Biliyoruz ki tüm saldırılara rağmen birbirimizle dayanışmamızdan öğrenerek mücadelemizi sürdüreceğiz; kendi hayal ettiğimiz hayatlara erişene kadar.
İstanbul Sözleşmesi’nden Türkiye’nin ayrılışı ani olsa da beklenmedik değildi. Kadına yönelik şiddet alanında çalışan bir kadın örgütü olarak, süregiden tartışmaların alandaki etkisini nasıl gözlemlediniz?
Leyla: İstanbul Sözleşmesi tartışmalarını genel politik atmosferden bağımsız düşünmek imkansız. Kadınların haklarına çok uzun yıllardır devam eden saldırılar, kadına yönelik şiddetin tam olarak kaynağını besleyen ve yeniden üreten politik söylem, aileyi odağına alan sosyal politikaların hepsinin alanda birebir etkisini görmek mümkün. Bu yaklaşımın kendisi şiddete maruz kalan kadınların desteklere erişiminin önünü kapatan bütün kötü uygulamaların temelini oluşturuyor. Bu mekanizmalardaki 6284 sayılı Kanun’un uygulanmasındaki sorunlar, kadınların hukuki ve sosyal desteklere erişiminin önündeki engeller, sığınakların hem sayıca hem de nitelik bakımından yetersizliği gibi aksaklıkların kökeninde yatan sebep, aileyi odağına alan ve erkek şiddetinin esas kökeninin dayandığı sistemi bilinçli şekilde göz ardı eden yaklaşımın ta kendisi.
Açelya: Bu tartışmaların şiddet uygulayan erkekleri cesaretlendirirken şiddete maruz kalan kadınların mücadelesini zorlaştırdığını biliyoruz. Kadınların Mor Çatı’yla paylaştıkları deneyim bunun en somut göstergesi. Bunun yanı sıra şiddetle mücadelenin kararlılıkla sürdürülmemesinden cesaret alan yalnızca failler olmuyor; kadınlara destek sağlaması gereken kurumların da kötü uygulamalarını bu söylemlerden cesaret alarak sürdürdüklerini, hatta norm haline getirdiklerini görüyoruz. Devlet uluslararası sözleşmeleri umursamadıkça, toplumsal cinsiyet eşitliğine dair söylemi terk ettiğini gösteren hamleler yaptıkça olumsuz uygulamaları değiştirmek için atılan adımlar da tek tek boşluğa düşmeye başladı.
Melike: Bizler alanda çalışırken, bir taraftan uygulamalarda yaşanan sorunları deşifre etmeye çalışırken diğer taraftan da yasaların uygulanması için verdiğimiz mücadeleyle baskı unsuru olmaya çalıştık/çalışıyoruz. İstanbul Sözleşmesi şiddete karşı mücadelede bir güvenceydi ve aynı zamanda devleti şiddete karşı önlem alması için bir yükümlülük altında tutuyordu. Şiddete maruz kalıp Mor Çatı’dan destek alan kadınları kurumlara yönlendirirken yasal haklarından yararlanmaları için İstanbul Sözleşmesi’ne atıfta bulunuyorduk. Bu anlamda bizim için bir sigortaydı. Gelinen son noktada sözleşmeden çıkma kararının kadınları güvencesiz hale getireceğini ve şiddetin önünü açacağını düşünüyorum.
