İstiyorlar ki kadınlar ‘LGBTİ+ya meydan vermemek için’ erkeklere kul köle olmayı kabul etsin, hak taleplerinden vazgeçsin – bir yandan da iktidar “tabii ki kadın haklarıyla sorunumuz yok” teranesini sürdürsün.
“Aile kadın ve erkekten oluşur” – öyle mi? Ben büyürken çekirdek ailem, aile bildiğim şey annem ve anneannemden (bizdeki adıyla ‘nonna’) oluşuyordu. Annem, nonnam ve benden sonra elbette teyzem, kuzenlerim, babam, amcam, babaannem de geliyordu ama her daim var olanlar, bakım verenler, kural koyanlar, başım sıkışsa ilk aklıma gelecek olanlar, aile deyince gözümde canlananlar bu iki kadındı. Bir de beraber büyüdüğüm arkadaşlarım, kardeş gibi gördüğüm. Şimdi ailelerimin sayısı arttı biraz – ya da daha doğrusu aile kavramının içine sığmayacak, sığması gerekmeyen ilişki biçimleriyle kalabalıklaştı. Bir yanda annem ve teyzem (artık nonna yok, ama yine iki kadından oluşan bir ailem var) – ve hakkını yemeyeyim birazcık, bazen, babam – bir yanda ise başka türlü bir dayanışma ağım var: Sayısı 10 ila 30 arasında değişen (bir kısmı, bir zaman veya hâlâ, birbiriyle sevgili olabilir de olmayabilir de) bir grup feminist kadın. O veya bu şekilde birbirimizi hayatta tutuyoruz. Hani kadın ve erkekten oluşan aile? Tabii bu sadece benim hikâyem. Ama bildiğim bir şey varsa o da sokaktaki insan sayısı kadar farklı aile çeşidi olduğu. Ve bu sadece benim gibi ‘marjinaller’ için değil, toplumun tamamı için geçerli. Kimimiz için gepgeniş bir ilişki ağı aile, karmaşık akrabalık bağları içinde çokça kadın ve erkekten (ve bu ikiliğin içinde sıkışmış, belki açık belki kapalı biçimde kendi cinsiyet kimliğiyle, cinsel yönelimiyle var olmaya çalışan diğerlerimizden) oluşan; kimimiz için tek bir kişiden müteşekkil; kimimiz için ailenin dışında hayatta kalmaya çalışırken kurduğumuz arkadaşlıklar var aile yerine – hiçbir kalıba, tekil tanıma sığmıyor ki toplumsal cinsiyet ikiliği kalıbına sığsın.
Görünen o ki, yine bir anayasa değişikliği tartışması içindeyiz. Başörtüsüne önce yasal, sonra anayasal güvence getirmeyle – yani bir özgürlük tartışmasıyla – başlayan konu hızlıca yeni bir tahakküm alanına dönüşüverdi. Anayasa’nın ‘din ve vicdan hürriyetini’ düzenleyen 24. maddesinde değişiklik önerisinin yanına hızlıca 41. madde de dâhil edildi. Mevcut haliyle Anayasa’nın 41. maddesi, “Aile, Türk toplumunun temelidir ve eşler arasında eşitliğe dayanır” diyor. Şimdi ise “eşler arasında” ibaresi ‘muğlak bulunduğu için’, “Aile, kadın ve erkekten oluşur” tanımı getirileceği söyleniyor. Dolayısıyla kadınların kıyafetlerine, örtünme veya örtünmeme özgürlüklerine, yani bedenlerine laik veya dindar hiçbir patriyarkal kurumun karışamaması tartışması dönüp dolaşıyor bedenlerimize, arzularımıza, kimliklerimize başka bir kurum üzerinden müdahale aracı haline geliveriyor: Aile.
İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme sürecinde de gördüğümüz üzere, tüm Avrupa’da ve küresel olarak kendini hissettiren toplumsal cinsiyet karşıtı dalgayla uyumlu olarak, ‘aile değerleri’ iki hedefe birden, aynı anda ulaşmak için iş görüyor. Bir yandan LGBTİ+ karşıtı bir hat üzerinden toplumu ve siyaseti şekillendiriyor, heteroseksist, ikili cinsiyet temelli bir düzeni ezeli ve ebedi kılıyor. Öte yandan da toplumsal sözleşmeyi adeta üzerine kurduğu, topluma içkin addederek yaygınlaştırdığı, meşrulaştırdığı ve toplumsallaştırdığı LGBTİ+fobiyi, her alanda rıza inşası için araçsallaştırıyor. Yani yeter ki ‘varlığımıza yönelik tehdit’ teşkil eden, bu ne idüğü belirsiz ‘öcü’ LGBTİ+ ile mücadele edilsin biz soyulmaya, susturulmaya, her türlü hakkımızdan edilmeye, her şeye razıyız. Öyle mi? Bu sözde onay mekanizmasının işletildiği meselelerin en önemlilerinden biri de kadınların ailedeki ikincil (çünkü nasıl ki Anayasa’nın ‘LGBTİ+ aileler yoktur’ demesi bizi yok kılmıyorsa, ‘aile eşitlik üzerine kuruludur’ demesi de tek başına eşitlik için yeterli değil), ücretsiz işçi, emeği, bedeni ve cinselliği sonsuza dek sömürülebilir konumlarının korunması. İstiyorlar ki kadınlar ‘LGBTİ+ya meydan vermemek için’ erkeklere kul köle olmayı kabul etsin, hak taleplerinden vazgeçsin – bir yandan da iktidar “tabii ki kadın haklarıyla sorunumuz yok” teranesini sürdürsün.
Kapitalizme patriyarkanın sağladığı en temel birikim biçimi, kadın emeğinden ücretsiz ve saat vs. sınırlaması olmaksızın faydalanması ve bu düzene ‘aile’ adı altında kadınları ortak etmeye kalkması – ya da daha doğrusu itirazı bu onay mekanizmasıyla en aza indirebilmesi. Aslında bir iktidar biçimi olarak kendi devamlılığı için gerekli olanı sanki bizim de istediğimiz bir şeymiş gibi, bizim de yararımızaymış gibi gösterebilmesi. Kadınların bir kategori olarak böylesine sömürülebilir kılınması için patriyarkanın ikili cinsiyet sistemine, heteroseksizme ihtiyacı var. Bu anlamda heteroseksizmin de cisseksizmin de temel kaynağı patriyarka – toplumsal cinsiyet rolleri ve kimlikleri arasındaki sınırlar muğlaklaştıkça egemenlik hattı da muğlaklaşıyor. İşte o noktada da patriyarkal aile yıkılıveriyor. Yani LGBTİ+ların yok sayılması ve kadınların sömürülmesi birbirini beslediği gibi kadınların kurtuluşu ve LGBTİ+ların kurtuluşu da gerçek anlamda ancak birlikte mümkün aslında. ‘Aile değerleri’ ifadesi de yalnızca birini değil ikisini birden engelleme işine yarıyor. “Aile kadın ve erkekten oluşur” cümlesine duyulan ihtiyacın bir tarafında başka her türlü var oluşu ve aile biçimini yasa dışı kılmak (çünkü haberimiz yok ama yasaklamak için bu kadar çaba harcandığına göre Türkiye’de eşcinsel evlilik yasalmış belli ki) yatıyorsa bir tarafında da “aile kadının erkeğe hizmet etmesine dayanır” varsayımı yatıyor. Bu bağlantıyı görmek, “aile kadın ve erkekten oluşur” ifadesinden sonra “eşitliğe dayanır” iddiasının boşa düştüğünü, çünkü bu ikiliğin zaten o eşitliği imkânsız kılmak için var olduğunu kavramak ve mücadeleyi bu temelden kurmak için feminizme – elbette cisseksist olmayan bir feminizme – ihtiyacımız var. Bu kısmı bizim (bizim derken feminist ve LGBTİ+ hareketleri kast ediyorum) sorumluluğumuz. Ama bu meselede sadece bizim değil, ülkedeki muhalefetin de önemli bir sorumluluğu var.
Tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet, tek dil, tek din, en son anayasa değişikliğiyle ‘tek adam’dan sonra şimdi de karşımıza ‘tek aile’ ile çıkan iktidarın anlamadığı şey şu: Bütün bu tekliğin tanımlamaya, sınırını çizmeye yetemediği bizler var olmaya devam ediyoruz. Erkeklere kadınlara şiddet uygulama tekeli sunan o ‘tek aile’ ise zemin kaybediyor. LGBTİ+lar yok dendiğinde yok olmadığımız gibi, aile olmadığımız iddia edildiğinde de birbirimizle aile kurmayı veya aile dışı birliktelikler var etmeyi bırakmıyoruz. İlginçtir ki zaten yasal olmayan bir şey tam olarak öyle yasaklanamıyor da. Bu LGBTİ+ olsun olmasın, tek ebeveynle büyüyenlerden geniş ailelere, akrabalığa dayananlardan kan veya evlilik bağıyla kurulmayanlara sayısız aile biçimi için geçerli. O zaman soru şu: Bu kadar çokluk barındıran bir ilişki biçimi olan ailenin ne olduğu yasayla veya anayasayla tanımlanabilir mi? Burada yasanın tanımlamaya ve tekleştirmeye kalktığı bir sevgi bağı değil, bir tahakküm ilişkisi, bir yönetim kategorisi, yani toplumu yönetilebilir kılmanın bir aracı olarak aile. Bir yönetim kategorisiyse sormak gerekir: Kim, kimin çıkarına olacak şekilde yönetiliyor? Farklı cevaplar mümkün: Bireyler devletin çıkarına, kadınlar erkeklerin çıkarına, cinsellik, cinsiyet kimlikleri ve rolleri erkek egemen sistemin çıkarına. Yani en temelde aile üzerinden devamlılığı sağlanan iktidar (her anlamda: siyasi iktidar, erkek iktidarı, vs.) oluyor.
Bir yandan da bu Anayasa tartışması üzerinden kimin ‘haklara sahip olma hakkına’ dahi sahip olmadığı hatırlatılıyor. Vatandaşın haklarını ve hürriyetlerini de bu haklara ve hürriyetlere sahip olan vatandaşın kim olduğunu da tarifleyen metin olarak Anayasa, bize kimin tam olarak vatandaş sayılmadığını da ilan ediyor. Bu bir yanıyla yeni değil. Ama şimdi vatandaşın değil, aile bireyinin de kim olacağının Anayasa tarafından belirlenmesi teklif ediliyor, çünkü toplum olarak vatandaş değil aile mensubu olalım, yerimizi o aile içinde bilelim isteniyor. Böylece hak ve hürriyetle değil, lütuf ve yasakla yönetilelim. Ailenin kimlerden oluşması gerektiğini Anayasa’da tanımlamak, eşitliği de ancak bu tanıma uyanlara hak görmek ayrımcılığın ta kendisi – “bütün hayvanlar eşittir, ama bazıları daha eşittir,” değil mi? Böylece tanımlanan aileye mensup olmayan, olamayan, olmak istemeyenlerin vatandaşlık ve insan haklarına erişimi olmadığı, dolayısıyla tam anlamıyla insan sayılmadığı bir düzen mümkün oluyor. Bu da ‘sayılmayanlar’ için yaşamsal bir sorun teşkil ediyor, çünkü her açıdan ihlal edilebilir hale geliyoruz. LGBTİ+ların yaşam hakkının dahi hiçe sayılabilmesi bunun sonucu. Bir yanda da ‘makbul ailelerin’ içindeki şiddet ve baskıdan uzaklaşan kadınlara yönelen şiddetin meşrulaştırılması, sosyal haklara ve güvenceye erişememenin normalleştirilmesi meselesi var.
Her ne olursa olsun, bu seçim sürecinin önemli mücadele alanlarından birinin – kadınların denetimi ve LGBTİ+ların yok sayılmasına dayanan – ‘aile’ müessesesi olacağı kesin. Doğalgaz fiyatları uçup giderken ‘aileye yönelik tehditleri’ konuşacağız; evlerimizde donarken ‘ailenin nasıl muhafaza edileceğini’ tartışacağız. Bunun karşısında muhalefetin önünde de iki seçenek var: Ya parlamenter sisteme geçilmeden Anayasa yapılamayacağını söyleyerek topu taca atabilir, ya da toplumda zaten var olan, cinsel yönelimleri ve cinsiyet kimliklerini dâhil etmekten ‘korkmadan’ ama bununla da sınırlamadan, çok çeşitli aile veya ilişki, sevgi, dayanışma biçimlerini (elbette eşitliğin temel alınması gerektiğini vurgulayarak) savunabilir. Çünkü bu Anayasa değişikliği içeriğinin gösterdiği üzere, tartışmanın kırılma noktalarından biri sevgi ve dayanışma bağlarının aileyle sınırlandırılıp sınırlandırılamayacağı ise bir diğeri de ailenin nasıl tanımlanacağı, bu tanımlama gücünü ve iktidarını kimin elinde tuttuğu olacağa benziyor.