1 Ocak’tan bu yana, Boğaziçi Üniversitesi’ne kayyum atanan Melih Bulu üniversite içinde ve dışında protesto ediliyor. Protestolar, üniversiteye içeriden kimsenin iradesine başvurmadan dışarıdan rektör atayan sisteme, bu sistemin akademiyi yok edecek potansiyeline ve elbette yıllardır bu ülkede artık nefes aldırmayan tüm birikenlere. Bir aydır, üniversite içerisinden yükselen “kabul etmiyoruz, vazgeçmiyoruz” sözü üniversite dışında da büyüyerek sürüyor. Bu süreçte, üniversite çevresinde karargah görüntüsü veren polis ablukaları, kampüsün içine yıllar sonra ilk defa giren onlarca çevik kuvvet ve gözaltılar, tutuklamalar, kaygıyla izlenen gelişmeler arasında. Her ne kadar iktidar ve egemen çevre, protesto edileni manipüle edip, odağı LGBTİ+ karşıtlığına çekerek ve nefreti öne sürerek, sönümlendirmek istemiş olsa da bilhassa çok yankı bulan #AşağıBakmayacağız ile gidişat pek öyle görünmüyor. Çatlak Zemin olarak Boğaziçi Üniversitesi protestolarını dinlemek istedik, sözü akademisyenler Aylin Vartanyan, Nükhet Sirman ve Olcay Akyıldız’a verdik. Söyleşilerimiz sürecek.
Cemre: Bir aydır süren ve üniversitenin farklı kesimlerince benimsenen protestoları nasıl değerlendiriyorsun? Neler yapıyor bir aydır?
Aylin Vartanyan (Yabancı Diller Yüksekokulu İleri İngilizce Bölümü): Boğaziçi Üniversitesi’nde bu yılın başından beri bir krizle karşı karşıyayız. Kriz demek insanın ayağının altında güvenerek bastığı toprağın kayıp gitmesi demek ve eğitim-öğretim-araştırmadan oluşan ekosistemimizdeki güven alanlarımızın tehdit altında olması demek. Neredeyse ikinci evimiz olarak benimsediğimiz kampüsümüze giriş çıkışlarda göğsümüz sıkışıyor, hiç alışmadığımız bir barikat silsilesi ve polis kordonundan geçip kampüse giriyoruz. Tüm bu olumsuzluklara ve bilinmezlere rağmen atanmış rektöre karşı protestolarımızı üniversitemizin ilkelerini hatırlatarak, yazılı açıklamalar yaparak, içinden geçtiğimiz durumu hashtag’lere taşıyarak ve en önemlisi bir arada durarak kamusal alanda paylaşmaya çalışıyoruz. Üniversiteye hizmet verdiğim 26 yıl boyunca ilk defa tüm bölüm, yüksekokul ve enstitülerden öğretim üyelerinin çeşitli iletişim platformları üzerinden bir araya gelerek ortak bir ses bulmaya çalıştığına tanık oluyorum.
