Devletin kadına yönelik erkek şiddetiyle mücadele ve toplumsal cinsiyet eşitliği konusundaki tutumunun İstanbul Sözleşmesi’ne atılan imzaya paralel olmadığının şahidi olduk, geçen her yılda biraz daha.

2019’un son günlerinde, kadına yönelik şiddetle mücadeleye ilişkin yürürlükte olan 6284 sayılı Kanun ve Yönetmelik maddelerine dair önce Adalet Bakanlığı, daha sonra İçişleri Bakanlığı tarafından peşi sıra iki genelge yayımlandı. Her iki genelgede de kadına yönelik şiddetle mücadele konusunda kurumlar arası koordinasyonu artırma ve “topyekün mücadele” vurgusu var ve giriş bölümünde benzer cümlelerle şunu söylüyor: “Kadına yönelik şiddet, tüm dünyada ve ülkemizde çözümlenmesi gereken en önemli sorunların başında gelmektedir.”

Evet, şüphesiz öyle. Biz kadınlar, erkek şiddetini her gün yaşıyorken, her gün öldürülüyorken bunu çok iyi biliyor ve bütün mücadele alanlarında tekrarlıyoruz. Ancak her iki genelgenin yayımlanmasından sonra kadına yönelik erkek şiddetiyle ne şekilde mücadele edileceğinin hükümet tarafından hala tam olarak kavranamamış olduğu ve aslında yapılması gerekenin temelinin unutulmak, unutturulmak istendiği düşüncesi zihnimi kurcalıyor. Neden mi?

Her iki genelgede de kadına yönelik erkek şiddetinin, tarafı olduğumuz İstanbul Sözleşmesi’nde de net bir biçimde altı çizilen kaynağı ve faili yer almıyor. Yani kadına yönelik erkek şiddetinin, kadın ve erkek arasındaki toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve ataerkiden kaynaklandığı ve kadına yönelik şiddetin failinin erkekler olduğuna ilişkin bir ifade yok. Bırakın “toplumsal cinsiyet eşitliği” tabirinin kullanılmasını, “toplumsal” kelimesi ile “cinsiyet” kelimesi yan yana dahi gelmiyor. Hadi eli arttırıyorum: Cinsiyet kelimesi her iki genelgenin hiçbir yerinde geçmiyor! Eşitlik kelimesine ise her iki genelgede yalnızca bir kere yer verilmiş; birinde “kadın-erkek eşitliği konusunda eğitim almış personel”den bahsediliyorken diğerinde sadece Anayasa’nın 41. Maddesine atıf yapıldığı için, mecburen “ailenin Türk toplumunun temeli olduğu ve eşler arasında eşitliğe dayandığı” hükmü yer alıyor.

Halbuki hafızaları çok da zorlamadan biraz eskiye gittiğimizde akla hemen başka bir genelge geliyor: Dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın imzası ile 2006 yılında yayımlanan “Çocuk ve Kadınlara Yönelik Şiddet Hareketleriyle Töre ve Namus Cinayetlerinin Önlenmesi İçin Alınacak Tedbirler” başlıklı Başbakanlık Genelgesi’nden bahsediyorum. Bu genelgede “toplumsal cinsiyet eşitliği” defalarca kullanılmakla kalmamış, devlet açık bir biçimde toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlama ve ayrımcılıkları önleme görevi üstlenmişti. Devletin pozitif yükümlülüğü üstlenmesi bakımından önemli bir başlangıç adımıydı; kadın hareketinin katılımını ve toplumsal cinsiyet eşitliği çerçevesini çizmesi bakımından da umut vericiydi. Zaten kronolojik olarak peşinden gelen İstanbul Sözleşmesi ve 6284 sayılı Kanun da devletin o pozitif yükümlülüğünü katmerleyen ve kadınların kazanımlarının hukuki sembolü niteliğindeki uluslararası ve ulusal hukuki metinler oldu.

