Afet sonrasında, en çok odaklanmamız gereken konulardan biri de hafızasızlık, kadercilik ve sembolik göstergelere (helallik gibi) ikna olma hali. Bu kadar büyük bir ölüm ve yıkıma nasıl tepki verdiğimizin, yaşananlara dair hafızamızı diri tutup tutmadığımızın artık ortak değerlerimizin ve ilişkilerimizin belirleyicisi olacağını, olması gerektiğini düşünüyorum.
Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı, geçtiğimiz kasım ayında Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği 27. Taraflar Konferansı’nda, Türkiye ve iklim krizi hakkında basın açıklaması yaparken Pakistan’da yaşanan yaklaşık 8 milyon insanın yerinden edildiği, 1739 insanın öldüğü iklim krizi temelli sel felaketinde insani yardım için, “Türkiye’nin dost ve kardeş ülke Pakistan’a gittiğini, suyun gidebileceği hiçbir yerin kalmadığına tanık olduklarını, Pakistan’da yaşanan felaketin her yerde olabileceğini, bu nedenle de kayıp hasar[1] politikasının adil olması gerektiğine” vurgu yapıyor.
Bugünün bilimsel olanakları sayesinde yerel ve küresel düzeyde afet risklerinin büyük ölçüde tahmin edilebilirliğini, bugünün siyasetinin ve uluslararası hukukunun iklim krizi sonucu oluşan ve bundan bağımsız afetlerle ilgili riskleri yönetmekle de ilgili olduğunu düşündüğümüzde bakanın “her ülkenin başına gelebilir” uyarısına katılmamak mümkün değil.
Bakan’ın katıldığı bu toplantıda, iklim krizi nedeniyle afetlere savunmasız küçük bir ada ülkesi Palau’nun başkanı ise gelişmiş ülke delegasyonlarına, “İklim değişikliğinin etkilerine karşı savunmasız bırakmanız ile bizi bombalamanız arasında fark yok” diyor. Küçük ada ülkesinin başkanı bu sözleriyle Türkiye’nin Şehircilik Bakanı’nın afet riskinin rasyonel ve güncel olduğu tespitindeki eksik ve kritik olanı tamamlıyor. Afet risklerini onlarca yıldır tahmin ediyor ve biliyoruz, -politikleşen- mesele afetlerde, evimizin içine bomba atmakla eşdeğer savunmasızlığımızı ortadan kaldırmak ya da bu savunmasızlığı sürdürmek, bu savunmasızlık halinden çıkar elde etmek. (Türkiye’nin inşaat sektörü, imar barışı vb.).
Biz de 6 Şubat depremlerinde, depremlere karşı savunmasız bırakıldığımız bu ülkede defalarca ard arda bombalanmakla bir sayılabilecek bir süreç yaşadık/ yaşıyoruz. AFAD’ın enkazlara yetişememiş olması, arama kurtarma ekip ve kapasitesinin zayıflığı, kamu idarelerinin koordinasyon sorununun süreci trajediye sürüklemesi, enkaz kaldırma sırasında ölen insanların bedenlerinin vücut bütünlüklerinin bozulmaması için çaba gösterilmemesi, bazı bedenlere ulaşılamamasının nedenlerini araştırmaya sıra gelmemesi, son yıllarda diğer kamu kurumlarına tahsis edilen ile karşılaştırılamayacak kadar büyük devlet bütçesinden aldığı muazzam pay ve taşra teşkilatlanması ile gündemden düşmeyen Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ölülere saygı duyulması, kefen tedarik edilmesi ve gömülme işleminin insan onuruna uygun olması için hiçbir politika ve söyleminin olmaması, battaniyeler ve poşetlerle toplu mezarların oluşturulması ve daha yasımız bitmeden inşaat projelerinin duyurulmasına tanık olduk. Üstelik Türkiye’nin 20 yılı aşkın süredir edindiği deprem deneyiminden hareketle bu depremlere hazırlanıyor olması gerekiyordu. Afet ülkesinde, afet tarihi ve deneyimine bakıp, birey olarak devletin doğru risk yönetim ve müdahale planını tastamam yapmış olduğuna güven duymak hakkımız. “Her ülkenin başına gelir” uyarısında bulunan Bakanın konuşmasından üç ay sonra Türkiye’de başımıza gelenler sadece bir doğa olayı değil, siyasetsizliğin, tedbirsizliğin, yetersizliğin neden olduğu trajediydi.
