İstanbul’da 25 Kasım Kadın Platformu’nun içinde, 25 Kasım’ın örgütlenmesinde de yer alan bir bağımsız feminist olarak biraz sohbet etmek isterim. Azcık da biz konuşalım
Feminist ve kadın hareketi içerisinde yer alan biri olarak birkaç ay önce sosyal medya üzerinden başlayan bazı tartışmalarda içimde taşıdığım hissiyat 25 Kasım’dan sonraki süreçte de üzerimdeydi: bizim dışımızda herkes konuşuyor! O herkes bizi de konuşuyor üstelik. Trans dışlayıcılık, transfobi tartışmasını da sadece uzaktan izlemeyi tercih etmiştim çünkü hiçbir şekilde tanımadığım, bu ülkede yaşamayan ya da feminist hareket içerisinde hiç karşılaşmadığım birkaç kişinin erk’mişcesine bizleri (bir tarihi işaret ederek tarif ettikleri feminist hareketi) açıklama yapmaya çağırması bende pek karşılık bulmadı haliyle. Canları istediğinde konuşacak, istemediğinde susacak değiliz. Hakkımızda atıp tutularak yazılan yazılara ya da feminizmin temsilcisiymiş gibi konuşanlara dair de söz söyleyesim gelmedi, zaman ve enerji kaybı olacağını düşündüm; ama en önemlisi ortada birileri için iktidar, koltuk kavgası vardı bence ve benim hiç böyle bir derdim yoktu. Bunlarla beraber özellikle sosyal medyada tartışmaların seviyesizleştiği, kolayca çirkinleşebildiği zamanların da katkısıyla 25 Kasım’la ilgili ifade edilenlere daha bir ilgisiz kaldım ama bu “karalama kampanyaları” karşısında nereye kadar? İstanbul’da 25 Kasım Kadın Platformu’nun içinde, 25 Kasım’ın örgütlenmesinde de yer alan bir bağımsız feminist olarak biraz sohbet etmek isterim. Azcık da biz konuşalım. Öncelikle karşılık bulmasını umarak; yazılan yazılarda olmayan şeyleri varmış gibi göstermemeye, kamuoyunu yanıltmamaya, doğru bilgileri paylaşmaya davet ediyorum. Bilmediğimiz şeyler üzerine konuşurken, bilmiyorum diyebilmeliyiz diye düşünüyorum. İçinde yer almadığımız oluşumlar üzerine yazarken hata yapabileceğimizi ilkesel olarak belirtmeyi önemli buluyorum.
25 Kasım’da ne oldu?
25 Kasım 2019’da pankart sözümüz “Bir kişi daha eksilmeye tahammülümüz yok” oldu. Geçen yılın 25 Kasım’ından itibaren erkekler tarafından öldürülen kadınların (355 kadın) isimlerini taşıdık. 25 Kasım sadece erkek şiddetine karşı sokağa çıktığımız bir gün değil tabii, aynı zamanda devlet şiddetine karşı da sokaktayız; yani her yıl erkek-devlet şiddetine karşı Taksim’de bir araya geliyoruz. 25 Kasım Kadın Platformu içerisinde sadece benim gibi bağımsız feministler yok; partilerin, feminist oluşumların, meslek örgütlerinin, sendikaların, kadın kurumlarının da içinde olduğu çeşitliliği olan bir yer. Pankart sözümüz de dahil olmak üzere basılı olan olmayan her şey ortak kararla alınıyor. Yani bizi bir araya getiren, her şeyden önce ortaklığımız. Bu sebeple ortak pankartın, sözü ortak kararlaştırılan lolipopların, imzasız dövizlerin taşınması, bir gruba ait bayrak getirilmemesi ve benzeri şeyler bu birlikteliği korumak için, herkes için bir ilke oluyor. Platformdaki yüzler değişebilir, örgütler değişebilir, beş yıl önce gördüğünüz ismi beş yıl sonra göremeyebilirsiniz fakat bu ilkeler için aynı şeyleri söylemek zor. Farklılıkların anlaşamadığı zamanlar da oluyor ama dediğim gibi oraya gelen ve bu işleyişi bilen herkes için ortaklaşabilmek önemli; bunun için bazen birbirimize yol verebiliyoruz. Bir grup kadının eylem sonrası dediği gibi “25 Kasım ve 8 Mart’ların maddi ihtiyaçlarını karşılayan Eylem Komitesi”nden bahsetmiyoruz sadece (ki 8 Mart’ı başka bir yere koyarak 25 Kasım’dan devam ediyorum), o alanı koruyan, alanı kalabalıklaştıran sözü üreten, oraya gelenlerle bir şekilde güven ilişkisi kuran, inisiyatif alan, kullanan ve dolayısıyla birçok şeyi (alana gelen bebekli kadınları örneğin ya da polis şiddetine maruz kalmak istemeyenleri) gözetmek durumunda kalan ortak bir akıldan bahsediyoruz. “Kitle adına karar vermekten değil” -buna dikkat çekmek isterim- eyleme katılanları gözetmekten söz ediyorum.
