Mahmure adı nereden geliyordu, bu şarkıları kim yazıp besteliyordu, herkes birbirini önceden mi tanıyordu, bu kadar iyi muhlama yapmayı kimden öğrenmişlerdi?
fullsizerenderDoğma büyüme İstanbullu olmama rağmen İstanbul’un yabancısı sayılırım. Kendi semtimi bile doğru düzgün bilmem, sokakları birbirine karıştırırım. Beyoğlu’nda yaşamama rağmen Taksim/Galata bile bana her gidişimde ayrı bir dünya gibi geliyor. Bu yüzden her “sokağa” çıkışımda hiç bilmediğim bir yerler keşfediyorum kendimce. Yine bir gün Tünel’den Galata’ya doğru yürüyüp “Dur bakayım burası neresiymiş” diye diye sokaklara girip çıkarak şehri tanımaya çalışırken bir bağlama sesi, bir de bu sese eşlik eden tok, yanık bir erkek sesi duydum.

“Ben babamun evinda dokuz kardeş büyudum.

O kadar güzel idum da bir yudumluk su idum.

İkbalim incir dali, el değmeden kirilur;

Bu dunyada yaparsun da ötekinda sorulur.”

fullsizerender_3Besbelli bir kadının kaleminden çıkmış bu sözleri duyunca, hele bir de şive “bizim oralardan” olunca hemen giriverdim sokağa. “Mahmure” adında küçük, sevimli bir kafe; sokağa gelişigüzel oturmuş, türküye eşlik eden samimi insanlar; taze çay, muhlama kokusu… Neyse uzatmayalım, burası her şeyiyle ilk görüşte tavladı beni. Bulduğum her fırsatta soluğu Mahmure’de alır, oradaki samimi insanların arasına bir şekilde “sızmaya” çalışır oldum. Merak ettiğim çok şey vardı: Mahmure adı nereden geliyordu, bu şarkıları kim yazıp besteliyordu, herkes birbirini önceden mi tanıyordu, bu kadar iyi muhlama yapmayı kimden öğrenmişlerdi?
Birkaç muhabbet sonrası mekanın sahibi Oktay Üst[i]’ün, unutulmaya yüz tutmuş Laz müziğini derlemelerle, bestelerle yeniden canlandıran bir müzisyen, bir kemençe virtiözü olduğunu; kafenin diğer gediklilerinin de ya müzisyen ya vokal ya yazar… velhasıl, sanatla bir yerinden bağlantılı insanlar olduğunu öğrendim. Galata’nın müzik aletleri üretilen bu sokağında, müziğin ve kaybolmak üzere olan bir kültürün yeniden yeşerdiği bir “çatlak zemin” bulmuştum.

Derken bir gün ellili yaşlarında, güzel mi güzel bir kadının kafede yemek yaptığını, arada garson kızlarla, arada müşterilerle muhabbet ettiğini fark ettim. Her şeyiyle annemi, büyük halamı, ananemi, hasılı içimde bir parçasını taşıdığım bütün kadınları hatırlatıyordu. Bir ara köşedeki masaya geçti, bir defter çıkardı, tatlı şivesiyle, orada çalışan genç kadınlardan birine bir şeyler anlatmaya başladı: “Ben arada fırsat buldukça buraya yazarım işte böyle” diyerek defterdeki şiirlerini gösteriyordu. Daha fazla dayanamadım, yanlarına gittim, “Ben de okuyabilir miyim?” dedim. “Tabii kızım ne demek” diye defteri uzattı. El yazısı bile anneminkine benziyordu. Bunu söylediğimde gülerek, “Ee, okula hepi topu on beş gün gidersen el yazın da en fazla bu kadar oluyor.” dedi. Önümde duran sayfalar dolusu şiire şöyle bir baktım. Aradan bazılarını sesli okumaya başladı:

“Evinun öni çamluk

Canuma girdi darluk

İki sevda edersun de

Uçuncisi aptalluk”

Alın size romantik aşka getirilmiş edebi bir feminist eleştiri! Hikâyesini git gide daha çok merak ediyordum. Anlatmaya başladı:

