Edebiyat dergilerini takip edenler, özellikle öykü okurları, Eylem Ata Güleç adına ve öykülerine sanırım aşinadır. Boşlukta Büyüyen 2016’da Notabene yayınlarından çıktığında kitaptaki yirmi altı öykü, birçok fırının/ derginin tezgahından geçerek, kılçıksız gelmişti okurun karşısına. Eylem, ekranlara yansıyanı kadarıyla haberdar olduğumuz olayların, sayılardan ve haberlerden öte, arkada kalan insanların hikayelerini getirmişti karşımıza.

Boşlukta Büyüyen’i ve dergilerden takip ettiğim diğer öykülerini bir okur-yazan (!) olarak okuduğumda, Eylem’in cümleleri benim kendi cümlelerime tekrar dönmeme neden oldu. Bu kız insanın rahatını kaçıran öyküler yazıyor. Eylem’i Çatlak Zemin’e çağırdım sağ olsun o da erinmedi geldi.

Edebiyat bir yolculuksa, sizi bu yola çağıran neydi? Nereden çıktınız yola, şimdi vardığınız yer neresi?

Özgürlük arayışı. Hem kişisel hem toplumsal anlamda. Çıkış noktaları hep biraz kişiseldir. Süreç, kişisel olanı toplumsallaştırıyor. Yaşadığım yerin gerçeklerinin bunda payı azımsanmayacak kadar büyük. Bir yere varırsam yanımdaki yöremdekilerle varabilirim ancak. Ağzı sımsıkı kapalı bir kutudan tek başınıza dışarı fırlayamazsınız.

Boşlukta Büyüyen’de ve sonrasında dergilerde çıkan öykülerinde gördüğüm, kaleminin çağdaşın ilan birçok yazardan farklı bir yerde, farklı bir gündemde olduğu. Bombalanan sokaklarda, yıkılan evlerin arasında, korkuyla okula gidilen yollarda… Coğrafya kaderse, kalem bu kaderden kaçamıyor mu?

Edebiyatın “büyük” konuları işlememesi, özellikle öykünün günlük yaşamın sıradan ayrıntılarına odaklanması istenir. Yaşadığım yerde günlük yaşam sıradan bir günlük yaşam gibi değil. Bir defasında trafikte kırmızı ışığa takıldığım için, sadece bir dakika farkla, geçeceğim yolda patlayan bombadan kurtuldum. O büyük sesi duydum. Kara dumanlar sardı etrafımı. Benden saniyeler önce geçenler için ne berbat bir ölüm! Düşünsenize!

Bu ve benzer pek çok olaya tanık olan biri, kaleminden çıkan metinlerde acıyı sömürmüş olmamak için, bağırıp çağırmadan anlatabilmek için, yazdığı gerçeği edebiyata dahil edebilmek için nasıl keskin bir bıçak üzerinde yürür, düşünün.

Yine de kişi kalemini bunlardan sakınabilir. Uzayda yaşıyormuş gibi yapabilir mesela!

Çatışmanın, çürümenin ortasında yazmanın anlamı nedir? 

Bu gerçekten benim de kendime sorduğum, zaman zaman karşısında çaresiz hissettiğim bir soru. Kimi zaman yazmak zavallı bir çaba gibi görünüyor gözüme. Yine de, az önce sözünü ettiğiniz kadere karşı, bir mücadele alanı. Öte yandan, uzaktan bakanlar için de büyüteç! Aynı sınırlar içinde yaşadığımız halde buradan, “Doğu’dan” yükselen sesi bir türlü duy(a)mayan metropol insanlarının olayları televizyon haberleri dışında bir algıyla hissetmelerini sağlayabilir. Sağlayabilirse iyi de olur; ancak bu bizim, Kürtlerin meselesi değil. Anlamak isteyen arkadaşlar kendileri çaba göstersin, bir zahmet!

Geçen haftalarda Şeyhmus Diken Ankara’daydı. Ahmet Arif Abisi Olmak Halkının kitabını konuşurken, eskiden edebiyatta Diyarbakır Ekolü diye bir söylem olduğundan bahsetti, şehrin edebiyat zenginliğini anlattı. Şimdi sadece edebiyat açısından değil de genelde Diyarbakır’ın sanatsal yaşantısı, şehirdeki sanatçıların durum nedir?

Yerel yönetimlere kayyum vs müdahaleler olmadan önce kentte kültür sanat çalışmaları epey canlı, renkli bir hal almıştı. Belediyeler günler süren kültür-sanat festivalleri düzenliyordu. Kente dışardan sanatçı ve yazarların akın ettiği dönemler oldu. Yazar buluşmaları, sinema tiyatro festivalleri katılımların yüksek olduğu etkinliklerdi. Doğrusu halkımız seviyor böyle işleri, yaşlı amcalar teyzeler dahi akın akın gelip koca salonları dolduruyordu. Pek çok söyleşiyi ayakta izlemişimdir. Sonra…

Sonra her şey bıçakla kesilir gibi kesildi. Çorak bir tarlada susuz kalmış gibi bekledik. Kentteki yazar ve sanatçıların susuzluktan dili damağına yapıştı! Şimdi küçük adımlarla, kişisel girişimlerle bazı etkinlikler düzenleniyor. Kitapevleri, kitap kafeler, bir-iki sanat merkezi söyleşi ve imza günleri yapıyor.  Okur-yazar kitle oralarda buluşup biraz nefes alıyor. Susuzluğumuzu gidermiyor ama akmasa da damlıyor işte.