Daha açıklayıcı olabilmesi için şöyle bir örnek verebilirim; tek başıma ya da arkadaşlarımla yürüyüşe katıldığımda başka davranabilecekken, eylemi örgütleyici konumda olduğumda bambaşka kararlar alabiliyorum. Kısacası ortada bir irade ve yılların birikimi, birbirinden çok farklı ve çok fazla kadının çeşitli katmanlardaki emeği varken bunları yok sayacak noktaya gelmek, ne dayanışmaya ne de yol arkadaşlığına uygun düşüyor. Eleştiriye açık olmayı ya da eleştiri getirmeyi önemsiyorum, ama eleştiri adı altında yıkıcı, yok edici, ezip geçen tutumlarla karşı karşıyayız. Kendine devrimci diyen ama aynı zamanda alanda “iradenizi tanımıyoruz” deyip üzerimizden geçmeye çalışanların ne devrimci olduğunu ne de eşitlik için mücadele ettiklerini düşünüyorum çünkü bunu zaten düşünemiyorum. Burada her şeyden önce ciddi bir mantık hatası var. “Ya sosyalizm ya ölüm” yazan dövizle (pankart değil, döviz) ve kızıl bayraklarla devlete değil de mor rengine ve feministlere karşı yürüyüşe katılan Kaldıraç’ın bu tavrını, taşıdığı sözü kısaca anlattıklarım çerçevesinde ve 25 Kasım bağlamında tartışmaya çalışan kadınları “solcu düşmanı” diye yaftalayan, özellikle kadınları karşı karşıya getirmeye çalışan, oklarını lgbti+’lara çeviren erkeklere gün doğdu adeta. Devlet aklı bu. Hedef göstererek siyaset yaptıklarını düşünenler devlet aklı ile ortaklaşıyorlar. Yapılan ironileri bile bu uğurda araç olarak kullandılar. Tam da buradan, 25 Kasım için devrimcilerin “öncülüğü” ele alması gerektiği gibi bir yoruma da denk geldim. Belli bir mesafeden bakınca bazı yorumların güldürdüğünü görebilirsiniz. Alanda bu tutumu sergileyenler 20 kişiden fazla değil, yani yürüyüşe devasa bir katılımları varmış gibi gösterilmesini de garipsiyorum açıkçası ama fırsatçılık bunu gerektiriyor.
Öncülük meselesi ayrı bir tartışma konusu olabilir ya da devrimci kimdir, sınıf nedir kimlerden oluşur meselesi, fakat burada şunu söylemek isterim; bir feminist olarak, en başta AKP’nin ama herkesin kalesi olan, kimsenin dokunmak istemediği “aile”ye ve hayata dair bir politika yapıyorsam, kökten değişimi mücadele olarak önüme koymuşsam, sistemin dışından sistem karşıtı politika üretmeyi arzuluyorsam ve bunun için çabalıyorsam, itaatsizsem, bir feminist olduğum için beni işten atmak istiyorlarsa mesela, kadınlık rollerini reddederek toplumsal anlamda büyük bir riskin ve tehdidin içine sokuyorsam kendimi gayet bilinçli bir şekilde, birtakım konforları elimin tersiyle itiyorsam, sadece devlete değil erkeğe de başkaldırıyorsam ve daha bir sürü şey ile ben ve birçok feministin varolan birçok sosyalistten daha devrimci olduğumuzu söyleyebilirim rahatlıkla. Yakında “sosyal medya devrimciliği” diye bir kavramdan da bahsedebiliriz bu arada.
