Boğaziçi Üniversitesi’nde kayyum rektör atamalarına yönelik protestolar bir ayı aşkın süredir devam ediyor. Üniversite içerisinde ve dışarısında geniş kesimlerden destek bulan protestolarda en çok sözü edilenlerden biri öğrenciler. Bu tür zamanlarda hep olduğu gibi yine ikiliklerin, en görünürleri, pırıl pırıl çocuklar ve ortalığı karıştırmak isteyenler ile başörtülüler ve lgbti+’lar olmak üzere, öne sürüldüğü bir zamanda, onlardan bir kez daha dinliyoruz: “Gri alan yok, hep beraber ve hepimiz için mücadele etmeye devam edeceğiz.”
İrem: Bir ayı geçen protestolar söz konusu. Kendi katıldığın yerden neler yapılıyor ve neleri anlamlı buluyorsun? Anlatır mısın?
Edibe: Atama haberini aldığımız andan itibaren üniversite bileşenleri olarak online platformlarda bir araya gelip organize olmaya başladık, malum gecenin bir yarısı ve sokağa çıkma yasağı varken yapılan yasal ama hukuksuz bir atama bu. 4 Ocak’taki ilk protesto ve hâlâ devam eden etkinlikler bunların birer meyvesi. Yönetimde üniversite özerkliğine ve değerlerine aykırı bir durum varken her şey yolundaymış gibi üretime aynı formlarda devam etmemiz söz konusu değil, bu yüzden her gün gündeme göre farklı etkinlikler planlanıyor, açık dersler, deneyim paylaşımları, sergiler ve bence direnişin en önemli parçalarından biri olan forumlar düzenleniyor. Bu şekilde bir araya gelip taleplerimizi ve neler yapabileceğimizi konuştuğumuz alanlar açıyoruz, gündemimizi kamuoyuna da taşıyoruz zira kayyum atamaları sadece iç meselemiz değil, ulusal boyutta ve sistemik bir problem. Eylemlilik biçimleri de çeşit çeşit ancak hepsinin ortak yönü barışçıl ve net olmaları. Bu etkinlikler eylemliliğin devamını sağlamak ve direnişi canlı tutmak açısından faydalı, bir taraftan da alternatif eğitim ve üretim alanları oluyor bizim için. Mücadele alanında tam da taleplerimizle paralel olarak ciddi bir istişare kültürü var, atılacak herhangi bir adım için fikirleri de biz üretiyoruz, kendi aramızda tartışıyoruz, oyluyoruz ve ortak kararlar alıyoruz, yeri geldiğinde bu sistemleri revize ediyoruz, yani yönetimde olması gereken katılımcı ortam içimizde halihazırda var olan, işleyen ve gelişmeye devam eden bir pratik.
Bir yandan da doğru bilgi sağlama konusunda ciddi bir efor söz konusu, kendimizi birinci ağızdan aktarmak için net içerikler üretiyoruz ve yaşananları gün gün kayıt altına alıyoruz. Aynı kamerayla taleplerimizi de aktardık, aldığımız tepkileri, gördüğümüz muameleleri ve uğradığımız şiddeti de kaydettik. Bunlar hafızasız protestolar değil, hem geçmişte kayyum atamalarına karşı nasıl direnildiğini biliyor ve hatırlıyoruz hem de yarın bunlar unutulmasın diye elimizden geleni yapıyoruz. Saatte bir gündemin değiştiği, düzenli hafıza temizliği yaptığımız bir toplumda bunu korumak çok zor ama unutulan her zulüm bunun tekrarı demek. Unutturulmaya çalışılsa bile biz yaşananları hiçbir zaman unutmadık, bu günleri de unutmayacağız.
