar kime oy verdikleri üzerinden geleceğimiz için ‘sorun yok’ veya ‘sorun var’ diye ayrışırken biz hayatlarımızı, varlığımızı savunmak için ne yapabiliriz? Bir hakkımız hedef alındığında eylem yapmanın, basın açıklaması, sosyal medya paylaşımı, bildiri dağıtımının yetmediği, bizi gittikçe geriye düşen bir savunma hattının ötesine taşıyamadığı açık. Bu önemsiz olduğundan değil, ama inşa edilen gerçekliğin kendisine müdahale etmenin tek yolu daha sürekli bir biçimde ve çok daha yaygın örgütlenme üzerine düşünmek. Bu da (yani kitlesel örgütlenme) feminizmin hedefleri arasında mıdır veya nasıl feminist yönteme uygun hale getirilir tartışılmalı elbette – ama bu olmadan başka türlü bir iktidarı var edebilecek toplum mümkün mü, bunu da düşünmek zorundayız.