Evliliğin özellikle son on senede yeniden güçlendiğini de gözlemleyebiliyoruz. Bunda tüm dünyada yükselen muhafazakar siyaset ve siyasetçiler şüphesiz etkili oldu. Ama bir diğer neden de alternatif yaşam şeklinin, yani tek başına yaşamın sadece özgürlük getirmemesi; müthiş bir mücadele ve maddi/manevi güç gerektirmesi de olabilir gibi geliyor.

Mart ayı feministler için hep çok yoğun geçer; eylemler, paneller, söyleşiler, belgesel gösterimleri pek bir yoğunlaşır 8 Mart’ın hatırına. Son birkaç haftam böyle panellerden gösterimlere, imza günlerinden “dijital” eylemlere koşarak ve kadın olmak üzerine her zamankinden daha da fazla düşünerek geçti. Ancak bu yazıyı yazmamın esas nedeni, ilham verici, düşündürücü, son on senede kişisel olarak kat ettiğim yolu feminist hareketle beraber okumamı sağlayan ve “yalnız” olmadığımı hatırlatan bir kitap ve bir film.

Sevgili Ceren Lordoğlu’nun doktora tezinden kitaplaştırılan İstanbul’da Bekâr Kadın Olmak, önce kendisiyle tesadüfi tanışmamız sırasında haberdar olduğum, sonra 43. İktisatçılar Haftası etkinlikleri dahilinde bildiri sunumuna katılabildiğim, “bana dair” bir çalışmaydı. 30’una bir kalmış, bekâr bir kadın olarak İstanbul’da yalnız yaşamaya “niyetlendiğim” bir sırada karşılaşmam da kitabı daha bir farklı kıldı benim için. Tam böyle bekâr kadınlık üzerine düşünürken önce Başka Sinema’nın sosyal medya hesaplarında tanıtımını görmem, sonra farklı feminist arkadaş gruplarımdan “Hadi gidelim,” daveti almam üzerine dört farklı ülkeden beş kadının hikayesini “bekârlık” bağlamında anlatan Singled Out’tan haberdar oldum. Şöyle bir tanıtım videolarına bakarken ne göreyim, belgeselin Türkiye ayağındaki hikayenin kahramanı, üniversiteden arkadaşım Melek değil mi!

Edirneli Zorro

Üniversiteden arkadaşım Melek Küçükuzun ya da hayalperest çocukluğunu ve ruhunu tanımlayan kendi ifadesiyle Edirneli Zorro, Edirne’nin küçük bir köyünden İstanbul’a ÖSS Edirne birinciliğiyle gelmiş; tanıdığım en zeki, en yaratıcı, enerjisi en yüksek insanlardan biri ve şu anda olduğum kişi olmamda da büyük etkisi vardır üniversitedeki hararetli tartışmalarımızın, paylaşımlarımızın, çalışmalarımızın.

Melek’le geçen 8 Mart’ta yürüyüşte karşılaştığımızda bir belgesel çekiyorlardı. OHAL vardı, herkes gergindi, yine de yürümüştük. Sonra Feriköy’deki evine misafir oldum Melek’in, bana komşu kadınlarla nasıl hem dayanışma hem mücadele içinde olduğunu anlattı; bu ülkede tek başına bir kadının rahat ve güvende yaşamasının nasıl zor olduğundan, OHAL’den, kırık aşk hikâyelerimizden konuştuk. Onun Edirne Çöpköy’de başlayıp İsveç Lund’da Siyasal İletişim mastırına uzanan ve nihayetinde uluslararası bir belgesele konu olan hayatı, benim aynı mahallede, aynı evde sıkışıp kalan ve zihnen aştığım kilometrelere karşın fiziksel alanda hep aynı çemberin içine sıkışmış hayatıma hep ilham olmuştur. Üniversitedeki bol hararetli, tartışmalı, paylaşımlı sohbetlerimizi; kendi hikayelerimizi yazabilmek için verdiğimiz çabaları hatırlayınca kişisel olanın politikliğini yeniden idrak ediyorum. Kendi küçük hikayelerimizin, sosyal tarih ve feminist kuram sağ olsun, aslında nasıl politik direnişler, nasıl büyük “dönüşüm” potansiyelleri barındırdığını anlayabildiğimiz bir zamanda yaşıyor olmam da bir şans diye düşünüyorum şimdi.