Önümüzdeki günlerde bunun çok acı pratiklerini yaşayacağımızı şimdiden tanık olduğumuz birçok örnekten anlıyoruz. Daha tartışmaların ilk dönemlerinde bile kadınlar kurumlardan destek almaya gittiğinde “İstanbul sözleşmesi kalktı, artık bir şey yapamayız,” tavırlarıyla karşılaştılar. Son birkaç gün içerisindeyse, kolluk görevlilerinin kadınlara “İstanbul Sözleşmesi kalktı; artık uzaklaştırma kararı bile alamazsınız,” dediklerini duyduk. Önümüzdeki günlerde, uygulamalarda yaşanan sorunların bahanesi “İstanbul Sözleşmesi’nden çıktık” gibi sebepler olacak. Dayanışma içerisinde olduğumuz kadınlar şiddetin suç olduğunu ve şiddetten uzaklaşmak için yasal hakları olduğunun bilincindeyken, şimdi “Dayak serbest mi oldu?” diye kadın örgütlerini arayan kadınlar var. Bu karar hem saldırganları hem de destek almaları gereken kurumlardaki kötü uygulayıcıları cesaretlendirmiştir.
Tabii ki, haklarımızdan vazgeçmeyeceğiz, iyi ki kadın dayanışmamız var.
Sözleşmenin yürürlükte olduğu süre zarfında şiddetin ve kadın cinayetlerinin önlenememesinin nedenini sözleşmeye bağlayanlar olduğu gibi “Zaten uygulanmıyor diyorsunuz; o zaman çekilmenin ne önemi var?” diyenler de oldu. Bu konu hakkında yorumlarınız neler?
İlke: Uygulamada pek çok sorunla karşılaşılıyor elbette. Bu yeni bir durum da değil. Türkiye’nin sözleşme imzalanmadan önce de var olan iç hukukunun ya da düzenlemelerinin uygulanmasında da sorunlar yaşanıyordu. Ama iç hukuktaki yasaların ne önemi var mı deniyordu? İstanbul Sözleşmesi hatırlatılarak destekler sağlanabilen pek çok vaka da oldu bizim deneyimimizde. 6284 sayılı Kanun, halihazırda aksaklıklarına rağmen uygulamada yer bulan, şiddet gören kadınları korumada son derece önemli kanun. Bir de sözleşmenin önerdikleri, tek başına pratikte işletilen uygulamalar değil. İstanbul Sözleşmesi’nin aynı zamanda politik bir mutabakat olduğu unutulmamalı. Yani şiddetin önlenmesi için devletin bütüncül politikalar geliştirmesi, örneğin yeterli sığınak açılması, sığınakların işleyişinin kadınları destekleyecek hale getirilmesi de sözleşmeye içkin konular. İmzacı hükümetlerin bu konuda adım atacaklarının ve iç hukuklarında buna istinaden değişiklikler yapma iradesi göstereceklerinin bir ifadesi aynı zamanda İstanbul Sözleşmesi. Kadına yönelik şiddet konusunda politik dönüşümler, devlet kurumlarının yeterli hale getirilmesi kısa erimli işler zaten olamaz. Kadın örgütlerinin de iyi uygulanmadığını söylemesi ve uygulamadaki aksaklıkları dile getirmesi sözleşmenin işlevsiz olduğu/olacağı anlamına gelmez.
Kübra: Öncelikle sözleşmenin uygulanmasına dikkat çekmek, kötü uygulamaları açığa çıkarmak sözleşmenin niteliğini azaltmaz ya da işlemediği anlamı taşımaz. Sözleşmenin var olması fakat uygulamada birtakım sorunlar olması ile hiç olmaması arasındaki kayıpları iyi değerlendirmek gerekiyor. Çünkü İstanbul Sözleşmesi temelde kadına yönelik şiddetle mücadelede çok önemli bir dayanak aynı zamanda. Şu anda İstanbul Sözleşmesi zaten uygulanmıyorsa çekilmenin de bir önemi yok demek, başka hakların da mahrumiyetini peşinde getirecek bir tehdidi göz ardı etmek olur diye düşünüyorum.
Bir yandan İstanbul Sözleşmesi sadece halihazırda işletilen uygulamalara dair değil, aynı zamanda “kadına yönelik şiddeti” tanımlayarak taraf devletlerin kadına yönelik şiddetle mücadeleye dair politika ve tedbirler geliştirmesini de kapsıyor. Bu da ilgili önlemler alınmadığında talep edebilmenin dayanağını oluşturuyor.
