Görüş bitip ayrılırken her defasında aynı şeyleri yaptığımı fark ettim. Bir daha bir daha sarılıyorum. Sonra bir şey daha söylüyorum, bir daha sarılıyorum.
Aklıma yara gibi yapışmış bir cümleyle yoldayım: “Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil.” Kimin olduğunu da hatırlamıyorum o an, bu da ayrı bir dert tabii. Artık daha çok tanıdığım bir yere gidiyorum, nedense bu sefer biraz endişeliyim, biraz huzursuz.
Dört duvar arasındakileri görmeye böyle endişeli böyle huzursuz gidilir mi diye kavga ediyorum kendimle. İçimin bu harala gürelesi devam ederken otomatik olarak tamamlıyorum işlemleri. Radyatörü ve boruları pembe odadaki yerimi alıyorum.
Bekleyeceğimi biliyordum ama bu sefer sanki daha uzun sürdü. Ne saatim var kolumda ne de saate bakabileceğim telefonum. Zaman kavramı amma tuhaf diye kurtlanmaya başlıyor zihnim. Bilemiyorsun işte bak kaç dakika geçti, şimdi saat kaç? Uzun süre böyle kalsam zaman anlamını yitirir mi? Birden yüksek sesler, daha doğrusu bağırtılar duyuyorum. Aynı anda pek çok yerden geliyor gibi. Dikkat edince slogan sesi olduğunu anlıyorum. Ayırt edemiyorum tam ne dediklerini. Galiba demir kapılara da vuruyorlar. Böyle durumlarda insan aklının çalışma hızına inanamazsınız, ben inanamadım çünkü. Allahım ne yapsam? Üstüme kilitli odadan nasıl çıkabilirim? Burada mı kalmalıyım tanıklık etmek için, yoksa dışarı çıkmaya çalışıp telefonuma ulaşıp birilerini mi aramalıyım? İlk nereyi aramalıyım? Deli sorular işte.
Bu arada odanın diğer kapısı açılıyor ve Besime (Konca) içeri giriyor. Yüzümdeki dehşeti fark etmiş olmalı ki gülümseyerek kucaklıyor beni. Hatta sarıp sarmalıyor diyebilirim.
“Günlük rutin protesto bu. Üç kez, sabah öğlen akşam kapıları dövüp slogan atıyorlar. Benim de ilk günüm yeni öğrendim.”
O kısacık anda aklımdan geçmiş olanları kelimelere dökmüyorum, o da sormuyor.
Şanslıymış sıcak su gününe denk gelmiş. Temizlik yapmış odada, banyo yapmış. Bunların içeride ne kadar kıymetli olduğunu gide gele öğrendim. Gözaltı sırasında darp edildiğini okumuştum. Soruyorum. O daha göstermeden yaşananların izlerini taşıyan ellerine ve bileklerine kayıyor gözüm. Ters kelepçe takmak istemişler izin vermemiş. Ama beşe karşı bir olunca sonuç malum.
“Hani bu pazar beraber bir çalışma yapacaktık. Kadınların barışı için BM 1325 hangi kapıları açıyor, diye konuşacaktık. Yeni kapılar açmayı bırak seni kilitli kapıların arkasına gönderdik,” diyorum.
“Öyle kararmak, moral bozmak yok,” diyor. “Bizi duvarların ardına gönderse de, üstümüze kırk kilit vursa da teslim alamayacağını öğrenemedi bu iktidar. Ama siz kadınlar biliyorsunuz. Barış olsun, kan dursun biz ömür boyu kalırız içerde.”
Bu arada öğreniyorum ve bilmediğim için nasıl utanıyorum. 19 yıl cezaevindeymiş Besime. 19 yaşındaymış ilk girdiğinde. Dışarı çıkalı, gün yüzü göreli daha bir buçuk yıl olmuş. “Dışarıya alışmaya çalışıyordum, hayat nasıl anlamaya çalışıyordum daha. Bir bırakmadılar,” diye gülüyor.
“AKP nasıl korkuyormuş biz kadınlardan, ne tehlikeliymişiz biz. Demek doğru şeyler yapıyormuşuz. Bu toplumun içindeki zehri kusuyor, daha da kussun. İçinde kötü, karanlık ne varsa kussun. Belki o zaman aydınlığın önü açılır. Geçecek bu günler elbet. Duvarların ardındayız n’olmuş. Hepsinin telafisi var. Yeter ki hayatlar gitmesin, kimse ölmesin. Bak bir tek onun telafisi yok.”
Hücresini soruyorum, temel ihtiyaçlarını alıp alamadığını. “Mümkün olan her şey var, bir tek yalnız olmayı yadırgadım,” diyor. “Çok uzun kaldım cezaevlerinde ama hep toplu kaldık. Hiç yalnız kalmamıştım. Arkadaşlarımı görmek için, bir araya gelmek için dilekçelerimi verdim idareye bakalım.”
Pazar günü için kadınlara selam söylüyor; “Hepsini kucaklıyorum, küçük büyük fark etmez, barış için ısrar etmeye devam edeceğiz,” diyor.
Görüş bitip ayrılırken her defasında aynı şeyleri yaptığımı fark ettim. Bir daha bir daha sarılıyorum. Sonra bir şey daha söylüyorum, bir daha sarılıyorum.
Kapıların kilitlenmesine hâlâ alışamadım. Burada duyulan anahtar şakırtısı da farklı sanki. Ya da öyle geliyor. Evin kapısını açarken anahtarlar böyle ses çıkarmıyor sanki. Ev diye bir şey kaldı mı? Bütün evler geçmişte kaldı. Şişşşt diyorum zihnime, bir rahat dur.