Singled Out’a gelelim: Bekâr kadın olmanın farklı ülkelerde ne anlama geldiğini, nasıl mücadeleler ve savunma mekanizmaları gerektirdiğini ve aslında ataerkinin İspanya’dan Çin’e, Avustralya’dan Türkiye’ye, dünyanın her yerinde hemen hemen aynı “taktikler”le işlediğini işte tam da o “küçük hikayeler”le anlatan, şahane bir belgesel olmuş. Ceren Lordoğlu’nun İstanbul’da Bekâr Kadın Olmak çalışmasının sunumunda bir şey dikkatimi çekmişti: İstanbul’da yalnız yaşayan kadınlar, “yalnız” oldukları anlaşılmasın ve rahatsız edilme ihtimalleri azalsın diye kapılarının önüne bir çift erkek ayakkabısı bırakmak gibi “sistem bugları” bulmuşlar. Bunu duyduğumda Melek’in de bana “Tubi, kapının önüne erkek ayakkabısı koy dediler, en başta güldüm, ama evde yalnız kaldığım ilk gece ne olur ne olmaz kapıya bir çift erkek ayakkabısı koydum.” dediğini hatırladım. Nitekim belgeselde de bundan bahsetmiş Melek.

“Bekâr” kelimesi, İngilizce’deki “single”ın verdiği hem “tek” hem de evlenmemiş ya da sevgilisi/romantik ilişkisi olmayan anlamını tam karşılamıyor sanki. Ama bekâr bir kadın olmanın anlamı, biraz da o “yalnız, tek başına” sıfatında yatıyor. Evet, dünyanın neresinde olursanız olun bekâr bir kadın olmak en hafif ihtimalle “açıklama yapan konumu”na, en ağır ihtimalle de “hayatta kalma yarışı”na girmek demek.

Baba evinden çıkış

Türkiye’deki bekâr kadınlar için sanırım en zoru, baba evinden o ilk çıkış anı olsa gerek. Üniversiteyi ailenizden farklı bir şehirde okuduysanız iş biraz daha kolay; kendilerinden uzakta yaşamanıza alışan aileniz, bir de işin içine “iş bulma” belası girdiğinde, farklı bir şehirde onlardan ayrı yaşamanızı kabullenip sizi “rahat bırakabilir”. Ama baba evini terk etmek için önce iyi bir işe, bu kriz ortamında tek başına ayakta kalmanıza yetecek ve tabii “bekâr bir kadın” olarak güvende ve rahat yaşayabileceğiniz belli semtlerde kiranızı ödemenize yetecek maddi bir güvenceye ihtiyacınız var. Bu kriter tek başına yeterli değil tabii: Kapı önlerine erkek ayakkabıları koymanız ya da tek başına yaşadığını belli etmemek için esnafın, taksicinin, eve sipariş getiren kargo elemanının yanında “fake” konuşmalar yapmanız; içerki odada biri varmış gibi “Yemek siparişi geldi canım!” diye içeri seslenmeniz yahut muhafazakar muhitlerde evinize gelen erkek arkadaşlarınızı kapıdan girene kadar valize falan saklamanız gerekebilir. Bunlar, bekâr ve yalnız yaşamanın pratik ve maddi boyutu.