Türkiye’nin depreme olmadığı gibi iklim krizi temelli afetlere de hazırlığı, müdahale kapasitesi, tutarlı bir politikası yok. Bu yıl yayınlanan Türkiye İklim Raporu’na göre 1035 olağandışı hava olayı yaşandı. 2021 yılında sel aşırı hava olaylarının %33,6’sına tekabül etti. 2021’de Batı Karadeniz sel felaketinde 82 kişi ölmüş, 16 kişi kayıp olmuştu. Bu olaydan sonra, kamu idarelerinin sele karşı bir plan yaptığını varsaymak hakkımız. Oysa bu satırları yazarken, depremin üzerine depremden etkilenmiş şehirlerde sel felaketi meydana geldi ve depremde hayatta kalan 16 insan sel felaketinde öldü. İçişleri Bakanlığı’nın yapabildiği “vatandaşlara dere yataklarından uzak durmaları” uyarısı, üç ay önce açılışı yapılan kavşağın çökmesi ve birkaç saat sonra televizyon programında konuşan Tarım ve Orman Bakanı’nın “16 insanımız öldü ama toprak suya karıştı” diyerek bunun kuraklığa çare olduğunu, felaketin felaketle ortadan kalktığı inancını ifade etmesiyle Çernobil sonrası radyasyonlu çay içen bakanlardan, başbakanları aşan siyasi performanslara tanık olduk. Bu süreç, daha temel düzeyde devlet yönetimine dair tüm sektörlerde yıpranmamış, bozulmamış bir kamu hizmeti var mı, yeterli mi sorularını açığa çıkardı.
Çevre ve Şehircilik Bakanı, kayıp hasar politikasını anarken, iklim krizinin neden olduğu afetlerle başa çıkmak için iklim finansmanına gönderme yapmıştı. Türkiye gibi, merkezi ve yerel idarelerinde yönetimin tekçi ve iktidarın siyasetinin hakim olduğu, denetlenebilirliği ortadan kalkmış, şeffaflığın olmadığı, siyaset tarafgirliğinin bilimin sözüne üstün geldiği, yargının da işlevsellikten uzak kaldığı bir sistemin içinde, bir ülkeyi afete hazırlamak ne tek başına finansmanla ilgili ne de afetin büyüklüğü ya da niteliği ile, yaşama hakkına verilen değerle ilgili ve Türkiye’de yaşama hakkının değeri son derece politik.
Yaşadığımız yıkım ve tanık olduğumuz trajedide mevcut iktidarın istikrar ile birlikte andığı bu tekçi sistemin, yine aynı iktidarın 20 yıldır kurguladığı güçlü Türkiye, kardeş ve dost ülkelere yardım eli uzatan, dünyanın en büyük havalimanı ve mega projeleri olan, dünyanın en büyük 11. ekonomisi, en hızlı büyüyen ekonomisi olan ülke, kalkınan ülke ethosunun da yerle bir olduğunu gördük. Yerle bir olmuş yıkıntılar içinde, afeti artık doğal olarak görmeyen yönetilemeyen, elimine edilemeyen riskler ülkesiyiz. Riskin yaşamsallaştığı yer ise doğa olayının kendisi değil, kamu hizmetinin ve kaynaklarının niteliksizliği.
Bilim ve teknolojinin sürekli olarak geliştiği bir yüzyılda çelişkiler ülkesindeyiz. Politika üretirken ihtiyatlılık yerine kamu idarelerinin keyfi eylem ve kararlarının, kâr elde etmek maksatlı ve diğer siyasi amaçlarla yolsuzluk düzeninin hakim ve olağan hale gelmesi, şirketlerin suçlarına karşı hukukun çare olmaktan çıkması, devlet ve şirketin ortaklığında işlenen suçların ‘yasallaşması’, kamu hizmetinin temellerini ihtiyaç, hak ve sosyal politikanın değil popülist siyasetin ve sosyal medyanın ruhuna uygun iletişim ve influence stratejilerinin aldığı gündelik toplumsal ve siyasal yaşam rutininde seller, depremler, sıcak dalgaları, dolu fırtınaları, kuraklık afetin kendisi değil, afeti oluşturan başlangıç noktası.. Dayanıklı binalar yapılması gerekiyor ama kamu idareleri yapmıyor, denetlemiyor. İşte bu gerçeğin aksine kimse ikna edilemediği için belki de, afetin ilk zamanlarında sosyal medyada fenomen olan afet bölgesinde ve afetle ilgili siyaset yapmama şeklinde yüzeysel serzenişler çabuk sönümlendi. Devlet yönetimine dair söylemsel dokunulmazlık, afet bölgesindeki acı ve depremzedenin isyanı ile paramparça oldu.