Selime: Türkiye’de pek çok konuda olduğu gibi kadınları ilgilendiren kanunlar ve uygulama arasında gittikçe derinleşen bir boşluk var. Bunun en açık göstergesi kadınların yasal kürtaj haklarına kamu hastanelerinde erişemiyor oluşları. Aynı durum İstanbul Sözleşmesi için de geçerliydi, 6284 sayılı Kanun için de geçerli. Kadınlar haklarından yararlanamaz ya da bu haklara erişmekte ciddi güçlük yaşarken, bu kötü uygulamalar karşısında herhangi bir yaptırım söz konusu değil. Bu durumun pandemi süresince nasıl yaşandığını izleyen raporlar hazırladık; kadınları onca kötü muameleye maruz bırakan, kimi zaman can güvenliğini tehlikeye atan yetkililer hakkında hiçbir şey yapılmadığını biliyoruz. Ne de olsa kadınların hayatları değersiz. Sözleşme karşıtları tabii ki bu gerçeği manipüle ediyor. Fakat diğer yandan her kadını koruduğunu iddia eden devlet de yalan söylüyor. Bu koşullara rağmen sözleşme önemli çünkü sistemin ve uygulamanın nasıl olması gerektiği konusunda dayanak oluşturuyor. Tüm bu kötü uygulamalarda mücadele ederken de çok önemli bir araç.
İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmenin sonuçlarını uygulamada nasıl göreceğiz? Kadınların şiddetten uzaklaşma mücadelelerini nasıl etkileyecek sizce?
Leyla: İstanbul Sözleşmesi şu anda şiddeti önlemede ve kadınların şiddetten uzaklaşmasında hayati önem taşıyan sığınaklar, danışma merkezleri, tüm ulusal yasal mevzuat, sosyal destekler gibi ne kadar mekanizma varsa hepsinin güvencesi; kadınların hayatları üzerinde doğrudan etkisi var. Ancak İstanbul Sözleşmesi uygulamada en çok yerel mevzuatın tıkandığı ya da destek mekanizmalarının işletilmediği noktada işimize yarıyor. Kadınların şiddetten uzaklaşmak için alabilecekleri desteklerin bazıları yerel mevzuatların hiçbirinde tam olarak tanımlı değil. İstanbul Sözleşmesi tüm bu boşlukları dolduran bir nitelikte. Ayrıca İstanbul Sözleşmesi ne zaman destek mekanizmalarında kötü bir uygulamayla karşılaşsak ilgili kuruma baskı kurabilmemize yarıyor; bizlere “İstanbul Sözleşmesi var ve uygulamak zorundasınız,” deme şansı veriyor. İstanbul Sözleşmesi hukuki bir metinden çok öte, kadınların şiddetten uzaklaşması ve erkek şiddetinin önlenmesi için elimizde ne var ne yoksa hepsinin güvencesi, adeta tüm mekanizmaları güvence altına alan bir şemsiye. Bu nedenle İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmek kötü uygulamaların önünün açılması, keyfi ihlallere alan açılması, cesaret verilmesi ve bizlerin elimizdeki ısrarcı olma, baskı kurma araçlarından birini kaybetmemiz anlamına geliyor.
