Aslında bir kadın için yaşlanmak değil, yaşamı boyunca kendisine kadın oluşu üzerinden dayatılan eşitsizliklerin birikimi sorun yaratıyor. Tüm bunlar bize kadınları, kadınlığı, cinsiyetçiliği konuşmadan yaşlılığı konuşamayacağımızı gösteriyor.

Yaşlı ya da genç olalım, her gün hepimiz yaşlanıyor olsak bile yaşlanmaya ve yaşlılığa dair önyargılar hepimizde var. Yaşlılar yetişkin odaklı toplumun ötekileri. Çocukların ne yapıp neyi yapamayacaklarını belirleyen, öznelliklerini ve iradelerini yok sayan bu yetişkin dünyanın çocukları hizaya sokması yetişkincilik (adultism) kavramıyla tartışılır hatta. Bu kavramı neoliberal değerleri iliklerine kadar içselleştirmiş yetişkinlerin yaşlılara yaptıklarını kapsayacak bir şekilde genişletebiliriz. Özellikle son günlerde sosyal medyada çokça tartışıldığı üzere, yaşlıların hangi saatlerde dışarı çıkıp çıkamayacaklarının tartışmaya açılması buna bir örnektir. Bununla birlikte çocuklar ve yaşlılar sürekli benzeştirilirler; bilişsel yetilerini kaybetmeye başlamış ya da “huysuz” bulunan yaşlıların iyice çocuklaştığı ifade edilir. Bu benzeştirme konuşmalarımızda kendini açık eder, yani yaşlılarla çocuklarla konuştuğunuz gibi konuşmamızda: kısa cümleler, bol duraksamalar, “çok şirin ya” gibi ifadeler, komut vermeler… Ya da yaşlılar için açılan gündüzlü sosyal hizmet merkezlerine yaşlı kreşi demek mesela.

Böyle bir girişle başladığım bu yazıda sürekli ötelediğimiz yaşlılığı, yok saydığımız yaşlanıyor olduğumuz gerçeğini feminist perspektifle ele alacağım. Esas olarak yaşlanma, bir tarafının feminist perspektifle değerlendirileceği bir olgu değil, tam olarak feministlerin meselesidir.

Türkiye’de yaşlılığın akademik olarak çalışılmaya başlaması, yaşlılar için yeni sosyal politikaların gerekliliğine dair farkındalık ne yazık ki kendiliğinden olmadı. Türkiye nüfusu içinde yaşlı nüfusun hızla artması bunları zorunlu kıldı. 2014’te Türkiye toplam nüfusunun artış hızı yüzde 10,6 iken yaşlı nüfusunun artış hızı bunun yaklaşık 3 katı yani yüzde 36,2’ydi; 2018 verilerine göre yaşlı nüfus son 5 yılda yüzde 16 arttı.[1] Feministlerin yaşlılık üzerine düşünmeleri için de önce yaşlanmaları gerekti. Elbette tek sebep feministlerin yaşlanması değil, aynı zamanda yaşlı nüfus artışının genç ve orta yaşlı kadınlar için doğurduğu sonuçlardı.

Yaşlı nüfus dediğimizde Dünya Sağlık Örgütü gibi otoritelerin belirlediği 65 ve üstü yaş grubundan bahsediyoruz. Türkiye’de 65 yaş üstü nüfusun genel nüfustaki oranı 2018 için  yüzde 8,8 ve bu oran Birleşmiş Milletler’e göre yaşlı ülke olduğumuz anlamına geliyor. Bu nüfusun artış göstermesi ve genel nüfusa etkileri “yaşlanma tsunamisi” olarak tarif ediliyor. Burada kastedilen, yaşlı nüfusun zorunlu kıldığı sosyal politik düzenlemeler ve bu düzenlemelerin diğer yaş grupları üzerinde yarattığı etkiler. Bu kavram özellikle “bağımlı” yaşlıların ve çocukların bakım gereksinimlerinin topluma etkisini ifade etmek için kullanılıyor. İstatistiki olarak bu etki yaşlı bağımlılık oranı (çalışma çağındaki her yüz kişiye düşen yaşlı sayısı) olarak hesaplanıyor ve bu oran 2018’de yüzde 12,9 olarak kayda geçti. Orta yaşlı kadınlarsa, yaşlılara bakım vermekle mükellef tutuldukları, aynı esnada çocuklarını büyütmekten de sorumlu bulundukları için sandviç kuşak olarak tanımlanıyor.

