Bulgular, Türkiye’de çoğunluğu kadınlar tarafından alınan boşanma kararlarının, bireyselleşme ya da kendini gerçekleştirme arayışından çok, kadınların patriyarkal kontrolü eskisi kadar tolere etmemesiyle ilişkili olabileceğini gösteriyor.

Türkiye’de boşanma oranlarının artışı, son yıllarda dikkat çeken demografik değişimlerden biri haline geldi. Gelişmiş ülkelerde bu artış, 20. yüzyılın ortalarında başlamış; ABD’de 1950’lerden, Batı Avrupa’da ise 1960’lardan itibaren belirginleşmiştir. Bu süreç genellikle bireycilik eğilimleri, sekülerleşme ve kadınların ekonomik olarak bağımsızlaşması gibi faktörlerle açıklanır.

Türkiye’de boşanma oranları gelişmiş ülkelere kıyasla daha geç yükselmeye başladı, ancak son yirmi yılda belirgin bir artış gösterdi. 1970’te binde 0,27 olan kaba boşanma oranı, 2023’te binde 2,01’e çıktı. Bu artışın nedenleri arasında evlenme yaşının yükselmesi, doğurganlığın azalması, eğitim seviyesinin artması ve toplumsal cinsiyet normlarındaki değişim yer alıyor. Kadın haklarını güçlendiren bazı yasal düzenlemeler de bu süreci etkiledi. 1988’de çekişmesiz boşanma yasası yürürlüğe girerken, 2001’de Türk Medeni Kanunu’nda yapılan değişikliklerle kadınların evlilik süresince edinilen mallarda hak sahibi olmaları sağlandı. Aynı düzenlemelerle, çocuk velayeti konusunda da anne ve babaya eşit haklar tanındı.

Literatürde, gelişmiş Batı ülkelerinde aile yapısındaki değişimi açıklamak için genellikle iki temel teoriye başvuruluyor: İkinci Demografik Geçiş (Second Demographic Transition) ve Toplumsal Cinsiyet Devrimi (Gender Revolution) teorileri. İkinci Demografik Geçiş teorisi, evlilik ve ebeveynlik yaşının ileriye kayması, doğurganlık oranlarının düşmesi, boşanma oranlarının artması ve evlilik dışı birlikteliklerin yaygınlaşmasını bireylerin değerlerindeki değişimle ilişkilendiriyor. Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisine göre, insanlar ekonomik olarak temel ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra kendini gerçekleştirme ve bireysel tatmin gibi daha soyut hedeflere yönelirler. Bu süreçte, geleneksel aile yapısı ve uzun vadeli sorumluluklar bireysel hedeflerle çatıştığı için evlilik ve çocuk sahibi olma eğilimi azalır (Lesthaeghe 2010; Van de Kaa 1987). Ancak bu teori, aile yapısındaki değişimi yalnızca kültürel dönüşümlerle açıkladığı ve toplumsal cinsiyet ilişkileri gibi yapısal faktörleri göz ardı ettiği için eleştiriliyor.

Toplumsal Cinsiyet Devrimi teorisi ise aile yapısındaki değişimi yapısal dönüşümler üzerinden açıklıyor. Bu teoriye göre, boşanma oranlarının yükselmesinin temel nedeni, kadınların iş gücüne katılımının artması ve erkeklerin ev içi sorumlulukları paylaşmada yetersiz kalması. Devrimin ilk aşamasında, kadınlar ekonomik bağımsızlık kazandıkça aile yapısı istikrarsızlaşıyor. Kadınlar iş gücüne katıldıkça, ev içi yükleri azaltacak mekanizmalar yeterince gelişmediği için çift vardiya çalışmak zorunda kalıyorlar. Bu da doğurganlığın azalmasına, evliliklerin ertelenmesine ve boşanma oranlarının yükselmesine yol açıyor. Ancak devrimin ikinci aşamasında, erkeklerin ev içi sorumlulukları ve bakım işlerini daha fazla üstlenmesiyle aile yapısının yeniden dengelenmesi bekleniyor. Bu aşamanın, boşanma oranlarının düşmesi ve doğurganlığın yeniden artmasıyla sonuçlanacağı öne sürülüyor (Goldscheider vd. 2015).

