Ahmet Minguzzi davası üzerinden yükseltilen “öldürenler çocuk olarak yargılanmasın” çağrılarının ne kadar tehlikeli olduğunu konuşmadan önce, bu iktidarın çocukların ölümü ile gerçekten ilgilenip ilgilenmediğine bakalım istedim. Hangi yaşamlar değerli? Hangi çocukların ölümü önemsiz?

En başta söylemiş olayım, konu “Batı Ağıl düşerken Gondor neredeydi”[1] değil. Daha başka ölümlerin yaşanmaması için hakikatin üstünü örtecek bir toz bulutuna mı kapılacağız, bir derin nefes alıp buraya giden yolu fark edip bununla mücadele mi edeceğiz?
İstanbul Barosu Çocuk Hakları Merkezi’nin Mattia Ahmet Minguzzi davasına gözlemci olarak katılma talebi reddedildi. Baro, açıklamasında “çocukların yaşam hakkı ve adil yargılanma hakkı evrensel insan haklarının temelini oluşturmaktadır,” dedi ve ardından fırtınalar koptu. Bazı insanlara göre cinayeti işleyenler çocuk olarak yargılanmamalıydı. Peki ne olursa insanlar mutlu olacaktı? Ne kadar ileri götürülen bir ceza insanların “adalet duygusu”nu tatmin eder? Linç ve nefret hızla örgütlenebilen silahlarken, bir çocuğun bir başka çocuk tarafından öldürülmesine giden korkunç yolda esas gerekçeleri ve esas failleri konuşabilecek miyiz? Yakın zamanda Ayşenur Halil ve İkbal Uzuner katledildiğinde, sosyal medyada cinayet günlerce magazin gibi takip edildi ve katil Semih Çelik’in psikolojisi mi bozuk diye tartışmalar sürerken bu cinayetlerin neden önlenemediğinin, bu kişinin katil olmasını teşvik eden patriyarka ve şiddet ortamının üstü örtüldü (feministler açısından bu böyle olmadı tabii ki). Şimdi de Minguzzi’yi bıçaklayan çocuklar için “bunlar zaten mafya, karanlık kişilerin eline düşmüş” gibi yüzeysel tespitler bu çocukların neden suça sürüklendiğinin toplumsal ve sosyolojik gerekçelerini görünmez kılıyor.
Çocuklar gerçekte, devlet tarafından önemseniyor mu yoksa çocuklara totaliter, patriyarkal kapitalist politikalarında araç olarak kullanılan girdiler olarak mı bakılıyor? Çocuklarımız kötü etkilenir diyerek kadınların soyadını kullanmasının önüne geçmek istediler; çocuklarımızı taciz mi ediyorlar diyerek adeta bir pogrom çağrısı yapıp göçmenlere saldırdılar; çocuklarımızın gelişimini koruyalım diyerek LGBTİ+ nefretini körüklediler; çocuklarımızı “yiyorlar” gibi bir dinozor anlatısı ile köpeklere saldırıyorlar. Bu iktidarın çocuklarla esas temasına birtakım başlıklar ve yaşananlarla değinmeye çalışacağım.
İktidarın umurunda olmayan bir çocuk kesimi mesela lubunya çocuklar. 2025’te ilan ettiği aile yılında özellikle takıntılı olduğu konuların başında LGBTİ+lar geliyor. Sosyal medyayı çocuklara kısıtlayalım, dizi/film platformlarını yasaklayalım, Roblox, Watpad kapatalım gibi söylem ve uygulamalarında sıkça dillendirdikleri, “cinsiyetsizleştirme politikası”, “gençlerimizin ahlakı”. Yakın zamanda tartışılan TCK ve Medeni Kanun’da değişiklik öngören taslak torba yasaya göre cinsiyet uyum süreci adeta imkansız hale getirilmek isteniyor ve dahası “biyolojik cinsiyete ve genel ahlaka aykırı tutum ve davranışta bulunmayı alenen teşvik eden, öven veya özendiren kişi”yi suçlu tanımlıyor. Kuşkusuz ki bu iktidarın lubunya çocukların sağlıklı bir ortamda büyümesi gibi bir derdi yok.