İnsan ömrünün uzaması aslında daha çok yaşlılığın uzamasıdır ve bu uzun yaşlılık döneminin etkileri tsunami gibi yıkıcı bir ifadeyle anılmasının da gösterdiği üzere yaşlılık bağımlılık, yük ifadeleriyle birlikte anılır. Bir ülkenin senelerce emek veren vatandaşı olsanız da bir zaman sonra sağlık, barınma gibi haklarınız dolayısıyla ülke ekonomisine yük olarak değerlendirilirsiniz. Yaşçılıktır (ageism) bu. Yaşçılığı içselleştirdiğimizdeyse yaşlılıktan sürekli kaçarız. Hele kadınsak yaşımız sorulmaz, yaşlanma karşıtı kozmetiğin hedef kitlesiyizdir, estetik ve plastik cerrahinin sürekli müşterileriyizdir. Hangi yaşta olursak olalım, kendi yaşımız arttıkça yaşlılık başlangıcı olarak gördüğümüz yaş da artar. Artık yaşlandıysak bile yaşlı olduğumuzu kabul etmeyiz, diğer yaşlılarla ortaklaşmayı reddederiz. Eğer yaşlı ve sağlıklıysak yaşlı değilizdir. Yaşlılık hastalıkla özdeşleştirilir ve her halükarda başarılması, aktif olarak sürdürülmesi ve en kötü durumda da barışılması gereken bir durum olarak değerlendirilir.

Yaşlılığa bu bakışın zeminini neoliberalizmin bireyci, rekabetçi, piyasa için üretmeyi, hızı ve değişime uyumu şart koşan değerleri oluşturuyor. Bu perspektiften bakıldığında yaşlılar yavaş, değişime uyum sağlayamayan bireyler olarak görülür ve sosyal güvenlik sisteminden yararlanmaksızın bireysel olarak kendilerini var edemeyenler olarak değerlendirilir; böylece varlıkları “tahammül” edilemez hale gelir. Yaşlılıktan kaçınmak için başarılı ve aktif yaşlanılmalı, yetişkin dünyasına uyulmalıdır. Uyum sağlayamayan yaşlıların, bir şey üretmedikleri gibi üstüne emekli bireyler olarak sadece tüketici oldukları ve bakım, sağlık talepleriyle sosyal güvenlik sistemine, ekonomiye, ekonomiyi ayakta tutan üretici genç ve yetişkin nüfusun omuzlarına yük olduğu, hatta genç ve yetişkinlerin kaynaklarını tükettiği düşünülür. Bu sebeplerle yaşlı nüfusundaki artış, kaynak paylaşımı ve ülkelerin geleceği için orta yaşlı yetişkinler ve gençler tarafından tehdit olarak görülür.

Siyaset bilimci Robert Hudson’un “bütçenin grileşmesi (graying of the budget)” tanımlaması, ana akım medyada bu “büyüyen yükü” kimin omuzlayacağı sorularının açıkça dile getirilmesi neoliberal kaygıların dışavurumu. Öte yandan ekonomist Lester Thurow yaşlı nüfusun baskın bir oy veren bloğu olarak görülüp bu çoğunluğa uygun politikaların hükümetlerce geliştirilmesinin demokrasiye tehdit oluşturacağını ve dolayısıyla zengin ve yoksul çatışmasının yerini yaşlı ve genç nüfusun çatışmasının alacağını iddia ediyor.[2]

Bir yaş grubu olarak yaşlılar cinselliklerinden arındırılmış olsalar da yaşlanma özellikle ileri yaşlarda cinsiyet kazanır. Kadınlaşır. Bununla birlikte yoksullaşır da. Kadınlar hem erken yaşlanır, hem uzun yaşarlar. Genç ya da yaşlı diğer kadınların bakım emeği ise dünyanın her yerinde artan yaşlı nüfusun “yükünü” bertaraf etmek için başvurulacak ilk kaynak olarak görülür. Hele Türkiye gibi muhafazakar ülkelerde ailenin kutsanması ve devlet kurumlarının dinselleşmesiyle birlikte bu anlayış sosyal politikaların tümüne sirayet eder.