Doğurganlık oranlarındaki düşüşe ve ortalama evlenme yaşındaki artışa rağmen, ikinci demografik dönüşümün diğer iki temel unsuru —evlilik öncesi birlikte yaşama ve evlilik dışı doğurganlık— Türkiye’de henüz hiç yaygın değil ve yakın dönemde böyle bir kültürel dönüşüm de öngörmüyoruz. Öte yandan, toplumsal cinsiyet devrimi teorisinin geçerliliğinin de Türkiye için sınırlı olduğu düşünülebilir. Kadınların iş gücüne katılım oranları hâlâ oldukça düşük seviyelerde olduğu için (Figür 2) toplumsal cinsiyet devriminin ilk aşamasının bile tam anlamıyla gerçekleştiğini söylemek zor. Fakat yine de makro verilerde, 2000 sonrası boşanmalardaki artış ile kadınların iş gücüne katılımındaki kademeli artış arasında bir korelasyon olduğu görülüyor (Figür 1 ve 2).

Figür 1: Kaba boşanma oranı

Kaynak: TÜİK Evlenme ve Boşanma İstatistikleri, 2001-2023. Not: Kaba boşanma oranı, her 1.000 kişi başına düşen boşanma sayısını ifade eder.

Figür 2: Kadınların istihdama katılım oranı

Kaynak: TÜİK Hanehalkı İşgücü İstatistikleri, 1988-2023

Bu iki teorinin boşanmayı açıklayan temel mekanizmaları —bireyselleşme, ekonomik özgürlük ve ev içi emeği paylaşamama gerilimi— Türkiye’deki boşanma dinamiklerini de kısmen açıklayabilir. Ancak bunlara ek olarak, Deniz Kandiyoti’nin eril restorasyon tezinin de boşanma dinamiklerini anlamamıza önemli bir katkı sağlayabileceğini düşünüyorum.

Deniz Kandiyoti’ye göre, Türkiye’deki mevcut ataerkil düzen artık kendini otomatik olarak yeniden üretemiyor, bu nedenle erkek egemenliğini koruma çabaları giderek daha baskıcı ve zorlayıcı hale geliyor. AKP iktidarı altında toplumsal cinsiyet ilişkilerinin restorasyonu, üç temel eksende ilerliyor: (i) toplumsal cinsiyet farklılıklarının milliyetçi ve popülist söylemlerle pekiştirilmesi, (ii) neoliberal refah politikalarının muhafazakâr aile değerleriyle birleştirilmesi, (iii) kadına yönelik şiddetin cezasız kalması ve normalleştirilmesi. Devletin, kadınların itaat etmemesi veya “uygunsuz” davranışlar sergilemesi durumunda erkeklerin şiddet kullanmasını örtük biçimde meşrulaştırması, patriyarkanın güvencesiz hale geldiğinin bir göstergesi (Kandiyoti 2016, 2019).

Bu sürecin ardında, kadınların eğitim seviyelerinin ve beklentilerinin yükselmesi ile erkeklerin geleneksel ayrıcalıklarını kaybetme korkusu arasındaki gerilim yatıyor. Eril restorasyon siyaseti, devlet eliyle kadınları “evlerine döndürmeye” yönelik politikalar içerirken, bu strateji çeşitli araçlarla destekleniyor. Anneliğin ve ev içi bakım emeğinin yüceltilmesi, pronatalist söylem ve politikalar, kürtaj hakkının kısıtlanması, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme ve Diyanet’in kadın hakları konusundaki tutucu fetvalarına daha fazla yer verilmesi, bu çabaların örnekleri arasında. Son olarak, iktidarın “Aile Yılı” çıkışı da bu politikaların bir parçası olarak görülebilir. Ancak bu politikaların, ataerkil düzeni yeniden tesis etmede tam anlamıyla başarılı olması mümkün değil, hatta aksine kadınların bireysel direnişini ve feminist hareketlerin güçlenmesini tetiklediği söylenebilir. Dolayısıyla Türkiye’de artan boşanma oranları, sadece demografik değişimlerin değil, aynı zamanda eril restorasyonun kadınlar üzerindeki baskısına karşı gelişen bir direnişin yansıması olarak da değerlendirilebilir.

Bu teorileri elimizdeki sınırlı mikro veri kaynaklarıyla test etmek oldukça zor. Çünkü kadınları hayatlarının farklı aşamalarında takip eden uzunlamasına verilere sahip değiliz. Örneğin, istihdam ve boşanma arasındaki olası bir pozitif korelasyonu nasıl yorumlayacağımız net değil. Kadınların istihdama katıldıkları için mi boşanabildiklerini, yoksa boşandıkları için mi ücretli bir işte çalışmak zorunda kaldıklarını tek seferde toplanan verilerle belirlemek mümkün değil.