Ya da çocuk yoksulluğu ile de iktidarın bir derdi yok. Geçtiğimiz günlerde, proje okullarda yaşanan, öğretmenlerin keyfi şekilde atanmalarına karşı başlayan eylemlerde, öğrenciler öğretmenlerine sahip çıkarken MESEM’lere de ayrıca değiniyordu. En son Beylikdüzü’ndeki eylemde bir liseli “Eğer çocuklar fabrikalarda ölecek kadar büyük görülüyorsa, öğretmenlerinin hakkını arayacak kadar da büyüktür,” diyordu. MESEM’ler ile bu iktidar sermayeye bedava çocuk emeği sağlıyor. Çocuklar iş cinayetlerinde ölüyor. TÜİK 2024 verilerine göre 15-17 yaş grubunda çocukların işgücüne katılma oranı %24,9. İSİG Meclisi verilerine göre de “son 12 yılda en az 742 çocuk çalışırken hayatını kaybetti”, 2025 ilk dört ayında 20 çocuk iş cinayetinde öldü. Bu rakamlar iktidarı harekete geçirmek şöyle dursun, Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin açıkça MESEM’lerin “Türkiye’nin sürdürülebilir kalkınmasında hayati konumda olduğunu” söyleyebiliyor. Çocuk işçiliği sermayenin çıkarları doğrultusunda artıyor.
Çocuk yoksulluğuna değinirken bununla doğrudan bağlantılı olan eğitime de söz etmemek olmaz. Mevcut iktidar 20 sene içerisinde okulların büyük kısmını imam hatipleştirdi, eğitim içeriğini patriyarkal ve bilimden uzak düzenlemelerle boşalttı, eğitimi bile rant alanı haline getirerek piyasalaştırdı. Müfredatın son hali “Yerli ve milli, milletimizin maneviyatına ve fıtratına saygılı” olarak tanımlanıyor. Bu eğitimde tabii ki çocuklar “fıtratına uygun”, yani patriyarkal kodlara göre yetiştirilmeye çalışılıyor, hatta bir ara kız ve oğlan çocuklar ayrı sınıfta okutulsun gibi öneriler bile atıldı ortaya. Ders kitaplarında uzay görselinde bile erkeğin işe gittiği, kadının ev işi yaptığını görüyoruz, daha ne örnekler var. Eğitim-Sen’li öğretmenlerin “toplumsal cinsiyet eşitliği” dersine MEB “adli ve idari soruşturma başlatacağını” duyurdu ve bir öğretmeni açığa aldı. 4+4+4 sistemine geçilirken özellikle kız çocuklarının eğitim hakkının engelleneceğini söyleyerek karşı çıkmıştık, öyle de oldu. Özellikle yakın dönemde derinden hissettiğimiz ekonomik krizle de, yoksul hanelerde eğitime ayrılacak bütçe olmadığında ev işlerine yardımcı olur denerek eğitimden çekilen kız çocukları oluyor, bu kız çocukları mevsimlik tarım işçisi olarak çalışıyor ya da evlendiriliyor (oğlan çocukları da hane dışında gelir getirecek işlere yönlendiriliyor). MEB 2023-2024 verilerine göre eğitim dışındaki çocuk sayısı %38,4 artmış.
Enflasyon artarken, insanca yaşamı imkânsız kılan asgari ücret ve artan işsizlikle çocuklar okula beslenme çantaları boş ya da sadece karbonhidrat ile gidiyor. O beslenme çantalarını doldurabilmek için, haneye girebilen bütçeyle en ucuz yiyeceği bulabilmek amacıyla çarşı market gezen ve sonra o malzemeyi yettirebilecek şekilde işleyen kadın emeği oluyor. Hatta kadınlar öğün atlıyor. Meclise muhalefet partilerinden ara ara gelen “öğrencilere bir öğün ücretsiz yemek verilmesi”ne ilişkin öneriler AKP-MHP oylarıyla reddediliyor.