Kapı açılınca içeri gireni göremiyorsun hemen. Birkaç adım atması gerek girenin. Bu bir kaç saniye de tahmin için zaman tanıyor insana. Hangisi geldi acaba? Ayla’ymış (Akat Ata) gelen. Bugün hepsi banyo yapmış, nemli saçlar ele veriyor.
Hakiki sarılmak böyle bir şey herhalde diye geçiyor içimden, kollarımız çözülüp yerime otururken.
Besime’yi soruyor hemen, gördüğümü, iyi olduğunu söylüyorum. Sonrası memleket halleri sohbeti. Suriye savaşını, hükümetin politikasını konuşuyoruz. Ne kadar ayrıntı bildiğini fark ediyorum, ne kadar dikkatli olduğunu. Gazeteleri eskiden çabuk çabuk okuduğunu söylüyor. Şimdiyse satır satır. Saatler sürüyormuş. Hiç televizyon izlemezken içeride ona da bakmaya başlamış ara ara. “Şimdi daha iyi anladım aslında,” diyor. “Bu programları seyredenler nasıl başka bir şey düşünsün, nasıl soru sorsun? Üç şey var hayatta bu programlara göre: Ne yiyeceksin, ne giyeceksin, kimle evleneceksin?”
Beşiktaş’taki kanlı saldırıya o kadar üzülmüşler ki. Bunu söylerken gözündeki acının tanığıyım. “Kahrolduk biz orada hayatını kaybeden herkes için,” diyor. “Televizyonda izledim, bir kız çocuğu ‘Babam o tabutta n’apıyor?’ diye soruyordu. Ağladım, kalbim söküldü sanki yerinden. Nasıl saf, nasıl basit bir soru? O sorunun cevabını savaş istersen başka verirsin, barış istersen başka. Evet babasının o tabutta ne işi var? Demokratik siyaseti, demokratik çözümü, barış isteyenleri duvarlar arkasına hapsedenler, o kız çocuğunun yüzüne bakamamalı aslında. Ama öyle olmuyor maalesef.”
Hücresine “dubleks villa” diyor. İçerden merdivenli iki katlı bir oda işte. İdare “Tek başınıza konforlu kalıyorsunuz, neden habire beraber kalmak için dilekçe veriyorsunuz?” diyormuş. “Kolektif hayatı, beraber olmayı, başka biri için bir şey yapmayı anlamaları ne zor,” diyor.
Bu arada okumak için bol vakti olmasından mutlu. “Bu güzel şeye ara vermek istemezdik ama sizi bir an önce aramıza almak istiyoruz,” diyorum. Kahkahalarımız duvarları aşmıyor belki ama koridoru çınlatıyor.
“Başka biri var mı göreceğin?” diyor. “Evet Gültan var,” diyorum. Bu ayrılık vakti geldi demek aslında.
Gültan (Kışanak) yüzündeki o şahane gülümsemeyle içeri girdiğinde “Bu karda kıyamette nasıl geldin?” deyip kucaklıyor beni. Aslında “Ne iyi ettin de geldin,” diye anlıyorum bunu ya da gönlüm öyle anlamak istiyor.
Olan biteni konuşurken laf okuduğu kitaplara geliyor. İranlı bir yazarın iki kitabını göndermiş bir dostu dışarıdan. İran’da yaşamış medreseli bir alim. Sadi Şiraz. “Hiç duymadım,” diyorum. “Ben de okudukça fark ettim derin şeyler söylediğini. Kıssadan hisse hikayeler gibi. Orada şöyle bir söz vardı: ‘Yeryüzünde bir tek Huma kuşu kalmasa kimse baykuşun gölgesine sığınmaz.’” “Huma kuşu hangisi ki?” diyorum. “Anka kuşu,” diyor. “Vay Anka mı?” deyip sırtımı dönüyorum kahkahayla. Sırtımda taşıdığım şeyin öteki adını bilmediğimden mahcubum ama olsun öğrendim ya.
Beşiktaş’taki acı kıyım onu da derinden etkilemiş. Ghandi’nin bir sözü vardı diyor: “Göze göz dünyayı kör eder.” Susuyoruz bir süre.
“Kadınları çok seviyorum. Söyle içlerini ferah tutsunlar. Duvarlar ardındayız tecritteyiz diye hayal kurma hakkımızı da alamazlar ya elimizden. Ben her gün 15-20 dakika her şeyi bırakıyorum, hayal kuruyorum. Oooo nerelere gidiyorum, neler yapıyorum. Yalanları onların olsun, hakikat ve barış bizim hakkımız. Asla vazgeçmeyeceğiz.”
“Adorno’nun bir sözü var biliyor musun?” diyorum. “’Yalanların uzun bacakları vardır, kendi zamanlarının önünde giderler,’ demiş. Biz kadınlar da küçük hınzır bir katkı sunalım mı buna?”
“Sunalım,” diyor muzipçe.
“Ey gözünü sevdiğim mum bacaklı yerden bitme hakikat, çeke çeke bacaklarını mı uzatacaksın n’apacaksan yap, yakala geç şu yalanı!” diyorum, kahkahayı patlatıyor.
Ben onun söylediği Huma kuşunu düşünürken, o da mum bacaklı hakikatin bacaklarını uzatmayı düşünmüyorsa ben de ben değilim…