Kaldıraç’ın 25 Kasım için yaptığı çağrı ise akıl alır gibi değildi. Bir kere metni okuduğunuzda 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü’nün hali hazırda ne olduğunu bilmeyen bir yapıyla karşı karşıya olduğunuzu düşündürüyor. Bir alıntı: “Biliyoruz yılların alışkanlıkları var. Evde yapılması gereken bir yemek, temizlik, bakılması gereken bir çocuk var, ‘şanslıysan’ gidilmesi gereken veya ‘şanssızsan’ milyonlarla birlikte aranması gereken bir iş var. Bunlar yoksa eğer devrimci sosyalistler kadın hareketine kaba bakıyor, ya sosyalizm ya ölüm diyerek bunu erteliyorlar dediğin bir yer var. Devrimden bakıyoruz, çünkü kadını sömüren, zincirleyen, erkeği yaratan sistemi biliyoruz. Fakat kadınları özgürleştirecek başka bir öneri varsa eğer gerçekten duymak, bilmek, özgürleşmek isteriz.” Kadın mücadelesinin varlığından haberleri ya da ne olduğuna dair bir fikirleri var mı ondan bile emin değilim aslında. Hele ki feminist mücadeleye dair; bunu soramıyorum bile. Metin bir çıldırma halidir de demişler. Bu okuduklarımızı anlama(ma)yı anlaşılır kılabilir belki.
25 Kasım’da bağımsız feminist bir arkadaşımızın Kaldıraç’tan birine “Eskiden devrimci 8 Mart’lar vardı. Mor ve sadece kadınlardan olanlar ayrı, kızıllar ayrıydı. Madem mor sizi kesmiyor onu örgütleyin,” demesine karşılık “Biliyoruz, örgütlemeye çalışıyoruz ama öyle bir irade yok,” diye cevap veriliyorsa açık açık, dönüp bir kendinize bakmanız lazım. Dışarıdan şöyle görünüyor: Sosyalistlerin yapacağı hiçbir şey kalmamış hayatta, işleri güçleri de yok; durum o kadar vahim ki feministler üzerinden bir şeyler yapmaya çalışılıyor, hiçbir şey yapamamanın getirdiği acziyetle de kadınlara ama özellikle feministlere saldırılıyor. Üstelik “Kendimiz örgütleyemiyoruz, o yüzden biz de sizinkine gelip kendimizi dayatıyoruz”un itirafı da var burada. Kızılla moru birbirine çarpıştıran anti-feminist, maddi hatalarla dolu safi zarardan ibaret yazılar gün yüzüne çıkabiliyor fırsattan istifade. Gülsem mi ağlasam mı bilemiyorum. Şu yaşatılanları güç kavgasından başka hiçbir şeyle açıklayamıyorum. Düşünüyorum, aşırı sağın yükseldiği İspanya’da 2018 yılında gerçekleştirilen ve feministlerin, o pek sevilen ifadeyle “öncü” olduğu, örgütlediği, “Biz durursak hayat durur” dediği 24 saatlik feminist genel greve sosyalistler, sol partiler, emek örgütleri, sendikalar, azınlık sendikaları hepsi ama hepsi istisnasız destek verdi. Milyonlarca işçi greve gitti. Feministler yaptı bunu ve kimse de kalkıp “Aa bunu feministler yaptı, öncü oldular, olamaz, bizim yapmamız lazım/dı, alanı ele geçirmek lazım/dı, grevin rengi kızıl olmalı/ydı” deyip kahrolmadı, hasetlenmedi, böyle bir rekabetin içine girmedi. Bugün Türkiye’de genel olarak feministlerin karşı karşıya kaldığı tepkileri sadece sağcı politikacılardan, patronlardan aldılar. Aradaki farka bakar mısınız ya da benzerliğe? Tartışmaya konu olan döviz sözünün tarihi nereye dayanıyor diyerek yapılan “e konuyla ne ilgisi var şimdi” dediğimiz tuhaf savunmalar bir yana; 100 yıl öncesinin sözünü bile günümüze, topraklara, gerçeklere uyarlamaya açık olmayan aklın ve muhafazakârlığın Türkiye solunun halinde ve halimizde emeği çoktur.