Peki o genelgeden bugüne ne değişti de şiddetin ortadan kaldırılması için sağlanması gereken toplumsal cinsiyet eşitliğini kağıt üzerinde olsa dahi kullanmaktan çekinen genelgeler ortaya çıktı? Hemen kısa bir hafıza tazelemeye gidelim: Kadına yönelik erkek şiddetiyle mücadelede, 2010’lara hukuki kazanımlar ile girmişken aynı dönemlerde bir yandan da “Kadın erkek eşitliği fıtrata ters”, “Kadınlar en az üç kadın doğurmalı” söylemlerine maruz kaldık. Yani, devletin kadına yönelik erkek şiddetiyle mücadele ve toplumsal cinsiyet eşitliği konusundaki tutumunun İstanbul Sözleşmesi’ne atılan imzaya paralel olmadığının şahidi olduk, geçen her yılda biraz daha. Geçen sadece birkaç yılda, 2016 yılındaki TCK 103. maddesindeki “rıza” yaşı değişikliğinden tutalım da toplumsal cinsiyet eşitliğinin müfredattan çıkarılmasına, cinsel istismarın evlilik ile affa uğratılmasının ve nafaka hakkının süre ile sınırlandırılmasının konuşulmasına kadar geldik. Kadın örgütleri olarak endişelerimizi ve alandaki deneyimlerimizi aktarmak için kimi zaman randevu alamayacağımızı bilsek de Bakanlıklardan randevu talep etmeye devam ettik, yürüyüşlerimizin yasaklanacağını bilsek de sokakları terk etmedik.

Bu süreçte kadınlar olarak sesimizi güçlü biçimde çıkarmaya ve “haklarımızdan vazgeçmeye niyetimiz yok” demeye devam ediyoruz. Ve elbette ki, kadın örgütleri ile yan yana gelmek istemeyen ve randevu taleplerimize cevap vermeyen Bakanlıkların yayımladığı genelgelere, bütün bu tablo içinde ne olduğunu görebildiğimiz için soru işaretleri ile bakabiliyoruz. Büyük soru işaretlerimizden birinin yanıtını da bakınca hemen alabiliyoruz. Mesela, ister inanın ister inanmayın, genelgelerin her ikisinde de İstanbul Sözleşmesi veya 2018’de yayımlanan Grevio Türkiye Raporu’nun bahsi hiç geçmiyor. Grevio Raporu’na ve içindeki tespitlere tek bir atıf dahi bulunmuyor. Orada bir Grevio Türkiye Raporu var uzakta, açmasak da bakmasak da o rapor bizim raporumuzdur diye mi yorumlamak gerekir, bilemiyorum.

Oysaki, kadına yönelik erkek şiddeti ile mücadele için, 2014 yılında yürürlüğe giren İstanbul Sözleşmesi’nin ve 6284 sayılı Kanun’un etkin biçimde uygulanması ve sözleşmenin denetim organı olan Grevio Heyeti’nin 2018 yılında yayımladığı raporu rehber alarak uygulamanın geliştirilmesi yeterli. Çünkü Türkiye, yayımlanan raporda yasal düzenlemelerin büyük çoğunluğundan geçer not alırken, toplumsal cinsiyet eşitsizliğini ortadan kaldırmaya yönelik politikalar ve uygulamalar sebebiyle tabiri caizse sınıfta kaldı. O halde, yapılması gereken ve yükümlü olunan tek husus İstanbul Sözleşmesi’nin etkin ve istekli bir biçimde uygulanması ise, genelgelerin her ikisinde de ufak bir atıfın dahi olmaması kafalarda soru işareti veya ardında toz bulutu bırakmıyor mu?

Niyetim elbette ki genelgeleri topyekün eleştirmek ve yerden yere vurmak değil. Yeni pek bir şey söylemese de ve kaygı verici birkaç uygulamaya yol açma riski bulunan hususlar içerse de 6284 sayılı Kanun ve İstanbul Sözleşmesi’nin norm olarak koyduğu son derece önemli ve etkili olabilecek birçok husus içeriyor ikisi de. Ancak eleştirimiz ve endişemiz tam da bu noktada başlıyor: Bu genelgelerin bu düzenlemeler ile yayımlanması ile beraber, aslında 6284 sayılı Kanun ve Yönetmelik ile İstanbul Sözleşmesi maddelerinin bugüne kadar uygulanmadığını ve bir bakıma “önemsenmediğini” anlamış oluyoruz. Ve tabii 2006/17 sayılı Başbakanlık Genelgesi ile karşılaştırdığımızda bunun net bir geriye gidiş olduğunu da.

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.