Öğrencilerimiz de Covid-19’un getirdiği kısıtlara, kampüsün ve Hisarüstü mahallesinin maruz kaldığı polis kuşatmasına rağmen her gün kampüse gelip Açık Ders’ler düzenliyorlar, forumlar üzerinden kapsayıcı, özgür ve üretken bir üniversite ortamının nasıl olabileceğine dair fikirler üretiyorlar. Kampüste bulunan öğretim üyeleri hava şartları ne olursa olsun aksatmaksızın her gün saat 12:00-12:30 arası Güney meydan dediğimiz alanda buluşup rektörlük binasına sırtlarını dönüyor ve rektör atamasını kabul etmediklerini ve üniversitemizin ilkelerinden vazgeçmediklerini sessiz bir duruşla ifade ediyor. Mutlaklık ile muğlaklık arasında gidip geldiğimiz bu zamanlarda öğlen duruşlarımız rutinimizin bir parçası olmuş durumda ve sıkışmışlık halimize iyi gelen bir kenetlenme hali sunuyor bize. Her gün hatta her saat üniversitemiz ile ilgili yeni bir haberle irkildiğimiz ve uyarıldığımızda bir arada olmanın ne kadar değerli bir kaynak olduğunu gösteriyor bize bu sessiz duruş. Protesto kelimesinin etimolojisine baktığınızda onurlu bir açıklama ve tanıklık kavramları çıkıyor karşımıza. Kampüsteki bu duruşlarımız her iki kavramı da kapsıyor. Tanık olduğumuz olayların içeriği bir şekilde duruşumuza yansıyor. Son olarak 2 Şubat 2021 günü 22. nöbetimizde diğerlerinden farklı olarak 159 öğrencimizin tutuklanmasını protesto etmek amacıyla her birimiz elimizde siyah üzerine beyaz rakamlarla 159 yazılmış kartonları taşıdık ve duruşumuza yeni bir hashtag eklendi: aşağı bakmayacağız. Nöbetimizin sonunda her birimiz önceden anlaşmış olmamamıza rağmen bir doğallık içinde rektörlük kapısına döndük ve elimizdeki kartonları da göstererek atanmış rektörün istifasını istedik. Üniversitemizde söz söyleme ve yönetimle diyalog kurma alanlarımız kapanmış olsa da biz her gün sözümüzü barışçıl yöntemlerle durarak, bir topluluk olduğumuzu hatırlayarak aktarmaya çalışıyoruz.
Cemre: Geçtiğimiz hafta olan sergi, cuma gece yapılan gözaltılar ve polisin BÜKAK (Kadın Araştırmaları Kulübü) ve BÜLGBTİ+ kulübünün ortak odasını aramasıyla sonuçlandı. Sergi neydi tam olarak, gözlemlerini anlatır mısın? BÜLGBTİ+ kulübü ile ilgisi neydi?
Aylin Vartanyan: Bildiğiniz üzere Boğaziçi Üniversitesi 2021 yılına atanmış bir rektör haberiyle girdi. Bu atama çoğunluk üniversite bileşeni tarafından üniversitenin ilke ve değerlerine aykırı bulunarak tepkiyle karşılandı. Bu süreçte üniversitedeki puslu havayı bir nebze dağıtmak için bir grup öğrencimizin inisiyatifiyle bir sanat platformu kuruldu. Bounsergi kolektifi Boğaziçi Üniversitesi kulüplerinden tamamen bağımsız olarak sanatla ilgilenen ve sanatçı olan bir grup öğrenciden oluşuyor. Kolektifin sosyal medyada paylaştıkları 9 Ocak tarihli Açık Çağrı metninde de belirttikleri gibi serginin “çöp adamdan fotoğrafa heykelden videoya her formattaki esere ve herkese açık” bir daveti var. Sergi sadece üniversiteden öğrencileri değil pandemi süresince de işlerini sergilemeye fırsat bulamayan Boğaziçi Üniversitesi dışından sanatçıları da işlerini paylaşmaya davet ediyor. Bounsergi kolektifi sanat üretimini destekleme adına hiç eleme yapmadan tüm eserleri, anonim eserler de dahil olmak üzere, kabul ediyor. Bu platformun BÜLGBTİ+, BÜKAK veya Güzel Sanatlar kulüpleriyle hiç bağı yok. Platformun mail adresine çoğu anonim hesap üzerinden gönderilen sanat eserleri bastırılıp kapsayıcılık ilkesiyle üniversite içinde üç gün boyunca sergileniyor. Bounsergi kolektif üyelerinin paylaştığı bilgiye göre Cumhuriyet savcılığının soruşturmasına neden olan eser de anonim bir hesaptan gönderilmiş.
Cemre: BÜKAK kulüp danışmanı olarak, kulüp odasının ve kulübün başına gelenleri kısaca anlatır mısın?