“Beni okula göndermediler. Bir tek on beş gün gittim, okuma yazmayı öğrendim, o kadar. Ondan sonra hep çalıştım: Tarlada çalıştım, çaylıkta çalıştım, otuz senedir de Kaçkar Devlet Hastanesi’nde çalışıyorum. Arada da işte böyle şiirler, destanlar yazıyorum. Benim çocuklar da (oğlu Oktay ve onunla kardeş gibi büyümüş çocukluk arkadaşı Ömer’i kast ediyor) arada bunları alıp besteliyor. Sana tek tavsiyem kızım oku, üret. Ürettiğin bir şeyin başka insanlara bir şekilde ulaştığını görmek kadar mutlu eden bir şey yok. Çalış. Hiçbir zaman çok geç değildir hiçbir şey için. Bak ben kaç yaşındayım, hiç vazgeçmedim. Yaz, üret. Hayatın tatlı tarafını görmeye çalış.”

fullsizerender_1Karadenizli kadınlarla ilgili çok bilinen bir yargıdır bu: Çalışkan olurlar, güçlü olurlar denir.  Karadeniz’in, özellikle doğu Karadeniz’in aşırı milliyetçi ve bununla paralel oldukça cinsiyetçi, eril kültürü içindeki bütün kadınlar için bu geçerlidir diyemeyiz kuşkusuz; ama Rize-Pazar’la Artvin bölgesindeki, kadınlık-erkeklik rollerini bambaşka yorumlamayı başarmış Laz kültürünün hem ürünü hem üreticisi Laz kadınlar için bu kesinlikle doğru bir önerme. Mahmure Teyze anlattıkça tanıdığım Karadenizli kadınlar birer birer gözümün önüne gelmeye başladı; evet, hepsi çalışkandı, hepsi bir şekilde o ataerkil düzende kendilerine birer gedik açmayı başarmışlardı. Belki de en önemlisi,  sadece bedensel emek alanında değil, kültürel üretim alanında da erkeklerin gerisinde kalmamış, kendi “destan”larını yazmışlardı. Mesela, konuşmaya Türkçe başlayıp Lazca devam eden rahmetli ananecim hasta yatağında bile atma türküler, maniler söylemeden duramazdı. İşte, Mahmure Teyze’nin sırtındaki çay sepetinin yükü de o defteri onlarca şiirle doldurmasını engellememişti. Oğlu Oktay ve Ömer’le biraz daha sohbet ettikçe anladım ki bu sanatçı ailenin söz ustalığı köklü bir geleneğe dayanıyormuş. Mahmure Teyze, oğlunu veremden yitirdikten sonra yazdığı uzun, yürek yakan destanıyla üç nesildir dillerden düşmeyen Nokta Ana[ii]’nın torunuymuş. Yan yana, omuz omuza çalışan bu ailede sözü kadınlar ellerinde tutuyorlar ve erkekler bundan ancak gurur duyuyorlar.

fullsizerender_2Yazı, tarih boyunca eril bir alan oldu. Erkekler iktidarlarını, sözü ellerinde tutarak korudular. İşte Karadeniz kadınları, Laz kadınları bu sözlü gelenekle kendi sözlerini, kendi destanlarını söyleyerek kültürel alanı erkeklere terk etmediklerini, etmeyeceklerini güçlü sesleriyle haykırdılar, haykırmaya devam ediyorlar. Edebiyat mitsiz olmaz. Biz kadınlar, birilerinin kaburga kemiklerinden çıkma yan ürünler olduğumuzu söyleyen mitleri tekrar etmektense ananelerimizin sözlerini, destanlarını dinlemeye, öğrenmeye ve kendi mitlerimizi yazmaya başlamalıyız sanırım. Mahmure Teyze bana kendi sesimi, sözümü bulmada müthiş ilham verdi. Bu küçük kafe, kadın erkek beraber çalışıp üreten bu samimi insanlar; dayanışma ve mücadele konusunda pek çok umutsuzluk, yorgunluk, bıkmışlık yaşadığımız şu günlerde bana sürekli sömürü, baskı ve tahakküm hikâyelerine odaklanmaktansa kendi evimizde bile var olan o kadın destanlarına kulak vermeyi, başardıklarımıza ve daha neler başarabileceğimize dair hikâyeleri daha çok anlatmamız gerektiğini hatırlattılar.

Destan yazarak, türkü söyleyerek, dans ederek, yan yana yürümeyi becererek, çay demleyerek… Umut hep var!

[i] Oktay Üst http://www.lazuri.com/biyografi/oktay_ust.html

[ii] Nokta Ana’nın hikâyesi ve Nokta Ana Destanı için bkz https://www.facebook.com/notes/ka%C3%A7kar-hem%C5%9Fin-firtina/nokta-ana-destan%C4%B1-ahmedum/147285131995854/

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.