“Afet doğal değildir, politiktir.[2]” Politik olduğu için öldürür, barınma, gıda, su, sağlık hizmeti, menstrüel ürün gibi temel ihtiyaçlardan mahrum bırakır, ayrımcılık yapar, mültecilere nefret saçar, çocukları kaybeder, istismar eder, kadınların ve LGBTİ+’ların spesifik ihtiyaçlarını karşılamaz, elverişli bir kamu hizmetinden dışlar. Afet bir yönüyle doğayı fethedilmesi gereken, parasallaştıran rant nesnesine dönüştüren bir süreç olduğu gibi, afet sonrasında da doğa, hâlâ kendisine bahşedilen bu konumu yüklenmek zorunda kalandır. Temelinde risk azaltım amacı olan afet politikası yerine, aksine doğanın parasallaştırılmasının bir sonucu olarak daha fazla ve farklı riskler oluşturması kaçınılmaz bir merkezi ve idari yönetim anlayışının içinde sıkıştık.
Türkiye’de deprem deneyimi kentsel dönüşüm, imar, yapı denetimi gibi mevzuatın şekillenme süreçlerinde de depremler her zaman önemli bir rol oynamış. Afetlerle yapı denetimi ve depreme dayanıklı konut hakkının mevzuattaki ve kamu politikalarındaki gelişimi, bu linkte yer alan Türkiye’de Yapı Denetimi Sistemi ve Afet Yönetimi başlıklı makalede ele alınmış. Türkiye’nin depremlerle dolu tarihinde, afete hazırlanmak için gerekli bilimsel ve politika tespitlerinin yapılmış olmasına rağmen, imar aflarının, yapı denetiminin kâr elde etmeye yönelik bir faaliyete dönüşmesi, siyasetin hem merkezi yönetimde hem de yerel yönetimler nezdinde konutların yapı denetimini ikincilleştirmesi bugünkü yıkımın başat nedenleri arasında.[3]
Örneğin tarihi depremlerle dolu coğrafyamızda, ilk defa 1939 Erzincan Depremi ve sonrasında meydana gelen depremlerle oluşan hasar bakımından sadece zararın tazmin edilmesi odağından çıkıp, zarar azaltmaya yönelik politika yapma düşüncesiyle mevzuat oluşturulmuş. 84 yıl önce. İlk defa, 1956 tarihli imar yasası ile yerleşim yerlerinin belirlenmesi sırasında doğal afet tehlikesinin dikkate alınması ve yapı denetimi konularına öncelik verilmesi sağlanmış. 67 yıl önce. İlk defa, 1989 tarihli altıncı 5 yıllık kalkınma planında, “depreme dayanıklı bina” ifadesi kamu politikaları dökümanlarına girmiş ve deprem bölgelerinde depreme dayanıklı bina yapımına uygun teknolojilerin tespit edilerek tüm yapılarda bu teknolojilerin uygulanmasının sağlanması kamunun hedefi olarak belirlenmiş. 34 yıl önce. Sıklıkla çıkarılan imar afları, 90’lı yılların yapıların denetime elverişli olmamasının en önemli nedenleri arasında görülmüş ve uzmanlar tarafından bu sorun dile getirilmiş. 30 yıl önce.[4] En son imar affı yasası beş yıl önce çıktı. 6 Şubat depremleri olmasaydı başka bir seçim siyaseti projesi olarak yeni imar affı teklifleri de sıradaydı.
2010’lu yıllar, hem kalkınma planlarında hem de yapılan mevzuat değişikliklerinde afet ve konut dayanıklılığının ‘kural’ haline gelmiş olmasına rağmen, yapı denetiminin kâr elde etmeye yönelik faaliyete dönüşmesi, kamuda uzman kapasitesinin yeterli olmaması ve siyasetin uygulamayı olanaksız hâle getirmesinin[5] neden olduğu kırılgan kentlerde yaşamaya mecbur bırakıldık. Ekonomik krizde barınma sorunu ile depremde barınma sorunu aynı noktada buluştu. Ekonomik ve güvenli konuta erişimin mümkün olmaması, kentsel dönüşüm projelerinin soylulaştırma projelerine dönüşmesi, ranta ortak olmayan ya da çıkar sağlamayan kesimlerin kentlerin dışına süpürülmesi, konutunun depreme dayanıklılığını kontrol ettirmek istediğinde bile mülk sahiplerinin zorbalığıyla karşılaşmak, mülkiyetin yaşama tercih edilmesi de cabası.