Yine de Türkiye’de artan boşanma oranlarını belirleyen mikro düzeydeki faktörleri Hacettepe Nüfus Etütleri Enstitüsünün beş yıllık nüfus araştırmalarıyla (1998, 2003, 2008, 2013 ve 2018) inceledim.[1] Bağımlı değişken olarak boşanmış veya henüz yasal süreç başlamasa da ayrılmış kadınları tanımlayan ikili bir değişken kullandım. Boşanma olasılığını analiz ederken, eğitim seviyesi, evlilik yaşı, çocuk sayısı gibi geleneksel belirleyicilerin yanı sıra, kadınların toplumsal cinsiyet rollerine yönelik tutumları, kadına yönelik şiddete toleransları, kendi ailelerinin muhafazakârlığı ve şimdiki ya da eski kocalarının kontrol edici davranışlarını da modele dahil ettim.

Bu verilere göre ve yukarıdaki tanımla, Türkiye’de boşanma oranının 1998’de %1,7 iken 2018’de %7,3’e yükseldiği görülüyor. Boşanmış kadınların çoğunluğu boşandıklarında 30 yaşın altında. Eğitim seviyesi ile boşanma arasında doğrusal olmayan bir ilişki tespit ediliyor; 1998 ve 2003’te en yüksek boşanma oranı ilkokul mezunlarında gözlemlenirken, 2013 ve 2018’de lise ve üniversite mezunları arasında boşanma oranının arttığı görülüyor. Şehirlerde boşanma oranı kırsal bölgelere kıyasla belirgin şekilde daha yüksek. 2008, 2013 ve 2018 verileri, boşanma kararının çoğunlukla kadınlar tarafından alındığını ortaya koyuyor.

Regresyon analizi sonuçları, boşanma olasılığının evlilik yaşının artmasıyla azaldığını ve çocuk sayısının artmasıyla önemli ölçüde düştüğünü gösteriyor. Kadının eğitimi her zaman boşanma riskini artırmazken, özellikle 1998, 2003 ve 2013 yıllarında yükseköğretim mezunu kadınların boşanma olasılığı anlamlı şekilde daha yüksek. Kendi ailesi muhafazakâr olan kadınların boşanma ihtimali daha düşük. Örneklemdeki kadınların büyük çoğunluğu hiçbir koşulda şiddeti meşru görmediği için bu değişkenin analize anlamlı bir etkisi bulunmuyor. Bu çalışmanın asıl konusu olan diğer iki değişkene —kadınların toplumsal cinsiyet rollerine yönelik tutumları ve erkeklerin kontrol davranışları— baktığımızda ise Kandiyoti’nin işaret ettiği kriz dinamiklerinin izlerini görmek mümkün.

Kadınların toplumsal cinsiyet rollerine ilişkin tutumları, belirli ifadelere verdikleri yanıtlarla ölçülüyor. Örneğin, “Erkekler de ev işlerine katılmalıdır”, “Kadınlar siyasette daha fazla yer almalıdır” ve “Kadınlar evlenmeden önce bakire olmalıdır” gibi ifadelere verilen yanıtlar, katılımcıların ne kadar eşitlikçi görüşlere sahip olduğunu anlamak için kullanılıyor. Erkeklerin kontrol edici davranışları ise katılımcının eşiyle (veya eski eşiyle) olan ilişkisinde böyle bir deneyim yaşayıp yaşamadığına göre değerlendiriliyor. Kontrol edici davranışlar arasında, kadının kendi ailesiyle iletişimini kısıtlamak, kadın arkadaşlarıyla görüşmesini engellemek, sürekli nerede olduğunu bilmekte ısrar etmek, ona para konularında güvenmemek ve sadakatsizlikle suçlamak gibi durumlar yer alıyor.[2]

Analiz sonuçlarına göre, boşanma olasılığı, kadınların cinsiyet eşitlikçi tutumları ve kocalarının kontrol davranışları ile artıyor. Ancak, eşitlikçi toplumsal cinsiyet görüşlerinin boşanma üzerindeki etkisi 2008’den 2018’e kadar önce artıyor, sonra azalıyor. Toplumsal cinsiyet eşitliğinin farklı boyutlarını kapsayan bu görüşler arasında en güçlü etki, kadınların cinsel özgürlükle ilgili tutumlarından, evlenmeden önce bekâretin bir zorunluluk olmadığını savunan görüşlerden kaynaklanıyor. Yani, kadınların evlenmeden önce bakire olması gerekmediğini savunanların boşanma riski anlamlı bir şekilde yüksek. Diğer eşitlikçi görüşlerin, örneğin “erkekler de ev işi yapmalıdır” veya “kadınlar politikaya katılmalıdır” gibi görüşlerin etkisi ise daha düşük.