“Yalancı Dut” öyküsünü okurken aklıma geldi, sorular aynı olsa da cevaplar karşımızdakinin cinsiyetine göre değişir mi?

Değişmemeli. Karşımızdakini insan olarak görüyorsak değişmez. Ama öyle olmuyor. İnsanlar birbirlerine kadın ya da erkek olarak bakıyor. İletişim cinsiyete göre şekilleniyor. Kadınların işyerinde, sokakta, toplu ulaşım araçlarında bunca taciz edilişini göz önüne alırsak iletişim kurarken kontrollü olmalarını yadırgayamayız.

Bu arada birçok öykünde dut ağacı boy veriyor, gerçekten Diyarbakır’da çok mu dut ağacı var, yoksa dut ağacının yeri mi başka sende?

Diyarbakır’da epeyce dut yetişiyor. Karpuzuna kanmayın. Asıl dutları güzeldir Diyarbakır’ın. Ben çocukken daha çoktu. Dut, yoksul meyvesidir. Ağaçlar yol boyunca uzanır, gelen geçen toplayıp yerdi. Büyüdüğüm evin bahçesinde üç dut ağacı vardı. Mahallenin çocuklarıyla ağaçların tepesindeydik gün boyu. Bayram sofralarımız dut ağaçlarının arasına kurulurdu. Büyükler evde konuşulamayacak önemli şeyler için bahçeye çıkar, beyaz dut ağacının altında sigara yakarak konuşurlardı. Sokaktan geçen ihtiyarlar kara dutun gölgesinde soluklanırdı. Büyükannem Hızır Aleyhisselam geldi, diyerek bir tepsi hazırlatırdı anneme. Peynir, yoğurt, ekmek. İhtiyarcık yemeğini yedikten sonra… İşte böyle, burası Diyarbakır, dut meseleleri bitmez.

“Ev işleri kadınların hayatına vurulan en büyük darbedir, diye düşündüm. Felakettir, yazma çabama engel olan büyük felaket.” “Kanepede Oturak” adlı öykünde bunları düşünen kadını biraz daha anlatmanı istesem? Felaketinin farkında olan bu kadının serüvenini takip etmeye kalksak nerelere uğrarız? Sonra arkasından gelen “İlk Gün” adlı öyküde de Selma’nın sancıları… Nedir bu kadınların halleri?

Bu söyleşiyi okuyacak kadınların hemen hepsinin iyi bildiği şeylerdir. Bir yol ayrımı bile olmadan eşiklerden geçip duracak. Olması gerekenlerle yapmak istediklerini birbirine uydurmaya çalışıp duracak Selma. Benim, senin, hepimizin yapmaya çalıştığı gibi.

En son arka arkaya Sözcükler, Kitaplık ve Notos’da çıkan öykülerini okuduğumda kahramanlarının değil ama kaleminin sesinin daha güçlü olduğunu ve bağırmadan yükseldiğini hissettim. Sanki kalem, kağıt üzerinde daha rahat ve kıvrak. Şimdiye dek getirdiğin klasik giriş-gelişme-sonuç’tan başka anlatım yollarına varmış gibisin. Ne dersin fazla mı konuştum…

İlk kitaptan sonra, daha sıkı dokunmuş şeyler yazmaya gayret ettim. Metinler hem köpürsün, çağlasın istiyorum hem de olabildiğince yoğunlaşsın, kristalize olsun. Başka anlatım yolları gelişmişse, yazdıklarım öyle okunuyorsa, sevinirim. Bu tamamen el yordamıyla, araya araya bulunmuş bir şey. Kalem açılan bir nesne sonuçta. Çalışınca, çok çalışınca ucu inceliyor.

Öykülerinin yayınlanması, kitabının çıkması hayatında bir şey değiştirdi mi?

Hayır değiştirmedi. Hayatlar kolay kolay değişmiyor. Bazı küçük yenilikler oluyor. Çok küçük. Büyük durağanlığın içinde fark edilmiyor bile. Öyle durağandır ki hayat, bazen ölü olduğunu sanıyor insan.  Hemen ardında yaşadığını hatırlıyor, çırpınmaya devam ediyor.

Şu an tezgahta ne var?

Bir öykü dosyası ve bir roman var. İkisini paralel yürütüyorum. Roman gibi uzun metin yazmanın teknik sorunlarıyla boğuşuyorum. Karakter devamlılığını sağlamaya ve kent mekanlarının canlanmasına uğraşıyorum. Anlatının içinden bir duygu geçirmek istiyorum. Olayların başından sonuna kadar kendini hissettirecek bir duygu. Sıkıntılı, boğucu bir yazma süreci içindeyim.

Hep sorarlar ya kalemiyle yola yeni çıkanlara ne önerirsiniz diye ben bu kez tersinden sorayım, seninle yolda aynı durakta ya da daha ileri duraklara varmış olanlara bir şey demek ister misin?

Bilmem, belki ciğerlerine özen göstermelerini söyleyebilirim! Büyük, derin dalgalar geldiğinde hep birlikte göğüsleyebilmek için…

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.