Türkiye’de 2018’de yaşlı nüfusun yüzde 55,9’unu kadınlar oluşturuyordu ve bu oran yaş arttıkça artıyor. Eşini kaybetmiş yaşlı erkek oranı yüzde 12,2 iken kadınlarda bu oran yüzde 49,2. Yine kadınlarda dulluk deneyimi yaşla birlikte artıyor; mesela 90 yaş üstü her 10 kadından 9’u eşini kaybetmiş. Bunların yanı sıra sosyal güvencesi bulunmayan 10 yaşlıdan 6’sı kadın; yaşlılarda eğitim seviyesi düştükçe de kadınların oranı artıyor. Yaşlı kadın yoksulluğu, bir kadının yaşamı boyunca maruz kaldığı eşitsizliklerin katmerlenmiş bir sonucu olarak ortaya çıkıyor. Kadınların yaşlı ve çocuklara bakım vermeleri, ev içindeki görünmeyen emeklerine dayalı güvencesiz ekonomik statüleri (ev hanımlığı) sebebiyle gelir elde edememeleri, esnek ve güvencesiz işlerde çalışmaları ve emekli olamamaları kadınları aile kurumuna hapsettiği gibi yaşlılıklarında sadece dul ve yetim aylığı ya da ileri yaşta yaşlılık aylığı gibi gelirlerinin olmasına neden oluyor. Şimdinin güvencesiz kadınları geleceğinin yoksul yaşlı kadınları oluyor. Bu yoksul yaşlı kadınlar da yaşlı ihmal ve istismarının en çok görüldüğü risk grubunu oluşturuyor. Aslında bir kadın için yaşlanmak değil, yaşamı boyunca kendisine kadın oluşu üzerinden dayatılan eşitsizliklerin birikimi sorun yaratıyor. Tüm bunlar bize kadınları, kadınlığı, cinsiyetçiliği konuşmadan yaşlılığı konuşamayacağımızı gösteriyor.

Tüm bunların sonucunda, her sosyal politika için feminizmi esas almak bizim lehimize ve oldukça da kritik. Feminist gerontoloji bize bu gerçeklikle nasıl mücadele ve baş edeceğimize dair bir çerçeve çiziyor: Yaşam boyunca ve yaşın getirdikleriyle birlikte cinsiyet, ırk ve sınıfın doğurduğu eşitsizlikleri, baskıyı belgelemek; farklı gruplar arasında yaşlanmayı şekillendiren sosyokültürel, tarihsel ve politik etkenleri tanımlamak; kapitalist pazarda üretim-yeniden üretim ilişkisini analiz etmek; aile ideolojisini tartışmak; politik ve yapısal değişimler aracılığıyla toplumsal cinsiyet eşitliğini savunmak; güç ve güçlenmeyi yeniden kavramsallaştırmak; bütüncül ekolojik bir bakışa sahip olmak; toplumsal cinsiyetler içinde ve arasında dayanışma için fırsatlar aramak ve gerontolojik pratik, politika, araştırma ve eğitim için yeni ve alternatif yöntemler aramak.[3]

Feminist gerontoloji bizi mevcut feminist mücadele içinde sadece genç kadınlara değil diğer yaş gruplarındaki kadınlara, özellikle yaşlı kadınlara ses vermeye, yaşlı kadınların uğradığı eşitsizlikleri de mücadele içine katmaya ve cinsiyet, ırk, sınıf eşitsizliğiyle mücadele ederek kendi yaşlılığımızı düşünmeye itiyor. Şimdinin ya da geleceğin yaşlı kadınları olarak nasıl dayanışacağımızı, neoliberal devletin zorunlu yaşlı müşterileri olmak yerine dayanışarak, başka türlü ekonomik örgütlenmelerle var olma zorunluluğunu bize hatırlatıyor.

[1] http://www.tuik.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=30699

[2] Binstock, R. H. (2010). From compassionate ageism to intergenerational conflict? Gerontologist, 50, 574–585.

[3] Hooyman, N., Browne, C. V., Ray, R., & Richardson, V. (2002). Feminist gerontology and the life course. Gerontology & Geriatrics Education22(4), 3-26.

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.