Diğer yandan, erkeğin kontrol davranışlarının boşanma üzerindeki etkisi 2008-2018 yılları arasında sürekli bir artış gösteriyor. Kontrolün bileşenlerine bakıldığında, kontrol endeksinin tüm boyutlarının ortalama marjinal etkileri 2008’den 2018’e kadar artarak boşanmanın daha güçlü belirleyicileri hâline geliyor. Bunlar arasında, kadınların aile ve arkadaşlarıyla olan ilişkilerini kontrol etme ve cinsel kıskançlık, diğer kontrol boyutlarına kıyasla en yüksek marjinal etkilere sahip. Farklı anket yılları boyunca kontrol edici davranışların yaygınlığı incelendiğinde, ortalama değerlerde belirgin bir artış görülmüyor. Yani, 2008 ile 2018 arasındaki on yılda bu tür davranışların yaygınlığı önemli ölçüde artmamış (ama azalmamış da). Ancak, kadınlar bu tür kontrol edici davranışları giderek daha fazla kabul edilemez buluyor.

Bu bulgular, Türkiye’de çoğunluğu kadınlar tarafından alınan boşanma kararlarının, bireyselleşme ya da kendini gerçekleştirme arayışından çok, kadınların patriyarkal kontrolü eskisi kadar tolere etmemesiyle ilişkili olabileceğini gösteriyor. Bekaretle ilgili toplumsal algıların değişimi ise uzun zamandır beklenen cinsel devrimin habercisi olarak değerlendirilebilir. Kadınların değişen beklentileri henüz iş gücü piyasasına tam anlamıyla yansımamış olsa da bu dönüşüm, sessiz ama derin bir toplumsal değişimin işareti olabilir.

Sonuç olarak, Türkiye’deki cinsiyet ilişkileri, bir yandan geleneksel normları yeniden tesis etme çabaları, diğer yandan kadınların bu normlara direnciyle şekillenmektedir. Artan boşanma oranları, patriyarkal aile yapısını güçlendirmeyi amaçlayan eril restorasyon ajandasının başarısızlığının bir göstergesi olarak okunabilir. Kadına yönelik şiddetteki artış ve eski düzenin şiddetsiz sürdürülemiyor oluşu da bir başka göstergedir.

Kaynaklar

Dildar, Yasemin. 2025. Examining the rise in marriage dissolution in Turkey: Demographic shifts and gender dynamics. Social Politics, https://doi.org/10.1093/sp/jxaf010.

Goldscheider, Frances, Eva Bernhardt, and Trude Lappegård. 2015. “The gender revolution: A framework for understanding changing family and demographic behavior.” Population and Development Review 41 (2): 207–239.

Kandiyoti, Deniz. 2016. “Locating the politics of gender: Patriarchy, neoliberal governance and violence in Turkey.” Research and Policy on Turkey 1 (2): 103–118.

Kandiyoti, Deniz. 2019. “Mainstreaming men and masculinities: Technical fix or political struggle?” Masculinities 12: 30–41.

Lesthaeghe, Ron. 2010. “The unfolding story of the second demographic transition.” Population and Development Review 36 (2): 211–251.

Van de Kaa, Dirk J. 1987. “Europe’s second demographic transition.” Population Bulletin 42. Washington, DC: Population Reference Bureau.

[1] Bu araştırmanın detayları için Dildar (2025)’e bakılabilir.

[2] Kadınların toplumsal cinsiyet tutumlarının yıllar içinde nasıl değiştiğini görmek için Dildar (2025)’in ek verilerinde (Supplementary Appendix) Tablo B1’e, kontrol davranışlarının yaygınlığındaki değişimi incelemek için ise Tablo B4’e bakılabilir.

 

Bir cevap yazın

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.