SCUM Manifesto, Türkiye’de kadın cinayetleriyle mücadele eden feminist hareket için, öfkenin bir zayıflık değil politik bir strateji olduğunu hatırlatır. Solanas’ın “aşırılığı”, aslında patriyarkanın her gün ürettiği aşırılıklara karşı eşit derecede radikal bir cevap verme ısrarıdır.

Valerie Solanas bir 1967 günü emektar daktilosunun başına oturduğunda, içinde yaşamak zorunda bırakıldığı toplumun kendisine ve kadınlara dayattığı lanetli gerçekliği öfke ve alay dolu bir dile dönüştürme kararını aldı. SCUM Manifesto başlığıyla yazdığı metin, daha sonra Türkçe’ye Erkek Doğrama Cemiyeti Manifestosu olarak çevrildi* ve feminist düşünce tarihinde tartışmalı bir yer edindi. Solanas metnine erkekleri birer “biyolojik hata” olarak tanımlayarak, devlet, aile, din, ekonomi gibi bütün toplumsal kurumları erkek egemenliğinin delüzyonel karakterini besleyen aygıtları olarak mahkûm ederek başlar. Bu radikal yaklaşım, ikinci dalga feminizmin daha sosyoekonomik reformist taleplerinden ayrılarak kadınların öfkesini doğrudan karşı-saldırı politikasının uygulandığı bir pozisyona dönüştürmüştür.

Solanas’ın bu yırtıcı sesi, onun yaşam öyküsünden bağımsız düşünülemez. 1936’da New Jersey’de doğan Solanas, çocuk yaşta babasının cinsel istismarına, dedesinin şiddetine maruz kalmış; genç yaşta evden kaçarak hayatta kalmaya çalışmıştır. Üniversitede psikoloji okumasına rağmen hayatı boyunca yoksulluk, seks işçiliği ve evsizlikle mücadele etmiştir. Sanat çevrelerine oyun metinleriyle girmeye çalışsa da çoğunlukla dışlanmıştır. Andy Warhol’a incelemesi için verdiği senaryoyu Warhol okumamakla kalmamış, kaybetmiş ve tek kopyasını Solanas’a geri verememiştir. Sanatına ve kimliğine saygısızlık edildiğini düşünen Solanas Andy Warhol ile yaşadığı gergin ilişkiler sonucunda Warhol’u vurmasıyla adını duyurmuştur. Solanas, bu olaydan sonra basına yaptığı açıklamada “Boş yere adam vurmam. Onu vurmak için birçok sebebim var, manifestomu okuyun, kim olduğumu anlarsınız.” (Bockris, 2003) demiştir. Onun öfkesi kişisel olduğu kadar, metniyle ortaya koyduğu gibi, sanatta da ekonomide de, sosyopolitik konumlarda da kadını metalaştıran ve değersizleştiren sistematik bir düzenin eleştirisine de yönelir (Düzkan, 2022).

Peki Solanas’ın cümleleri nasıl okunmalı? Bir yol haritası gibi mi, yoksa mizahi ve eleştirel bir hiciv denemesi olarak mı? Yoksa ikisinin ötesinde ve bütünlüğü içinde, öfkenin kendisini bir edebi ve politik tekniğe dönüştüren radikal bir ütopya tasarısı olarak mı?

SCUM Manifesto’yu salt bir rehber gibi okumak elbette yanıltıcı olur. Metin, yer yer yergiyle bilime yaslanarak abartılı çıkarımlar üretir. Örneğin, “Eril, biyolojik bir kazadır: Y (eril) geni tamamlanmamış bir X (dişi) genidir… Eril olmak kifayetsiz olmak, duygusal olarak sınırlanmış olmak demektir.” gibi cümlelerle başlayan fikirleri, kelimesi kelimesine okunursa biyolojik determinizm içerir (Kuir ve kadınların günümüzde oluşturduğu ortak mücadelede son derece zararlı bir konsept); fakat yazıldığı hiciv formuna göre okunursa gerçekte yüzyıllardır kadınların “eksik, zayıf, irrasyonel” olarak tanımlanmasının ironik bir şekilde tersyüz edilmesidir. Bu nedenle metin, parodi ile politika arasında salınır. Solanas’ın iddialarının imkânsızlığı ya da abartısı, onları etkisiz kılmaz; tersine, patriyarkanın doğallık maskesini söküp atmak için araçsallaşır.