Öldürücü bütünlük
Sosyal medyada (ah bu sosyal medya!) yine çok talihsiz bulduğum bir başka yorumdu şu: “Önemli olan sosyalizmin bütünlüğü”. Tabii ki aklıma ilk gelen AKP’nin “Önemli olan ailenin bütünlüğü” söylemi oldu. O bütünlükler içinde ne canlar gidiyor, neden kimse bunlardan bahsetmiyor? Yani sosyalizm iddiasında bulunan bir yol arkadaşlığı düşünün ki kadınlar bir dakika bile içinde durmak istemesin. Bir kadın, bir çocuk; babadan, kocadan, abiden, sevgiliden, partnerden vs. neden kurtulmak istiyorsa, bir kadın birtakım solcu erkeklerden de aynı sebepten kurtulmak istiyor. Kimsenin bu gerçekleri konuşmaya yanaştığı yok. O bütünlük içerisinde kadınların, lgbti+’ların tacize, şiddete uğrayabildiğini kimsenin konuşmaya niyeti yok. Antalya’da siyanürle intihar eden erkeğin intihar etmeden önce çocukların ve hayatını paylaştığı kadının yaşam hakkını herkes adına karar vererek ortadan kaldırmasını kapitalizme karşı mücadele bahanesiyle normalleştirenlerle, kadınların kendi iradesiyle başka bir yoldan yürüme kararını da yok sayanlar aynı insanlar.
Kendini Marksist, sosyalist, komünist vs. diye tanımlayan birinin anti-feminist olması bana kalırsa bu ideolojilerin sözü gerçekten benimsendiğinde mümkün değil, bu iradeyi ezip geçmesi, bu iradeye saygısızlık etmesi de mümkün değil; feminizme karşı olma sebeplerini kurcaladığınızda altından bambaşka sebepler çıkar. Yani eğer feministleri ortadan kaldırmak isteyen bir sosyalistle karşılaşırsanız bilin ki en başta “iktidar” çıkar oradan. Hâlâ sosyalist erkeklere paye vermediğiniz sürece birtakım yapıların içinde var olunamadığını, hele ki feminist olarak asla var olunamadığını duyuyoruz, biliyoruz, yaşıyoruz. Derdi bütünlük olan, o bütünlük içinde eşitliğin sağlanması için elinden gelen her şeyi yapar ama biz aksine, feministler söz konusu olduğunda AKP ile sosyalistleri bir araya getirebilen bir karanlık içerisindeyiz; kadınları feminizmden kurtarmak isteyen Doğu Perinçek ile sosyalizmi feminizmden kurtarmak isteyenleri bir araya getirebilen bir karanlık. Şu iki örnek bile aslında durulan yerin ne kadar tehlikeli ve yanlış olduğunu somut bir biçimde gösteriyor.
Ama işte bunun bir adı var: hetero-patriyarka. Yükselen feminist hareketi anlamak ya da Türkiye’de zayıflayan sosyalist hareketin sebeplerini sorgulamak yerine düşmanlaştırıcı, hedef gösterici, indirgemeci, küçümseyici, aşağılayıcı, manipüle edici söylemler; yani iktidarın dilini ve yöntemlerini kullanmak üzgünüm ama feminizme değil, en başta sosyalistlerin kendi ayağına sıkması demektir. Çünkü mesele sosyalizm değil, mesele feministlerin “örgütlülükten vazgeçmesi” de değil (bir yazıda da böyle bir şeyle karşılaştım, ilk olarak feministler örgütlülüğün gücünden vazgeçmişler, benim bundan haberim yok mesela?), sosyalist olduğunu iddia edenlerin pratikleri, örgütlenme ve düşünme biçimleri, yöntemleri, vazgeçmek istemedikleri ayrıcalıkları, cinsiyetçilikleri, içlerinde barındırdıkları erkek dayanışması, içlerinde yaşattıkları iktidar, içinden çıkamadıkları nostalji halleri ve benzeri şeyler. Bir de tabii sene 2019 hâlâ aynı cümlelerin kuruluyor olması. Sıkıldım ben kendi adıma. Bıktım da ne yalan söyleyeyim. Artık bu coğrafyada feministlere kulak tıkamayı bırakmanın zamanıdır. Hatta bu zaman geçeli çok oldu. Son olarak şunu söylemek istiyorum; değişime karşı olmanın sebebi yeni olandan korkmak, alışkanlıklardan vazgeçmenin zorluğu, önyargılar değildir her zaman. Değişim sizden koltuklarınızı terk etmenizi isteyebilir. Değişimi getirenler eşitlenmeyi talep edebilir ama zaten derdi sahiden eşitlik olanın bu konuda bir endişesi olamaz diye düşünüyorum.
Aynı şeylerin önümüzdeki 8 Mart Feminist Gece Yürüyüşü’nde ve diğer 25 Kasım’larda yaşanmaması, bu çirkin döngülerin kırılması umuduyla.