Hukuk, Türkiye gibi ülkelerde yasa yapmaktan daha çok, fiilen siyasetçiler tarafından kurgulanan söylemlerle ortaya çıkıyor ve varlık kazanıyor. Bu önerme için vermeyi en sevdiğim örnek fiili kürtaj yasağı. Yasal ama kürtaja karşı siyasi söylemler sonrasında fiilen erierişilebilir bir sağlık hizmeti olmaktan çıktı. Yasayla değil, iktidarın konuşmasıyla. Türkiye’de teoride kalan yasal gelişmeler dışında siyasetçiler tarafından fiilen hukuk yaratılması sadece hukuk sisteminin çöküşünü değil yaşama hakkının güvencesini doğrudan yok etti. Hakim siyasetin gerekirse fay hattının üzerine havaalanı, daha çok mega proje, nükleer santral ısrarları sadece spesifik ve somut projelerle yıkıma sürüklemedi aynı zamanda riskleri tespit eden ve karar vericileri uyaran bilim insanlarını, meslek odalarını, teknik uzmanları, avukatları, sivil toplum kuruluşlarını dışlayan, ülke kalkınmasını istemeyen öğeler olarak tanımlayan hatta tutuklayan bir kültürü kurdu.
Bu ülkede, sanayinin, havalimanları, mega projelerin, termik santrallerin neden olabileceği risklere dikkat çektiği için kaç avukat, kaç meslek uzmanı, bilim insanı, kaç sivil toplum kuruluşu kendisini tehdit altında hissetti, talepleri hakimler ve savcılar tarafından göz ardı edildi, şirketlerin kamu kurumlarının avukatlarının aşağılamasına maruz kaldı. Kendi adıma, bugünlerde Akkuyu Nükleer Santrali ÇED Davası’nın Akkuyu’da yapılan keşif duruşmasında, topraktan numune almak ve incellettirmek isteyen avukatlara, nükleer santralin planlandığı bölgenin jeolojik özellikleri ile ilgili değerlendirmede bulunan uzmanlara bakanlık avukatlarının cevap vermeye dahi tenezzül etmemesini, hakimlerin talepleri tek kelime gerekçe göstermeden reddetmesini hatırlıyorum ister istemez.
Bütün bunların yanı sıra, eleştiri konusu yapılan tüm bu alanlarda, idarenin kurguladığı sahte bir gerçeklikle de baş etmek gerekiyor. Muazzam derecede orman alanı kaybına, 81 ilde millet bahçesi planıyla (üstelik flora ve faunayı tehdit eder nitelikte korunan alanlarda ve şehir ormanlarında planlanıyor), plastik atık ithalatı ile ülkenin atık ticareti ve suçlarının yeni varış noktası haline gelmesine, asbestli enkaz atıklarının ne olacağına dair kocaman bir soru işareti olmasına sıfır atık programıyla cevap veren, üyesi olduğu uluslararası Kızılhaç ve Kızılay hareketinin Leaving No One Behind adlı özellikle afetlerde kadın ve çocuklarla ilgili hangi mekanizmaların kurulması gerektiğine işaret eden politikasının tek satırını Türkiye mevzuat ve uygulamasına kazandırmamış Kızılay başkanının “kimseyi arkanda bırakma” caption’lı sosyal medya paylaşımlarının sakil bir gerçeklik kurgusu.
Felaketlere cevap vermede nitelikli ve erişilebilir kamu hizmeti yerine tamamen özelleştirilmiş ve yeni piyasaların aktörleşmesine[6] Kızılay’ın holdingleşme pratiği ve afetteki satış stratejileri ile tanık olduk. Afet ve Acil Durum mevzuatına göre bir deprem olduğunda enkaz atık sahalarının nereler olduğunu çoktan tespit edip AFAD’a bildirmekle ve olası tehlikenin gerçekleşmesi halinde nasıl bir enkaz yönetimi uygulayacağını bilmekle yükümlü olan valilikler kaçak bir şekilde enkaz atık dökümlerinin zeytinliklere, Milleyha Kuş Cenneti’ne yapılmasına göz yumdu (belki de organize etti). Aynı valilikler kamu görevlerini yerlerine getirmemiş olmalarına rağmen şimdi enkaz kaldırma konusunda alelacele ihaleler planlıyor. Temel ihtiyaçların karşılanmadığı afet bölgesinde ekili tarım alanlarına, meralara, ormanlara yeni inşaat şantiyeleri kurulma planları yapılıyor. OHAL’de ilan edilen kanun hükmünde kararnameler nedeniyle de atılan bu adımlara hiçbir hukuki itiraz hakkımız yok.