Aslı: Yaşanan şiddet ile hesaplaşma zemininin hasar gördüğü durumların kadınların yaşamlarında birebir karşılığı oluyor. İstanbul Sözleşmesi’nin feshedilmesi yönünde atılan adımlar çok açık bir biçimde devletin kadından yana olmadığının göstergesi. Her kadının yaşadığı şiddet sonrasında kendine has başa çıkma ve güçlenme yöntemini oluşturduğunu bilmekle birlikte, güçlenme sürecini etkileyen birçok faktör olduğunu da görüyoruz. Yaşanan şiddetin hukuken bulduğu karşılık bunlardan birisi. Kadınlarla biricik fakat münferit olmayan şiddet deneyimlerinden itibaren dayanışma kurarken genellikle ilk konuştuğumuz şey yaşadıkları şiddetin bir suç olduğu, bunu yaşamayı hak etmedikleri oluyor. Erkek şiddetinin suç olduğunu bir başka kadından duymanın güçlendirici etkisini gördüğümüz kadar, yasalar gereğince uygulanmadığında karşılaştığımız kötü pratiklerin kadınlarda nasıl karşılık bulduğuna da tanıklık ediyoruz. Tam da kadınları kontrol etmenin ve cezalandırmanın bir yolu olarak kullanılan erkek şiddetinin bu kötü pratiklerle pekiştirildiğini, kadınların yaşamlarına ilişkin söyleyecekleri sözün uygulayıcılar vasıtasıyla çeşitli biçimlerde baskılanmaya çalışıldığını görüyoruz. Feminist kadınlar olarak daima bir yol bulmak, yoksa da o yolu üretmek için mücadele edeceğimize güvenmekle birlikte, uygulamada daha şimdiden İstanbul Sözleşmesi’nin feshiyle keyfi ihlallerin alanının açıldığını görmek mümkün.
Sözleşmeden çekilmek için kampanya yürüten gruplar, kararın hemen ardından 6284 sayılı Kanun, CEDAW ve Lanzarote gibi sözleşmelere karşı kampanyalarına devam etmeye başladı. Sizce bu saldırılar nasıl geri gidişlere neden olacak?
Açelya: Her şeyden evvel başka geri gidişlerin olmaması için kadınlar olarak elimizden geleni yapacağımıza inancım tam. İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararı devletin kadınların ve çocukların haklarına ve toplumsal cinsiyet eşitliğinin inşasına ilişkin tavrını açıkça ortaya koydu. Bu nedenle saldırıların diğer sözleşmelere ve 6284 Sayılı Kanun’a karşı da daha açıktan geleceğini düşünüyorum. Devletin bir süredir CEDAW da dahil uluslararası sözleşmelerdeki yükümlülüklerini yerine getirmekten imtina ettiğini, önceden söylem düzeyinde de olsa savunulan toplumsal cinsiyet eşitliğini artık ağzına bile almaz olduğunu biliyoruz. 6284 sayılı Kanun’un uygulanmasında, yürürlüğe girdiği günden bu yana karşılaştığımız zorlukların son yıllarda daha da arttığına tanıklık ediyoruz. Kanun uygulayıcıların benimsediği cinsiyetçi tutumların ve kadınların hayatını ve özgürlüğünü değil aileyi ön planda tutan yaklaşımlarının daha kötüye gideceği de ortada. Bunun yanı sıra kanunda yer alan İstanbul Sözleşmesi referansını kaldırırken kadınların aleyhine düzenlemeler yapacaklarından, kötü uygulama olarak tarif ettiğimiz uygulamaların hepten önünün açılacağından endişeliyim.
Elif: Bir yandan her sözleşmeyi/kanunu kendi özelinde (CEDAW ayrı, İstanbul Sözleşmesi ayrı, Lanzarote ayrı gibi) ayrı ayrı düşünmek gerektiğini, her sözleşmenin kadınların hayatı üzerindeki özgül etkisini gözden kaçırmadan analiz yapmamız gerektiğini düşünüyorum. Bu saldırıları anlarken özellikle İstanbul Sözleşmesi’nin şiddetten uzaklaşmak için mücadele veren kadınların hayatları için somut olarak ne anlama geldiğini unutmamamız gerekiyor. Ancak bir yandan da toplu olarak bu saldırıların ne anlama geldiğinin adını açık ve net koymak gerekir diye düşünüyorum: kadın düşmanlığı ve cinsiyet eşitliğinin reddedilmesi. Buradan baktığımızda açık ve net ki kadınların kamusal olarak varlıklarına, hayata özgür ve eşit biçimde katılımlarına karşı yürütülen bir saldırı bu. Dolayısıyla kadınların varlığına ve katılımına dair her anlamda bir geriye gidişe neden olabilir. Ama tam da bu nedenle, saldırılar bu kadar toptan ve köklü bir ortadan kaldırma amacı güttükleri için, bizim de çok kuvvetli bir feminist mücadele hattı örebileceğimizi düşünüyorum. Bu potansiyelin sinyallerini hepimiz aslında birbirimizden alıyoruz bence.