Tüm bunlar bir yana bence eylemliliğin en anlamlı yanlarından biri de üniversitenin normal ritminden daha yoğun bir karşılaşma ve teati zemini oluşturması. Üniversite bileşenleri dediğimiz şey muhtelif arka planlardan, sosyal çevrelerden ve kimliklerden oluşan çok geniş bir yelpaze demek ancak bu zorunlu bir aradalık illa halihazırda aramızdaki her farklılık meselesini halletmiş olduğumuz anlamına gelmiyor. Bu kadar insanın ortak talepler altında bir araya gelmesi birbirlerini daha iyi tanıyıp anlamalarına, daha çok gözetmelerine ve birbirlerini tehdit olarak görmeden, kendilerini değiştirmeden var olabileceklerini fark etmelerine yol açıyor ki en büyük politikalarından biri kutuplaştırma olanlar için bu çok rahatsız edicidir eminim. Toplumda var olan köklü ikilikler mücadele zemininde başka bir yerde olmadığı kadar çarpıcı şekilde yan yana geliyor ve acil çözümler talep ediyor. Dışarıdan “başörtülülerin orda ne işi var” veya “gökkuşağı bayraklarının orda ne işi var” şeklinde görülen ikilikler bu karmaşadan nasibini alanlardan bazıları. Tarihi olarak var olan travmalarımızı tetikleyerek yaratılmak istenen algının aksine kimsenin tekelinde olmayan, herkesin sahiplenebileceği bir mücadele tarzımız var ve burada açtığımız alanı emek emek hep birlikte oluşturmaya devam ediyoruz. Bahsettiğim bu gelişen istişare ve iletişim kültürü sayesinde gereken çözümleri üretebilecek araçlara sahibiz artık. Zamanla iyiye giden bir bütünleşme görüyorum ben, adına tolerans veya uzlaşma demek istemiyorum. Müzakereye gerek kalmadan herkesin kendi gibi var olabildiği bir alan tahayyülümüz var ve bunun için gerekli özgür ortamı talep ederken bir yandan da kendi içimizde inşa etmeye başladık bile. Sürekli yeni bir bahaneyle aynı ayrıştırıcı retoriği ısıtıp önümüze getirmeleri de bundan duyulan rahatsızlığı gösteriyor bana kalırsa, deneme yanılma yöntemiyle hangisinin daha iyi tutacağını bulmaya çalışıyorlar. Kutuplaştırma yöntemlerinde bile yeniliğe gidemeyecek bir zihniyetle karşı karşıyayız yani. Bu yöntemlere karşı bir arada durmaya devam edişimiz çok şey anlatıyor ve vadediyor.
İrem: Son haftalarda hedef göstermeler, kampüs içinde/dışında ve sosyal medyada eyleme yönelik sert saldırılar çok daha yoğun bir şekilde gerçekleşiyor. Bu sence direnişi ve dayanışmayı nasıl etkiliyor?
Edibe: Bizim taleplerimiz de yöntemlerimiz de başından beri net ve değişmedi, diğer üniversiteli arkadaşlarımıza çağrımız da aynı şekilde direnişe katılıp destek olmaları yönünde, herkese ihtiyaç var. Oluşturulmaya çalışılan algının aksine kimseye bir zararımız yok, haklarımızı gasp edenlerin güç zemini hariç tabii. Ne kadar kaygan zeminde durduklarını anlayınca verdikleri ilk tepki şiddetin dozunu artırmak oluyor. Tüm mahalleyi kuşatan, ilk günden itibaren kurulan barikatlar, öğrenci sayısından çok polis konumlandırılması, sokaklardaki tomalar, zırhlı araçlar da bu korkunun bir göstergesi olsa gerek. Aynı şekilde sosyal medyadan yürütülen linç kampanyaları da bu gücün faydalanıcılarından veya fanatiklerinden geliyor. Özgür medyanın olmadığı bir yerde yaşamanın sonuçlarıyla yüzleştik bir yandan, eylem ilkelerimizin arasında yere çöp atmamak var ama her yanımız senelerdir kampüs içinde sivillerle, bir aydır da dışarda ve içerde polislerle sarılı halde, ne yaparsak yapalım bizi “terörist” “sapkın” “iftiracı” ilan etmek için her türlü imkanları var ve kullanıyorlar. Hukuksuzca, kötü muamele ile gözaltına alınıp günlerce tutulan Şeyma’ya karşı bir de resmi kurumlarca başlatılan linç kampanyası bunun en bariz örneğiydi.
Şeyma’ya ve gözaltına alınan ve tutuklanan tüm arkadaşlarımıza karşı yapılan herhangi bir şeyin muhatabı sadece bireysel olarak onlar değil, bunun muhatabı direnen herkestir. Biz de dayanışma içinde gereken karşılıkları verdik, Şeyma’ya şahitlik ettik. Kendi adıma canım Şeyma ve tüm arkadaşlarım ile her zamankinden çok gurur duyuyorum, yeri geldiğinde beni de asla yalnız bırakmayacaklarını biliyorum. Direnişteki her arkadaşım da bunu hissediyor olmalı ki dağılmak bir yana, 1 Şubat günü kampüsümüzden polis şiddetiyle gözaltına alınan 159 arkadaşımızın duruşmalarının görüldüğü o zor gün sabaha karşı yine gözaltı haberleriyle uyuyup sadece birkaç saat sonra daha kalabalık halde Güney Meydan’da ve adliye önlerinde toplandık. Bu süreç iktidarın yalanlarını yine açığa vurdu, önemsedikleri tek şeyin kendi güçlerini korumak olduğunu, makbul vatandaşın da dini bir aidiyetten ziyade ideolojik bir zeminde olduğunu da tekrar gösterdi. Aynı şekilde ilk icraatı olarak BÜLGBTİ+ kulübünü kapatan kayyum hak mücadelelerinin birbirinden soyutlanarak düşünülemeyeceğini bir kez daha kanıtladı. Bunları görüyoruz ve unutmuyoruz, arkadaşlarımızdan haber alabilmek için nasıl sabahlara kadar beklediysek diğer arkadaşlarımıza da kavuşana kadar kampüslerde, adliye önlerinde, mahkeme salonlarında, meydanlarda, sokaklarda her şeyi hatırlayarak bekleyeceğiz. Gri alan yok, hep beraber ve hepimiz için mücadele etmeye devam edeceğiz.