Çocuk istismarı da her fırsatta çocukları önemsiyormuş gibi konuşan iktidarın derdi değil. Ensar Vakfı davasında “bir defalık olmuş bir durum” diyerek kurumu yıpratmayın çağrısı yapan da, Narin Güran öldürüldüğünde “ailesi dostumuzdur, üzmeyelim” diyen de aynı iktidardı. İsmailağa Cemaatine bağlı Hiranur Vakfı’nda altı yaşında bir çocuğun istismarı protesto edilirken de benzer kesimler “bu dava üzerinden dinimize dil uzatıyorlar” diyebiliyorlardı. Artık öyle ki geçtiğimiz aylarda ülkenin İçişleri Bakanı, ölü bulunan altı yaşındaki Fatma El Muhammed için “köpekler yaptı” açıklamalarıyla köpek katliamına çağrı yaptı, Altındağ’da birçok köpek zehirlenerek öldürüldü, daha önce katliamıyla duyulan barınak işkencehanelerine kapatıldı, köpekleri besleyen kadınlar tehdit edildi. Birkaç ay sonra çocuğu istismar eden ve öldürenin yan komşu olduğu ortaya çıktı.
Aynı iktidar, çocuk istismarına karşı önlem almak şöyle dursun her fırsatta “çocuk yaşta evlilik” diyerek çocuk istismarında rıza, evlilik yaşını düşürme, af gibi gündemleri de önümüze getirdi. Çocuk istismarını adeta yasalaştırma çabalarını, feminist hareket, kadın hareketi mücadelesi ile engelledi.
Göçmen çocukların işçiliği, istismarının gündeme girebilmesi ise neredeyse imkansız. 17 yaşındaki Ahmet Handan El Naif bir işçi çocuktu ve Kayseri’de Temmuz 2024’te başlayan ırkçı saldırıların bir uzantısı olarak Antalya’da öldürüldü. 15 yaşında Abdullatif Davvara parkta oynarken 12 kurşunla öldürüldü. Sadece sosyal medyada birkaç fotoğraf döndü. Irkçılık o boyutta ki Gaziantep’te 11 yaşındaki Emir Bakı Bayındır’ı gürültü yapıyor diye tüfekle öldüren fail “çocukları Suriyeli sanıyordum, Türk çocuklarının bu kadar terbiyesiz olduğunu düşünmedim” diyerek savunma yaptı. Bu çocuklar için “adalet” diye bağıranların sesi bir avuçtu.

Ahmet Minguzzi davası üzerinden yükseltilen “öldürenler çocuk olarak yargılanmasın” çağrılarının ne kadar tehlikeli olduğunu konuşmadan önce, bu iktidarın çocukların ölümü ile gerçekten ilgilenip ilgilenmediğine bakalım istedim. Hangi yaşamlar değerli? Hangi çocukların ölümü önemsiz? Önemli gibi gösterilenler bile aslında siyasi çıkar için kullanılıyorken…
Hayvan yasasını çıkarırken de çocukların yoksulluk, ölüm, istismarı ile asla ilgilenmeyen kesimler korktuğu için araba çarparak ölen bir çocuğun ölümünü kullandılar, köpek üretip ticaretini yapan babası dahil. Çocukları araçsallaştırarak yapılan bu hedef gösterme sistematik bir saldırı boyutuna geçti, bir insanı/çocuğu öldüren fail rahatça sokakta dolanırken suçlu ilan edilen köpekler katledildi, hayvanlara bakım veren iki kişi, Ülker Güleryüz evi yakılarak, Şevket Yerdeşen silahla vurularak öldürüldü.
Biz kadın cinayetlerinde, cinsel istismar tartışmalarında, erkek şiddetini önleyici hiçbir politika uygulanmayıp “hadım edilsin, idam gelsin, ceza artırılsın” sözlerinin sarf edilmesinden bu senaryoyu maalesef biliyoruz. İktidarın yakın zamanda tartıştırdığı TCK ve Medeni Kanun’da değişiklik öngören torba yasa taslağında da 23 Nisan’da Adalet Bakanının bahsettiği 10. Yargı Paketi’nde de kadınlara yönelik suçlarda ceza indirimleri, aflar düşünülürken en temel anayasal hak olan protesto hakkımızı kullanırken maruz kaldığımız gözaltılardan tutukluluk çıkarmaya çalışıyorlar. Yani artırmak istedikleri tüm cezalar günün sonunda hak mücadelesi veren kesimlere karşı kullanılıyor.