Ama belki de bu aşamalardan önce üzerine uzun uzun konuşmamız gereken şey “yalnız yaşamak” olmalı. Belgeselde şuna benzer bir cümle geçiyordu: “Bekâr bir kadınsanız ve 30’larınıza da yaklaşmışsanız bir gün mutlaka o soruyla karşılaşırsınız. Hayır, ‘Benimle evlenir misin?’ değil. ‘Neden hâlâ bekârsın, bir sorun mu var?’ ” Evet, evlenme baskısı 30’unu geçmiş kadınlar için neredeyse kaçınılmaz bir olgu. Ve hayır, bir kadının evlenmemesiyle bir erkeğin evlenmemesi aynı şey değil. Bir kadın evlenmediyse, “evlenememiş”tir. Evlilik kadın için bir başarı, erkek içinse “kapana düşmek” gibi temsil edilir, kodlanır. Oysa evlilik kurumunun her şeyden önce erkeklere çalıştığını, özellikle geleneksellik dozu yüksek bir evliliğin erkekler için “dünyadaki cennet” olduğunu biliyoruz. Bunu herhangi bir altın gününde 50 yaş üstü “ev hanımlarını” dinlediğinizde de görebilirsiniz. Hepsi kocalarından yakınır, hepsi eve yemek bırakmadan evden çıkamadıklarını, “ay valla bıktık”larını anlatır; ama ilginçtir, yine aynı kadınlar genç kızları bir an önce evlendirmek için de en ön sırada mücadele verirler. Çünkü tüm bu külfetine rağmen evlilik, kadın için bir başarı olarak kodlanmış bir kere. Bunu yıkmak da kolay olmayacağa benziyor.

Aşk eski bir yalan

Bekâr olmanın, daha doğrusu bekâr kalmanın bir diğer zorluğu da “romantik aşk miti”. Burada bekârlığın, daha önce bahsettiğim o “yalnız” anlamı önemli gibi geliyor bana. Evli değilseniz, sevgiliniz yoksa, âşık değilseniz “yalnızsınız”. Etrafınızda ne kadar arkadaşınız, dostunuz, aileniz olsa da; yahut bu yalnızlık halinden memnunsanız da yine de gerek aileniz, gerek arkadaşlarınız gerek de medya/edebiyat ve cümle kültür ürünleri, size sürekli “yalnız” olduğunuzu ve dahası “olmamanız gerektiğini” söyler. Sanırım bu erkekler için de çok farklı olmasa gerek. Yine belgeselde şöyle bir cümle geçiyordu: “Toplumda yaşam ancak bir erkek ve bir kadın birleştiğinde tamamlanmış oluyor. Kısmen bu bazı yerlerde bir kadın ve bir kadın ya da bir erkek ve bir erkek şekilde değişti tabii. Ama tek başınıza bir bütün olmanız kabul edilemez. Evet, insan tabii toplumsal bir varlık, başkalarına ihtiyacımız var. Ama bu illa ki tek bir kadın ya da erkek mi olmalı? Yoksa çok daha kalabalık, kolektif bir yaşam mümkün mü?” Sanırım konuşmamız gereken mesele bu.

Romantik aşk, modern zamanda korunması zor bir mite dönüştü. Daha doğrusu aşkın sonsuz, tek ve gerçek olduğu inancı, yaşadığımız dijital çağda, daha önce hiç uğramadığı kadar büyük bir itibar kaybına uğradı. Ama buna rağmen evliliğin özellikle son on senede yeniden güçlendiğini de gözlemleyebiliyoruz. Bunda tüm dünyada yükselen muhafazakar siyaset ve siyasetçiler şüphesiz etkili oldu. Ama bir diğer neden de alternatif yaşam şeklinin, yani tek başına yaşamın sadece özgürlük getirmemesi; müthiş bir mücadele ve maddi/manevi güç gerektirmesi de olabilir gibi geliyor. Evlilik, en çok da maddi açıdan tarafları rahatlatan, metropol ya da büyük şehirlerde yaşamayı kolaylaştıran bir kurum olmasaydı, sadece kültürel kodlarla bu kadar sağlam ayakta kalır mıydı, bunu da konuşmalı tabii.