Politik tarafının önemi SCUM Manifesto’nun aynı zamanda “ütopyacı bir dünya kurma pratiği” olarak okunmasıyla daha rahat anlaşılabilir: öfke, sadece bir tepki değil, aynı zamanda alternatif bir toplumsallığın inşasında kullanılan kurucu bir araçtır (Malinowska, 2025). Solanas’ın dili, öfkenin kendisini bir edebi yöntem haline getirir; böylece “anlaşılmaz bir saldırganlık” değil, patriyarkayı ayna netliğinde açığa çıkaran bir eleştiri üretir. Sara Ahmed’in “against-ness” (karşı-oluş) kavramıyla ve Brittney Cooper’ın “eloquent rage” (hitabet gücüne sahip öfke) fikriyle paralellik kuran Malinowska’ya göre, Solanas’ın radikal şiddet dili aslında kadınların politik varoluşunu kuran bir stratejidir de.

Metni doğru kriterlere göre yorumlamadan, esere tam anlamıyla düz bir şekilde bakan okuyucunun yönelttiği en yaygın eleştirilerden biri “Ya erkekler kadınları yok etmeyi öneren bir eser yazsaydı?” sorusudur. Bu yüzeyde “eşitlikçi” gibi görünen ama aslında tarihsel bağlamı görmezden gelen bir argümandır, aynı zamanda başka bir şiddet probleminin üstünün geçersiz bahanelere kapatıldığının da ifşasıdır çünkü erkil zihniyet böyle bir metin zaten yazmıştır: Patriyarka. Yüzyıllarca bunu sadece yazmakla da kalmamış, nefes aldığımız her saniye bu sistematik şiddet manifestosunun icraat edilmesi yönünde durmaksızın çalışmış ve çalışmaktadır. Kadınların siyasetten, kamusal alandan, eğitimden dışlanması, şiddetin olağanlaştırılması ve kadın cinayetlerinin sürmesi, erkek egemen düzenin “manifestosu” değil midir? Solanas’ın yaptığı, bu görünmez hale getirilen şiddeti ve bu görünülmezliğin gerçekleştirilme sürecinin korkunçluğunu sözde bir abartıyla görünür kılmak ve onun irrasyonelliğini vahşice, reddedilemez şekilde ifşa etmektir. Solanas, okurun kafasını çevirmesini, çevirse de yazdıklarının salt bir teorik bir metin gibi düşünmeden unutulmasını istemez. Her bir kelimesi bizim dünyamızda kadınların üzerinde uygulanan işkencenin yarattığı şok etkisine karşı bir kültür sunar. Cinsiyet kimliği fark etmeksizin bireyi doğduğu andan beri bazen açıkça bazen üstü kapalı yöneten ve baskılayan patriyarkal şiddetin kör edici fenerini saldırganın suratına tutar. Yazdığı her bir cümle bu şiddet gerçeğinin kökünden nasıl kesilebileceğine dair diğerinden daha radikal bir “çözüm” sunar. Yazdığı dünya baskılanmış bir birey olarak okunduğunda hem çok yakınında hissettirir hem de oldukça uzağında. Dolayısıyla, erkekler tarafından yazılacak benzeri bir metin hipotetik değil, zaten yaşadığımız toplumsal gerçekliğin ta kendisidir.

Peki anlatmak istediği her şeye rağmen nispeten rahatsız edici ve grafik dili yüzünden feminist tartışma çevrelerinde bile zaman zaman dışlanmış ve kınanmış bu metnin uygulanabilir ve yönlendirici politikası global kadın hareketinde esintilerini hiç hissettirmedi mi? Cevap, öfkeli feministler için olumlu yönde. Bugün, aradan geçen elli yılı aşkın sürede SCUM Manifesto’yu bire bir uygulamak isteyen bir hareket açıkça yoktur, hiciv metinlerinin amacı da zaten çoğu zaman gerçeklikten yeterince uzak bir mesafede kalarak eleştirilen durumun tesirini okuyucuyu şok ederek anlatabilmektir. Hiciv bir alay metni olduğu kadar bir uyanma ve uyandırma metni de olabilmektedir. Bu satirik dille yazılmış feminist manifestonun uyandırma çağrısı da farklı coğrafyalarda yeniden, yapılabilirliğini kanıtlayarak ve radikal şekilde yankılanmaktadır.