Şu anda “çocuğumuz için adalet” diyen mevcut iktidar Minguzzi ailesini ziyaret ederken (ki edilmeli zaten, bu örneği ikiyüzlü politikalarını fark edelim diye veriyorum), örneğin, devletin kolluk güçlerince kafasına biber gazı fişeği atılarak 15 yaşında öldürülen Berkin Elvan’ın annesini yuhalatıyor, anne ve babasına cumhurbaşkanına hakaretten dava açabiliyor. Bunu yaparken de hiç utanmıyor. Çorlu tren faciasında ölen dokuz yaşındaki Oğuz Arda Sel’in annesi Mısra Öz esas sorumlular yargılanmadığı sürece bu dava kapanmaz dedi diye sosyal medya paylaşımları yüzünden kendisine para cezası kesiliyor. 10 Ekim gar katliamında ölen dokuz yaşındaki Muhammed Veysel Atılgan söz konusu olduğunda da, “esas” sorumluların ve devletin doğrudan sorumluluğunun ısrarla üstü kapatılmak isteniyor. Ya da Kürt illerinde zırhlı araç çarparak ölen çocuklar için, mayına basarak ölen çocuklar için, 12 yaşında havan mermisi ile öldürülen Ceylan Önkol için, 12 yaşında 13 kurşunla öldürülen Uğur Kaymaz için, Cizre’de günlerce süren imha saldırılarında sokağa çıkma yasağında bedeni buzdolabında saklanmak zorunda kalan 10 yaşındaki Cemile Çağırga için “adalet” umrunda olmadı bu devletin. Aynı devlet aklı değil mi Erdal Eren’in yaşını büyütüp asan?
Özetle, OHAL ilan ettiğinde ilk işi çocuk hakları çalışan dernekleri kapatmak olan, kayyım atadığında çocuk ve kadın merkezlerini kapatan bu iktidar, bir çocuğun ölümü üzerine yasal düzenleme tartışmaya başladığında çekinmek lazım. Şimdilik basına yansıdığı kadarıyla suça sürüklenen çocuklarla ilgili önleyici tedbirler için de cılız bir iki cümle kursalar da özellikle iktidar tarafından gelen düzenleme söylemleri infaz sisteminde bir değişiklikle suçun niteliğine göre “çocuk suçlular”a müebbet ve ailelere de cezai yaptırım planı şeklinde. İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme sonrası aynı kadın düşmanı çevreler, Lanzarote Sözleşmesi’ne[2] dönük de “sapkın, cinsiyetsizliği amaçlıyor, iptal edilsin” çağrıları yapıyor. Suça sürüklenmiş çocukları canavarlaştıran söylemlere kapılmak yerine bu çocukların nasıl, kim tarafından ve mevcut sistemin yürütücülerinin el altından sağladığı hangi desteklerle mafyalaştırıldığını, çeteleştirildiğini dert edinmemiz ve buna karşı bir söylem, mücadele geliştirmemiz gerekiyor.
2025 yılı sadece aile yılı ilan edilmedi, aynı zamanda devlet “normal doğum eylem planı” açıkladı, bazı futbol kulüpleri hiç utanmadan pankart açtı, tıp merkezlerinde planlı sezaryen yasaklandı, Cumhurbaşkanı yine en az üç çocuk diyor. “Doğum oranları düşüyor, artırmalıyız” gerilimi ile en sıcak başlıklardan birisi yine kadınların doğurmasına teşvik politikaları. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Mahinur Özdemir Göktaş geçtiğimiz günlerde “askere gönderecek çocuk bulamayabiliriz,” diyerek derdini açıkça söyledi. Gönül isterdi ki ben burada aslında “gönüllü çocuksuzluk” üzerine yazayım, ama tüm bu çerçeveye de bakınca, doğurmak isteyen için de, doğmuş olan için de, çocuk hakları nerede? İşte böylesine çocuğa düşman bir sistem içerisinde kadınlardan daha fazla işçi ve asker doğurması isteniyor. Hadi oradan.
[1] Yüzüklerin Efendisi serisinde miğfer dibi savaşı yaklaşırken Aragorn’un Gondor’dan yardım isteme önerisine karşı Rohan kralı Theoden’in kendilerinin daha önce yalnız bırakıldıklarını hatırlatarak yardım istemeyi reddetmek için, yalnız olduklarını söylemek için kullandığı sözdür.
[2] Lanzarote Sözleşmesi, Çocukların Cinsel Suistimal ve Cinsel İstismara Karşı Korunmasına İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi’dir ve Türkiye bu sözleşmeyi 2007’de imzalamıştır.