Popüler edebiyat çalışan ve romanslar üzerine tez yazmaya uğraşan biri olarak romantik aşkın kadınların “ana gündem maddesi” olmasının pek iyi sonuçları olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Kariyer övücü, “güçlü kadın” imajını olumlayıcı bir şey söylüyorum gibi algılanmasın. Demek istediğim, kadınlar hep bir başkasına verdikleri ve yine bir başkasından gördükleri ilgi, sevgi, aşkla var olabiliyorlar; bu öğretiliyor bize. Eğer bir sevgilin yoksa demek ki hiçbir erkek seni beğenmemiş. “E sen çok güzel bir kadınsın, neden sevgilin yok?” Demek ki başka kusurların var: Çatlaksın, histeriksin, kendinle fazla ilgileniyorsun, bencilsin, vs. Çünkü sevgilinin olmaması senin tercihin olamaz. Bir kadın mutlaka sevmek ve sevilmek ister; bu da arkadaşlıkla, yaptığın işle, üretmekle, yazıp okumakla olacak iş değildir, mutlaka sevgi ve ilginin yöneleceği bir erkek olmalı. Dahası bir erkek tarafından sevilmemenin günahı, çocuk yapamamakla da ödenir. Hangi kadın anne olmak istemez ki? Anne olmadan anlayamazsınız… “Gençliğimi çürüttüm, saçımı süpürge ettim, çocuklarım için kendi hayatımı feda ettim” anneleri de aynı şeyi söyler üstelik (yani kendi annem mesela).

Bende bir problem var…

Sevgilim olmadığında kendimi daha sakin, huzurlu ve daha üretken hissettiğimi fark ediyorum bir süredir. Çünkü sevgilim olduğunda çok fazla değişkenle uğraşmam gerekiyor ve bana iyi gelen, beni besleyen bir ilişki kuramadım bu zamana kadar erkeklerle. Ama yine de “hayatımın aşkını” bulmadığım için bunun böyle olduğunu düşünmeye meyilli olduğumu da fark ediyorum. Doğru insanı bulunca böyle olmayacak, taşlar yerine oturacak, vs. Üstelik neden bir ilişki yürütemiyorum? Neden ilişki içinde kendimi sürekli yargılanıyor, baskı altına alınıyor hissediyorum? Demek ki bende bir problem var… Yapan nasıl yapıyor?

Melek’le üniversite hayatımız boyunca ilişkiler üzerine saatlerce konuşmuşuzdur. Ancak bir şeyi hiç unutmam. Bir gün milyonlarca kez ayrılıp barıştığım eski sevgilimden yine ayrıydım ve moralim çok bozuktu, ağlıyordum. Melek beni böyle üzgün görmekten ve bu durumun derslerimi etkilemesinden çok sıkılmıştı. Bana dedi ki “Tubiciğim, hayatında değiştirmesi senin elinde olan, yapabileceğin şeylere odaklanmak yerine kontrolü elimizde olmayan duygularınla neden bu kadar uğraşıyorsun? Sal onları, yapılacaklara odaklan. Üzülmeyi bırak. Aşk, olursa olur.” O zaman bana çok duygusuz, hayatın anlamını maddiyatta bulan, çok katı bir bakış gibi gelmişti bu. Oysa hayatın anlamı aşktı. Şimdi, aradan 10 sene geçtikten sonra tekrar baktığımda aşkın, sevginin, paylaşımın, ancak hayatımıza huzur kattığı; üretkenliğimizi, yaşama sevincimizi artırdığı; bizi geliştirdiği, kendimizi tanımamıza olanak verdiği ölçüde anlamlı olduğunu ve maalesef üniversitede yapılabilecek milyonlarca şey arasından kendime en yaramayacak olanı bulup beni sevmeyen bir erkek için saatlerce ağladığımı anlıyorum.

All the single ladies; put your hands up!