Olcay Akyıldız (Türk Dili ve Edebiyatı): Yer kısıtı nedeni ile üniversitemizde genelde iki öğrenci kulübü bir odayı paylaşır. BÜKAK ve BÜLGBTİ+ kulüpleri de aynı odayı paylaşıyorlar(dı). Şu an odaya her iki kulüp de giremiyor. Süreci kısaca anlatacak olursam, 29 Ocak Cuma’yı 30 Ocak Cumartesi’ne bağlayan gece, bizim yine dolaylı yollardan öğrenebildiğimiz kadarı ile Savcılık emri ile kampüse gelen polis Güzel Sanatlar Kulübü odasında ve BÜKAK/BÜLGBTİ+ kulüp odasında arama yapmış. Bina amiri ve güvenlik şube müdüründen görevliler çoğunlukla kapı önünde beklemişler bu süreçte. Ardından bizlerin görmediği bir tutanak imzalatılarak ayrılmış polis kampüsten. BÜKAK’tan öğrenciler bana Pazar akşamı ulaştılar ve Pazartesi günü odaya ilk girdiklerinde biz danışman hocaların, mümkünse bir avukat ve şahidin onlarla birlikte odaya girip kayıt yapmasının iyi olacağını, tek başlarına odaya girmek istemediklerini söylediler. Biz de diğer kulübün danışman hocası Can Candan, okulumuzda ders veren avukat Feyzi Erçin ve CİTÖK ofisinden seninle birlikte kulüp odası önünde öğrencilerle buluştuk ancak kilit değiştirildiği için içeri girmemiz mümkün olmadı. Belki arama esnasında kilit zarar görmüştür diye düşündük ama odaya anahtarla girilmiş dolayısı ile kapı zarar görmemişti. Bu durumda doğal olarak bizler anahtarın neden ve kim tarafından değiştirildiği bilgisinin peşine düştük ve açıkçası resmi bir açıklamaya da ulaşamadık. Sadece duyduğumuz parçaları kendimizce birleştirmeye çalıştık. Sonrasında zaten öğrencilerin kampüs dışarısına bırakılmaması ile birlikte gelişen olaylar oldu, öğrenciler okula giren çevik kuvvetlerce gözaltına alındı. O gece yarısı bizler de sosyal medyadan öğrendik ki BÜLGBTİ+ kulübünün kapatılmasına karar verilmiş. Öncelikle kulübe de odayı paylaşan BÜKAK’a da, anahtar değişikliği ve süreçle ilgili bilgi verilmedi. Üstelik gerekçe gösterilen belgede de yanlış bilgiler vardı. Kapatılan kulübün ne gerçekleşen sergi ile ne de tartışmaya neden olan sanat eseri ile doğrudan bir bağlantısı vardı. Sanat eseri anonimdi ve sergi de sanat kolektifi tarafından organize edilmişti. Dolayısıyla, ancak 2 Şubat Salı günü akşamüzeri kulübe ulaştırılan belgedeki bilgiler doğru değildi. Sonuç olarak bu konuda üniversitenin -içinde bulunduğum Cinsel Tacizi Önleme Komisyonu başta olmak üzere- ilgili kurumlarından kamuoyuna açıklamalar yapılıyor. Kişisel görüşüm, şu anda bu olayın sonucunda zarar gören iki grubun İstanbul Sözleşmesi ile de hakları garanti altına alınmak istenen toplumun daha kırılgan ve şiddete açık kesimleri olan kadınlar ve LGBTİ+lar oluşuna da ayrıca dikkat çekmek gerektiği yönünde.
Cemre: Peki sen akademisyenlerin protestosunu nasıl değerlendiriyorsun, akademisyenler ne demek istiyor bu sırt dönme eylemiyle?
Olcay Akyıldız: Akademisyenlerin tavrı da talebi de ne demek istedikleri de net aslında: tüm üniversiteler özerktir ve rektörlerini kurum içinden ve kendi oyları ile seçmelilerdir. Boğaziçi Üniversitesi bağlamında ise seçilmeden atanmış olan, üstelik kurum içinden de olmayan, Melih Bulu istifa etmelidir. Protestoların sürekliliği ve direnci beni mutlu ediyor, öte yandan dönemin en yoğun olduğu final döneminde üniversite gündemi dışında başka bir şey düşünemez ve yapamaz hale geldik. Hepsinden önemlisi bu protestolar dolayısı ile öğrencilerimizin göz altına alınıyor, tutuklanıyor olmalarından kaynaklanan müthiş bir öfke ve üzüntü içindeyim. Kendi iç dinamikleri ile bunca zamandır ülkenin en iyi üniversitelerinden birisi olarak işleyen bir kurum olan Boğaziçi Üniversitesi’nde ben hem lisans hem yüksek lisans öğrencisi olarak hem de neredeyse 20 yıldır öğretim görevlisi olarak farklı dönem ve süreçleri yaşadım. Şu an içinde bulunduğumuz durumu anlayabilmem, içselleştirebilmem, kabul etmem bu nedenle de mümkün değil.