Son olarak içimi dökmek istediğim bir konu daha var. Şimdi tam sayısı bile gizli kalan on binlerce insanın öldüğü, milyonlarca insanın yaşam standardının yok edildiği afete dair neyi hatırladığımız ve hafızamızı ne kadar süre taze tutacağımız da afetin politikasına dair.
Afet sonrasında, en çok odaklanmamız gereken konulardan biri de hafızasızlık, kadercilik ve sembolik göstergelere (helallik gibi) ikna olma hali. Bu kadar büyük bir ölüm ve yıkıma nasıl tepki verdiğimizin, yaşananlara dair hafızamızı diri tutup tutmadığımızın artık ortak değerlerimizin ve ilişkilerimizin belirleyicisi olacağını, olması gerektiğini düşünüyorum. Byung Chul-Han, Ritüellerin Yok Oluşuna Dair metninde günümüzün bir topolojisini çıkarırken, toplulukları birarada tutan ritüellerin ve sembollerin kaybının biraradalıklarımıza ve ortak değerler üzerinden birbirimizle kurduğumuz bağlantıların koptuğuna değiniyor ve enformasyon, veri dolaşımının hakim olduğu günümüzün, üretim ve otantiklik zorlamasına dönüştüğünü ifade ediyor. Kişisel olarak afet döneminde diğer pek çok kişi gibi onlarca duyguyu aynı anda hissettim. Bir yandan kamudan boşalan alanlara toplumsal dayanışmanın yerleşmesi, afet bölgesindeki insanlarla ve birbirimizle hissettiklerimiz üzerinden, ortak duygularımız üzerinden kurduğumuz doğrudan ilişkisellik (Afet için Feminist Dayanışma’nın kurulması gibi) hâlini deneyimledik. Öte yandan, birbirimize temas etme hâlinin yerini alan Chul-Han’ın günümüzdeki enformasyon ve veri dolaşımını, bireylerin performans öznesine dönüştüren, narsistik bir güdüyle sürekli üretime zorlandığı, değerlerin bireysel tüketim nesnesi haline geldiği bir gündelik hayata dönüşün, dönme çabalarının -bu kadar kısa sürede olmasını, buna hevesli olunmasını belki de- endişe verici buluyorum. Oysa tahayyül ettiğimiz toplum için hesap sormanın gerçekleşebilmesi hatırlamaktan geçiyor ve örgütlü motivasyon unutmayarak güçleniyor. Endişemin kaynağı daha çok örgütlü bir biçimde hafızamızı yaşadığımız bu trajediler karşısında taze tutmayacaksak, birey olarak kentlerin yıkımını, canlıların ölümünü, ölü bedenlere saygısızlığı her politika sürecinde hatırlatmayıp hafızamızı kamusal alanda bir baskı aracına getiremediğimizde, söylem ve nedensellik bakımından olmasa da sonuç itibariyle kadercilik yapanla ve helallik verenle aynı tarafa denk düşüldüğüne dair düşüncem. “Deprem de allahtan” diyenin eylemsizliği ve düşüncesizliği ile hafızasızlığın, iletişimden ve ortak değerlerden yoksun topluluğun işlevsel olarak sonuç itibariyle aynı yerde konum alma riskini taşıdığını düşünüyor ve bunun gerçekleşmesini korkutucu buluyorum.
[1] Kayıp hasar politikası, iklim krizinden tarihsel sorumluluğu yüksek olan gelişmiş ülkelerin, iklim krizine savunmasız, iklim afetlerinin tehdidi altında olan gelişmemiş ülkelerin kayıp ve iklim hasarlarının tazmin edilmesine yönelik finansman politikası. Gelişmiş ülkelerin iklim borçları olarak da çerçevelendiriliyor.
[2] Berlin’de feministlerin bir araya gelerek hazırladığı 8 Mart pankart sözü.
[3] Türkiye’de Yapı Denetimi Sistemi ve Afet Yönetimi, Seçil Gül Meydan Yıldız, https://dergipark.org.tr/tr/pub/assam/issue/48907/602538
[4] A.g.e
[5] Referans verilen makalede tespit edilen uygulama sorunları.
[6] Şok Doktrini, Naomi Klein.