1970’lerde ortaya çıkan politik lezbiyenlik fikri, Solanas’ın öfkesine dolaylı bir cevap niteliğindedir. İngiltere ve ABD’de radikal feministler tarafından geliştirilen bu yaklaşım, “kadın olmak erkeklerle yaşanan cinselliği gerektirmez” sloganıyla özetlenmişti. Adrienne Rich’in 1980 tarihli Zorunlu Heteroseksüellik ve Lezbiyen Varlık makalesi, heteroseksüelliğin aslında kadınlar üzerinde toplumsal bir zorunluluk olarak kurulduğunu gösteriyordu. Lezbiyenlik burada yalnızca bir cinsel yönelim değil, erkeklere bağımlılığı reddetme ve heteronormatif düzeni sabote etme biçiminde politik bir tercih olarak görülüyordu. Latin Amerika’daki feminist-queer yazarlar da bu fikri kendi bağlamlarında yeniden üreterek, ataerkil ve sömürgeci yapılarla mücadeleye entegre ettiler. Politik lezbiyenlik, Solanas’ın erkeklerden kopuş hayalini bir parodi olmaktan çıkarıp, kadınların gündelik yaşamda uygulayabileceği somut bir strateji haline getiriyordu. Erkeklerle cinsel ya da duygusal ilişkiyi reddetmek, tıpkı 4B hareketinde olduğu gibi, patriyarkanın en güçlü dayanaklarından biri olan heteronormativiteyi doğrudan hedef alıyordu.

Kore’de 2019’dan itibaren büyüyen 4B (Dört Hayır) hareketi de bu tarihsel hattın güncel bir örneğidir. “Dört B” yani bi-hon (evlenmeme), bi-chul-san (doğurmama), bi-yeonae (heteroseksüel ilişki kurmama) ve bi-seong-gyo (erkeklerle seks yapmama), kadınların kendilerini en yoğun şiddet riski altında hissettikleri kurumlardan çekilme stratejisidir. Kore, OECD ülkeleri arasında toplumsal cinsiyet eşitliği sıralamalarında en altlarda yer alıyor; kadınlar düşük ücretler, işyerinde ayrımcılık, dijital cinsel suçlar ve erkek şiddetiyle karşı karşıya. 4B hareketi, Solanas’ın abartılı ve imkânsız önerilerinden farklı olarak, son derece gerçekçi ve uygulanabilir bir yol haritası sunuyor. Kadınlar evlenmiyor, doğurmuyor, erkeklerle ilişkiye girmiyor ve böylece patriyarkanın en temel yeniden üretim mekanizmalarını reddediyorlar.

Türkiye bağlamında bu tür radikal kopuş stratejilerinin aciliyeti çok daha görünür durumda. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun verileri, her yıl yüzlerce kadının çoğunlukla en yakınındaki erkek tarafından öldürüldüğünü ortaya koyuyor. 2015’te vahşice katledilen Özgecan Aslan, bu cinayetlerin münferit değil, sistematik bir erkek şiddetinin ürünü olduğunu tüm topluma zihinlerden bir daha silinmemek üzere, acı bir şekilde hatırlattı.

Türkiye’de “kadın cinayetleri” kavramı 2000’lerin başından itibaren feminist hareketin çabalarıyla politik bir adlandırmaya kavuştu ve bugün hâlâ erkek şiddetinin en çıplak ifadesi olarak gündemdeki yerini koruyor. Her yıl yüzlerce kadın, en yakınındaki erkek tarafından öldürülmekte ve bu gerçeklik çoğu kez “aşk”, “namus” ya da “bireysel sapkınlık” başlıklarıyla perdelemeye çalışılmakta. Oysa Solanas’ın dile getirdiği gibi, “Erkekler her gün kadınları öldürüyor… Ama bir kadın bir erkeğin penisini keserse bu uluslararası haber oluyor”. Bu söz, kadın cinayetlerinin olağanlaştırılması ile kadınların şiddete verdiği karşılığın kriminalize edilmesi arasındaki çifte standardı keskin biçimde açığa çıkarır. Dahası Solanas, “Devlet, aile, din, iş… bunların hepsi erkeğin kendi deliliğini sürdürmesinden başka bir şeye yaramaz.” diyerek, erkek şiddetinin yalnızca bireysel failin değil, tüm toplumsal kurumların üretimi olduğunu belirtir. Bu bağlamda SCUM Manifesto, Türkiye’de kadın cinayetleriyle mücadele eden feminist hareket için, öfkenin bir zayıflık değil politik bir strateji olduğunu hatırlatır. Solanas’ın “aşırılığı”, aslında patriyarkanın her gün ürettiği aşırılıklara karşı eşit derecede radikal bir cevap verme ısrarıdır. Dolayısıyla onun ütopyası, kadın cinayetleri karşısında yalnızca yas ya da reformla yetinmeyip, patriyarkanın köklü kurumlarını hedef alan bir tahayyül kurmaya çağırır.