İrem: Bir ayı geçen protestolar söz konusu. Kendi katıldığın yerden neler yapılıyor ve neleri anlamlı buluyorsun? Bize anlatır mısın?
Buse: En başından beri, yapılan protestoların en belirgin özelliği sürdürülebilir olmaları bence. Danslar, müzikler, resim sergilerinden tutun helva kavurmaya varan yaratıcı ve kimseye hiçbir zararı olmayan eylemlerimizi barışçıl bir şekilde sürdürüyoruz. Mesela, Gizli Özneler’ in Boğaziçi dayanışmasına özel yaptığı “yetti” şarkısı ve Melih Bulu’nun “Ben Metallica dinleyen bir rektörüm” söylemi sonrasında çalınmaya karar verilen Metallica şarkıları kampüste duyduğumuz müziklerden. Bununla birlikte, bazı arkadaşlarımın “Bu eylemler ne alaka, dans etmeye mi gidiyoruz ki oraya?” diyerek eylem biçimimizi eleştirdiğine şahit oldum açıkçası. Ancak, sürdürülebilirlik açısından tüm bu eylem biçimlerini mantıklı buluyorum. Çünkü, her gün oraya büyük bir grup insan toplamaya çalışırken onlara bir şey sunmak toplanma işini kolaylaştırıyor. Bu eylemleri yaparken, bırakın birini hedef göstermeyi, bugün bana zarar verirler diye korumalarla okuldan kaçan Melih Bulu’yu karşımıza alıp konuşmuştuk bile. O günden bugüne bizim açımızdan değişen bir şey yok aslında. Ne eylemlerimizin biçimi ne de barışçıl duruşumuz değişti. Kendimizi, özellikle sosyal medya üzerinden, her zaman ifade etmeye çalıştık. Birçok arkadaşımız canlı yayınlara katıldı, videolar çekti, röportajlar verdi ve biz çeşitli mecralarda meramımızı hep anlatmaya çalıştık, anlattık da. Bizim uğruna mücadele ettiğimiz başlıca öge demokratik haklarımız. Çeşitli yaftalamalarla hedef gösterilsek de bu mücadelemizi sürdüreceğiz.
İrem: BİSAK’ın hedef göstermesi sonrası büyüyen bir linç dalgası oldu ve iki arkadaşımız tutuklandı. Bu öğrenciler arasındaki dayanışmayı nasıl etkiledi? Birbirinden farklı çevre ve görüşlerden öğrencilerin eyleme katılımını ve eylemle ilişkisini değiştirdi mi?
Buse: BİSAK’ın hedef göstermesi dayanışmanın dönüm noktası oldu diyebiliriz. Tabii BİSAK ile başlayan bu hedef gösterme dalgası devletin en üst kademelerine kadar ulaştı ve bakanından cumhurbaşkanına kadar birçok merci tarafından LGBTİ+ öğrenciler hedef haline getirildi. İşin ilginç yanı, “kabe resmi”nin LGBTİ+ öğrencilerle hiçbir bir alakası yoktu. Ama nedense bir anda hedef haline gelenler onlar oldu. Bu resim, medyada geniş bir şekilde yer alırken LGBTİ+ öğrenciler manevi değerlerle dalga geçmek ve nefret söyleminde bulunmakla suçlanıyordu. Ancak, zarar gören tarafın kim olduğu açık ve bu da asıl nefret söyleminin kime ait olduğunu çok net bir şekilde gösteriyor. Tüm bunlar olurken, LGBTİ+ Çalışmaları Kulübü kayyum tarafından kapatıldı. Yani, daha şimdiden Boğaziçi özgürlüğüne gölge düşürüldü bile. Bu olaylardan sonra dayanışma çok görünür bir şekilde büyüdü ve tüm ülkeye yayıldı. Bu da problemin rektörlük seçimlerinin ötesinde olduğunu gösteriyor. Zaten en başında da öyleydi aslında, kayyumun atanması anti-demokratikleşmenin bir göstergesiydi ve olayın arkasında daha derin problemler olduğunun hepimiz farkındaydık. Hedef gösterilmeyle başlayan süreçte, bu durum daha da görünür hale geldi. Dayanışmamız tüm ülkeye yayıldı ve bize doğrultulan yaftalamalara, gerçekleşen gözaltı ve tutuklamalara rağmen mücadelemizi daha da güçlenerek sürdürmekten geri durmayacağız.