Selime: Bu kadın düşmanlarının nihai hedefinin kadınları erkeklere mecbur bırakmak olduğu ortada. Saldırdıkları her hak aslında kadınların alternatiflerini yok etmeye yönelik. Kadınlar üzerinde sonsuz egemenlikleri olsun istiyorlar. Burada asıl endişe verici olan, her ne kadar argümanlarını “bizim değerlerimiz” üstüne kursalar da Avrupa’da yükselen kadın düşmanları ile aynı lafları edip aynı taleplerde bulunuyorlar. İletişim Başkanlığı’ndan yapılan açıklamada bu ülkelere referans verilmiş olması tesadüf değil. Burada umut verici olan tek şey ulus aşırı feminist mücadelemiz. Çekilme kararının ardından sayısız dayanışma mesajı aldık, almaya devam ediyoruz.
Mor Çatı 30 yıldır kadına yönelik şiddet alanında mücadele eden bir kadın örgütü. 30 yıl boyunca Türkiye’de kadına yönelik şiddetle mücadelede atılan adımlar ve geriye gidişleri düşündüğünüzde bu kararı farklı görüyor musunuz?
İlke: Evet, bu kararı farklı görebiliriz. Öncelikle bu, Cumhurbaşkanı’nın kendi imzaladığı bir sözleşmeydi. Böyle bir sözleşmeyi imzalamakla da çok önemli bir adım attıklarını çeşitli uluslararası platformlarda ve ülke içinde uzun süreler dile getirdi hükümet. Ve yine aynı Cumhurbaşkanı ve hükümet sözleşmeyi karalayarak geri çekildiklerini iletti. Son 10 yıl içerisinde şiddetin arttığını ve uygulamadaki sorunların derinleştiğini görüyoruz. Bakanlık ismi değişiklikleri, kadına yönelik şiddetle mücadele iddiasıyla kamu kurumlarının işleyişinin neredeyse tamamen değişmesi, ilgili kurumların bağlı olduğu yerlerin farklılaşması, açılan ŞÖNİM’ler vs. gibi pek çok değişiklik oldu. Fakat bunların en azından bir kısmı kadın örgütleri ya da alanda çalışan kadınlarla az da olsa irtibatı sağlayarak oldu, konular her zaman kadınların istediği gibi sonuçlanmasa da. Ya da kadına yönelik şiddetle mücadele adı altında yapılan değişikliklerdi. Oysa şu anda karşı karşıya olduğumuz şey hükümetin bütün ilgili kurumları ve kişileri hiçe sayması. Ayrıca kadına yönelik şiddetle mücadelede uluslararası düzeyde en ileri düzenlemelere sahip bir sözleşmeden çıkmak, bu mücadeleden de çekilmek anlamı taşıyor. Durum böyleyken ve kendi iktidarları döneminde de şiddet bu kadar artmış ve kamu kurumlarının işleyişi bu kadar kötü hale gelmişken, başka sözleşme veya düzenlemelerle daha iyisini yapacaklarını iddia etmeleri de hiçbir inandırıcılık taşımamakta.
Gülsun: Bu kararı diğer davranışlardan farklı görmüyorum, aksine diğerlerinden daha da sertleştiklerini düşünüyorum. Çünkü bizler dünyada ve Türkiye’de artık daha çok kendimiz için, yapmak istediklerimiz için ve olmak istediğimiz yer için mücadele ederek enerjimizi kendimize döndürmeye, gücümüzü kendimize döndürmeye başladık. Kadınlar güçlendiği için bu sert, acımasız ve çok öfkeli kararlarını almış olduklarını düşünüyorum. O yüzden de onlara bakınca kendi gücümüzü görüyorum.