Cemre: Çok uzun süredir Boğaziçi’nde olan bir akademisyensiniz. Melih Bulu ataması ile başlayan içinde bulunduğumuz süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?
Nükhet Sirman (Sosyoloji): Gerçekten de ilginç bir dönemden geçiyoruz. İlginç olmasının en önemli nedeni de toplumda siyasi süreçler açısından müthiş bir bilginin birikmiş olması. İnsanlar artık her duydukları şeye inanmıyorlar, gözleriyle gördüklerinin bile doğruluğundan şüphe duymaya başlıyorlar. Dijital çağ, sosyal medya ve akıllı telefonlar sayesinde söz çok hızlı yayılıyor. Yayılan bu söz bazen yönetmek için bazen de direnmek için üretilmiş olabiliyor ama nereden kaynaklanırsa kaynaklansın her kesim bu sözü kendi bildiği gibi kullanmaya başlayabiliyor. Örnek olarak algı operasyonu sözünü verebiliriz. Bu söz, olanı görünmez kılarak yönetmek için de kullanılabilir, görünmez kılınanı görünür kılarak direnmek için de. Ya da “komplo”, “proje” gibi sözler de hakikat sonrası dünyayı oluşturmaya yarayan anahtar söz/kavramlar. Bir de tabii deneyim var. Gezi’den itibaren insanlar ve özellikle de sosyal medyayı kullanan gençler yaşadıkları koşullar içinde siyaset yapmayı öğrendiler, kimlik meselesinin siyasetin nesnesi haline gelmesini, getirilmesini izlediler ve buna katkıda bulundular ve belki de en önemlisi çok çeşitli siyaset yapma biçimleri geliştirdiler. Geliştirirken de bu kavramları kullanmakla kalmayıp, onları eğip büktüler, anlamlarını sorgular nitelikte yapı bozuma uğrattılar. Sonuç olarak toplum da bu yeni kavramları öğrendi; ama en önemlisi bu sözlerin ve belki de daha doğrusu sözün kendisinin ne kadar boş olduğunu gördüler. İkinci olarak da, iktidarın toplumsal meşruiyet açısından eskiye nazaran farklı bir noktada olduğunu görüyoruz. Her söylediklerine inanılmıyor, her yaptıkları tasvip edilmiyor. Bu yüzden Boğaziçi Üniversitesi bağlamında bir meşruiyet oyununa girişildi. Rektör atandı, üniversite kabul etmedi, elitist, dış güçlerin kuklası dendi. Çok tutmadı. Protestolar devam etti, dini hassasiyetlerimiz çiğnendi dediler. Burada Boğaziçi savunmaya çekildi: sanattır sansürlenemez, ifade özgürlüğü gibi sözlerle meşruiyet aradılar, hafif kaldı. Ama ertesi gün önce okul dışında sonra içinde gözaltılar başladı. Terörist değillerdi, hepsi de sapkın olamazdı, ama en önemlisi herkesin çocuğunu göndermek istediği bir yere girebilmiş çocuklardı. Toplum kendi ideallerinin yıkıldığını izlemek istemedi, meşruiyet öğrencilere döndü. Anlaşılan bu meşruiyet oyunu bir müddet daha devam edecek. Güç oyunlarında kimin kazanacağı belli olmaz; hatta kazanan olur mu o da belli değildir. Çünkü bir kazanan olduğu an onu devirmek için yeni bir oyun başlar. Maalesef tüm toplum, kurumları ve değerleriyle bu oyunun içine çekildi. Bundan artık dönüş yok.
Cemre: Hem Boğaziçi’ni akademik bir kurum olarak değerlendirdiğinizde hem de protestoların hem içeride hem dışarıda geniş biçimde benimsendiğini görerek, bu sürecin etkileri nasıl olacak sizce? Geçmiş deneyimlerinizden de yola çıkarsanız?