Feminist hareket içinde kadınların öfkesi çoğu zaman irrasyonel, kontrolsüz ya da yıkıcı olarak damgalanır. Oysa SCUM Manifesto bu damgalamanın kendisini tersyüz eder; öfkeyi sadece bir tepki değil, yeni bir dil ve tahayyül kurma pratiği haline getirir. Solanas’ın metni, kadınların suskun bırakıldığı her alanda sınırları parçalayarak konuşur: dili keskin, imgeleri rahatsız edici, vizyonu ise imkânsız gibi görünen bir geleceğe işaret eder. Bu “imkânsızlık”, aslında patriyarkanın her gün yeniden ürettiği şiddete karşı, eşit derecede kökten bir kopuş talebidir. Dolayısıyla SCUM Manifesto, yalnızca erkek şiddetini ifşa etmekle kalmaz; kadınların öfkesini kültürel, politik ve hayati bir dönüştürücü güç olarak konumlandırır. Eğer erkek şiddetini hâlâ “tahrik indirimi”, “alkol aldı”, “doğal seçilim” gibi tamamen mantıksız ve eril şiddete açıkça hizmet eden gerekçelerle açıklamaya çalışıyorsak, bu öfkenin politikleşmesini engelliyoruz. Bu yüzden de bugün Türkiye’de kadın cinayetleriyle mücadelede ihtiyaç duyulan şey, tam da bu öfkenin politik ve radikal enerjisini sahiplenerek, var olan düzenin sınırlarını aşma cesaretidir.

Sonuçta Valerie Solanas’ın hayatı trajik, metni rahatsız edici, aşırı ve yer yer imkânsızdı. Ama bu imkânsızlık, onun eşsiz gücünün yattığı yeri ancak daha fazla vurgular. SCUM Manifesto, kadınlara şunu fısıldamaya devam etmektedir: öfkenizden utanmayın, radikal hayaller kurmaktan çekinmeyin. Türkiye’de kadınların her gün umarsızca öldürüldüğü bir ortamda, bu mesaj hâlâ yakıcı bir güncelliğe sahiptir. Etkili bir okuma ve anlayışla, SCUM günümüzde radikal kadın ve kuir hareketleriyle ruhunu yaşatabilir ve bu ruh hali, kadınların özgür ve eşit bir dünya için verdikleri mücadele adına ilham verici bir kaynaktır.

 

* Valerie Solanas’ın SCUM Manifestosu Türkçe’de ilk kez 2002’de Ayşe Düzkan çevirisiyle Sel Yayıncılık tarafından yayımlandı. Okuyucular kitabın yeni baskısına Güldünya Yayınları, 2024 edisyonundan ulaşabilirler.

Kaynaklar

Bockris, V. (2003). Warhol: The Biography. Cambridge, MA: Da Capo Press.

Düzkan, A. (2002). Sunuş. In V. Solanas, Erkek Doğrama Cemiyeti Manifestosu (pp. 7–19). İstanbul: Sel Yayıncılık.

Malinowska, A. J. (2025). Valerie Solanas’ utopian world-building: Feminist poetics of anger and political violence in SCUM Manifesto (1967). Feminist Review, 140(1), 29-43. https://doi.org/10.1177/01417789251361129 (Original work published 2025)

Rich, A. (1980). Compulsory heterosexuality and lesbian existence. Signs, 5(4), 631–660.

Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu (2016). Kadın Cinayetleri Raporu. http://kadincinayetlerinidurduracagiz.net

 

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.