Siz bundan sonra mücadele hattınızı nasıl kurmayı planlıyorsunuz? Kadınlara çağrınız var mı?
Leyla: Bu gelişme elbette hepimizi çok üzdü ve öfkelendirdi, büyük bir “kayıp” duygusu ile baş başa bıraktı. Ancak bizler biliyoruz ki şu anda kadına yönelik şiddet meselesinde elimizde ne kadar mekanizma varsa, hepsini kadın mücadelesiyle elde ettik. Hiçbiri bize birileri tarafından bahşedilmedi. Türkiye feminist hareketinde genellikle doğrusal bir çizgimiz olmadı, bir şeyleri elde ettik, kaybetme tehdidi altında kaldık, mücadele ettik, geri aldık, yeniden kaybetmeyle yüzleştik. Bu döngüsel biçim çok yorucu olmakla birlikte bize bir direnme gücü verdi; bu gücü her zaman örgütlü mücadelemizden ve kadın dayanışmasından aldık. Bundan sonra da en iyi bildiğimiz şeyi yapacağız; bir feminist olarak bu dünyada en çok kadınların mücadele gücüne, direncine ve dayanışmamıza güveniyorum.
Açelya: Mor Çatı’ya maruz kaldığı şiddet nedeniyle başvuran kadınlar tüm bu zorluklara rağmen; ayrılmaya çalıştığında failin daha çok öfkeleneceğini düşündükleri halde, ailesinin yanında olmayacağını, evden çıktıklarında yeterli desteğe ulaşamayabileceklerini ve önlerinde çok zorlu bir yolun olduğunu bildikleri halde kendi hayal ettikleri gibi, şiddetsiz bir hayat için mücadelelerini sürdürüyor ve çoğu zaman arkalarına bile bakmadan yol alıyorlar. Biliyorum ki tüm saldırılara rağmen birbirimizle dayanışmamızdan öğrenerek mücadelemizi sürdüreceğiz; kendi hayal ettiğimiz hayatlara erişene kadar.
Gülsun: 2002’den bu yana aldığım başvurularda sürekli güçlendiğimi hissettim. Her Mor Çatı’ya geldiğimde, kadınlarla yüz yüze, telefonda görüştüğümde onların şiddetin içinde hayatta kalmak için var olan güçlerini enerjilerini, geliştirdikleri becerileri o evliliği, birlikteliği, aile yapısını sürdürmek için kullanmalarını gördükçe adamların ne kadar güçsüz olduğunu ve korkularının sebebinin kadınların gücünden kaynaklandığını anlamış oldum. O yüzden umudum var. Kendimize, verdiğimiz mücadeleye, geride bıraktığımız zamana dönüp baktığımda, Yoğurtçu Parkı’nda üç bin kadın yürürken bugün Taksim’de onbinlerce kadın, genç kadınlar yürürken ve Mor Çatı’da kadınlarla çalışırken umut doluyorum. Umudumu elimden almaları mümkün değil. Evet bu kararları verme gücü her zaman için güçlü bir şekilde onlarda. Bize karşı mücadele etmek, bizi sindirmek, bizi güçsüzleştirmek, her şeyden önce bizim gücümüzü alıp kendi yapmak istedikleri planlar, programlar, hayaller, hedefler doğrultusunda kadınların gücünü kullanabilmek için üstümüzde daha da sert planlar kurmaları, baskıyı artırıp sıkıştırmaları çok doğal geliyor. Kadınlara bakınca gücümüzü görüyorum. Baskı ve sindirmek çabaları karşısında tekrar ve tekrar kendi gücümüzü de görüyorum. O nedenle umudum var.