Nükhet Sirman: Maalesef Boğaziçi bir kurum olarak buradan epey yara alacak. Zaten uzun süredir üniversiteler toplumda sadece bir meslek edinme yeri olarak görülüyor. Soru sormak, eleştirmek, dünyaya mesafe alıp farklı bir yerden bakmaya çalışmak artık istenilen olmaktan çıktı. Rektör atamasına direnmenin biraz da bu yönü var tabii. Eğitime tamamen faydacı bir yerden bakan, faydayı da yönetmeden ve sermayeden yana tanımlayan bu anlayışın üniversitede başka bir anlayışa alan bırakmamasına karşı bir direnç bu. Bu anlayış, dünyadaki gidiş de bu yönde olduğu için, oldukça güçlü. Üniversite dışından gelen desteğin böyle bir ayrıntı ile ilgilendiğini sanmıyorum. Genel kamuoyu açısından bu direnişin etkisi daha çok iktidarın meşruiyetinin daha sorgulanır hale gelmesini sağlamak oldu. Bir yandan polis şiddeti görünür hale geldi, diğer yandan öğrencilerin, gençlerin kararlı ama sakin duruşları insanları etkiledi. Atmosfer de buna uygun. Pandemiden ekonomiye, şiddetin özellikle de kadın ölümlerindeki sayıların getirdiği genel bir kızgınlık, bir tedirginlik, bir karamsarlık topluma hakim oldu. İnsanları bir nefes ihtiyacı duygusu sarmış gibi adeta. Rektör geri çekilir çekilmez, üniversitelerde seçimle iş başına gelinir gelinmez, bunları bilemem. Ama akademik yaşamın bu yaşananlardan olumsuz etkilenmesi kaçınılmaz. Üniversiteye bu denli bir müdahale başka müdahalelerin ihtimalini de beraberinde getiriyor. Daha başka ne olacak duygusu ile yaşamak endişeyi gündelik hayatın bir parçası haline getirmektir. Bu endişeyle bilim yapılmaz. Köşk ne zaman ya da kimler için sırça idi bilmiyorum ama şimdi kırıldığı kesin.
Tabii bu ilk kırılma değil. Ben ODTÜ’ye öğretim üyesi olarak 12 Eylül’ün hemen ardından başladım. Hasan Tan devrinin parçaları toplanıyordu. En büyük mesele hocalar istifa etsin mi etmesin mi sorusuydu. Her bölümde yeni atamalar, yönetimin kilit noktalarına üniversiteyi kontrol altında tutacak kişiler yerleştirilmişti. YÖK her bölümün ders programını hatta derslerde okutulması beklenen konuları bile belirlemeye çalışıyordu. Bu durumda kim kalıyor kim istifa ediyor meselesi öğretim üyeleri arasında kötü bir ayrışmaya neden oldu. O sürecin en kötü etkisi bu oldu. Bu benim yaşadığım süreç. Ama Türkiye’de 1930’larda üniversite kurulduğundan beri hep korkulmuş, kontrol edilmeye çalışılmıştır. Bunun çeşitli biçimleri yaşandı. 1948’de komünist avı ile Dil Tarih’ten atılanlar, 1960’ın 147leri, 1402 ile görev yerleri aniden değiştirilenler, KHK’lıların sembolü haline gelen cüppelerin çiğnenmesi. Şimdi ise sayısız üniversite kurulup bunları da yüksek okul düzeyine çekerek düşünce sınırlanmaya çalışılıyor. Bu süreç üniversite hocaları tarafından iyi bilindiği için atamalara karşı direniyorlar. Ve Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyeleri bu ortamda birlikte hareket etmek ve ayrışma yaşamamak için sürekli birlikte karar alma, konuşma, tartışma yöntemleri geliştiriyorlar. İşte bu çok kıymetli, hep sözü edilen Boğaziçi’nin demokratik kültürü işte böyle böyle gelişiyor. Olmuş bitmiş bir kültür yok. Yaşananlarla yeniden yeniden üretiliyor. Süreç bittiğinde de geriye kalacak olan da bu yeniden üretme bilgisi olsa keşke.