Aşk, ne hayattaki tek anlamdır ne de sonsuza dek sürer; bunu artık hepimiz biliyoruz. Yine de aşksız hayatımızın eksik olacağı, yahut aşkı yaşamanın tek bir geçerli tarzı olduğu düşüncesi, hele ki bu kadar muhafazakar bir toplumda, her gün baskı altında yaşayan kadınlar olarak kolay kurtulabileceğimiz bir “algı bozukluğu” değil. Singled Out da İstanbul’da Bekâr Kadın Olmak da bana “yalnız olmadığımı”, benim gibi “yalnız” başka kadınların da olduğunu hatırlattı her şeyden önce. Tek başına yaşamanın maddi güçlüklerine karşı daha toplumsal, daha dönüştürücü, alternatif yaşam şekillerini daha fazla görünür kılacak ekonomik ve kültürel daha fazla üretimde bulunmamız gerektiğini de.

Yazıyı bitirirken Singled Out’u izleyip İstanbul’da Bekâr Kadın Olmak’ı okumanızı “aşkla” tavsiye ediyor ve buradan, kültürel üretimin herhangi bir alanında faaliyet gösteren kadınlara ayrıca seslenmek de istiyorum: Lütfen daha fazla bekâr kadın karakterler üretin, özellikle popüler kültür için. Çünkü her gün yükselen mafyatik, maço, şiddet-sever ve sevgisini şiddetle gösteren (böyle bir sevgi yok tabii), hiper-maskülen erkek tipleri ve onlara âşık oldukları ölçüde “güçlenen”, onlarla kendini tanımlayan kadın kahramanlarla örülü popüler kültür dünyamız, romantik aşk algımızı bozduğu gibi bekâr kadınların da var olduğunu, var olabileceğini ve bu varlıklarının hiçbir “açıklamaya” ihtiyaç duymaksızın güven ve özgür şekilde devam edebilmesi gerektiğini unutturuyor. Bekâr kadınlara bile.

All the single ladies! Yalnız değilsiniz!

2 YORUMLAR

  1. 33 yaşındayım, ailemden ilk ayrılışım 26 yaşımda aynı şehirde başka bir ev tutmakla gerçekleşti. Evet o süreç ailecek bir krizdi bizim için, beni kararımdan vazgeciremeyeceklerini anlayan ailem çareyi bu kararımı diğer aile bireylerine açmamakta buldular. 2 sene böyle yaşadıktan sonra aile çevresi tek tek öğrendi ama kimse bu konuyla ilgili tek laf etmedi, herkes kabullendi tabi içten içe ne düşündüklerini bilmiyorum. Fakat yukarıdaki yazının bakış açısının biraz dar kaldığını hissettim. Büyük bir şehirde tek başına yasayan bir kadın olarak (gecis surecinde ailemle yasadiklarim haric) etraftan hiç rahatsız olmadım, kendimi tek başına bir kadın olarak rahatsız ya da güvensiz hissetmedim. Benim gibi tek başına kendi imkanlarıyla yaşayan hatta şehrin daha kenar mahallelerinde ev tutmak zorunda olan kadın arkadaşlarım da oldu ancak onlardan da toplumun kendilerine yaklaşımları konusunda bir şikayet duymadım şimdiye kadar. Hatta geleneksel mahallelerde komşulardan destek gorenler oldu. Benim ve arkadaşlarımın deneyimleri bu toplumun genel bakış açısını belirlemiyor olabilir ancak kitapta (yazıda goremedim) bizim gibi yaşayanlardan da söz ediliyor mu acaba? Aksi takdirde kitaptaki araştırmanın örnekleminin bilincli ya da bilinçli olmadan tek bir bakış açısını yansıtacak şekilde sınırlı kalmış olacağını düşünüyorum. Toplumda bazı şeylerin değiştiğini, yasam tarzıyla beraber yoğun muhafazakar ve geleneksel bakış açısının da darbe aldığını fark ediyor olmalıyız artık.

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.