Toplumsal cinsiyete dayalı zulümden kaçan kadın ve LGBTİ+ sığınmacılar Türkiye’deki sığınma başvurusu ve koruma sürecinde daha fazla erkek şiddetine maruz kalıyor.

“Onlara (BMMYK) tüm hikayemi anlattım, başıma gelen her şeyi. Tek istediğim barınmaydı, kamp gibi bir yerde kalmak istedim ama böyle bir şey önermediler. Kayıt olduktan sonra bana 100 Lira verdiler ve [uydu kente] gitmemi söylediler. … Beni başlarından savdılar. … Bana gittiğim yerde konaklama sağlayacaklarını söylediler ama oraya vardığımda, hiçbir şey yoktu. … Bir gece parkta yattım. Orada Araplar [sığınmacılar] vardı, iki gece onlarla kaldım sonra beni dışarı attılar.“ (Yasna, 24, Afganistan)

Yasna, Afganistan’da uğradığı toplumsal cinsiyete dayalı zulümden kaçan ve Türkiye’de uluslararası korumaya başvuran 80 binden fazla sığınmacı kadından sadece birisi.[1] İstanbul’da kendisi ile görüştüğümüzde çoğu sığınmacı kadın gibi başvuru dosyası çoktan kapanmıştı. Kapanma sebebi ise kendi güvenliği için gönderildiği uydu kentte yaşayabilecek koşullarının olmamasıydı; bir gelirinin, işinin, Türkçe bilgisinin, tanıdığının ya da herhangi bir sosyo-ekonomik desteğinin olmaması Yasna’yı şehri terk etmeye ve İstanbul’a dönmeye zorlamıştı. Bu yüzden de sığınma başvuru dosyası kapanmış ve kağıtsız duruma düşmüştü.

Türkiye’de sığınmacı kadınlar ve LGBTİ+’lar ne politikada ne de akademide  görünür değiller. Her ne kadar 2011’de başlayan Suriye savaşından sonra milyonlarca Suriyeli mültecinin Türkiye’deki varlığı, politik önceliği açısından hem medyada hem de akademide bir ilgi yaratsa da, uzun süredir Türkiye’de yaşam savaşı veren diğer sığınmacı gruplar, özellikle de kadınlar ve LGBTİ+’lar adeta görünmezler. Bu yüzden aktivist, sosyal çalışmacı ve araştırmacı kimliklerimizle şahit olduğumuz sığınmacıların deneyimlerini aktaracağımız bir araştırma yapmaya karar verdik. Amacımız, akademik bir çalışma ile bir nebze olsun sığınmacı kadın ve LGBTİ+’ların sorunlarını görünür kılmak ve daha acil olarak ise bu alandaki erkek şiddetine dikkat çekmek ve acil önlemlere işaret etmekti.

Araştırma kapsamında Afganistan, İran, Irak, Uganda’dan çoğu tek başına ya da çocuğuyla gelerek Türkiye’de sığınma başvurusunda bulunmuş 26 kadın ve LGBTİ+ sığınmacı ile görüştük. Büyük kısmı uluslararası koruma başvurucusu statüsünde, başka bir deyişle halen başvurularının sonuçlanmasını bekleyen sığınmacılar olarak, birkaçı ise mülteci statüsü almış ve başka bir ülkeye yerleştirilmeyi bekliyordu. Öncelikle sığınmacıların kendi sosyal ağları aracılığıyla sığınmacılara ulaşmaya çalıştık. Ayrıca Türkiye’deki sığınma sistemi ile ilgili çalışan sivil toplum kuruluşu (STK) yöneticileri, sosyal hizmet uzmanları ve tercümanlarla görüştük.[2] Ve farklı gruplara Türkiye’deki sığınma sistemine dair deneyimlerini, gözlemlerini sorduk; sığınmacıların toplumsal cinsiyete dayalı ne tür risklerle karşılaştıklarını ortaya koymaya ve bu sistemin toplumsal cinsiyete duyarlı olup olmadığını incelemeye çalıştık. Aldığımız yanıtlar farklı grupların yaşadıkları ortak sorunlara işaret ederken, temelde Türkiye’nin mevcut uluslararası koruma rejiminin işlemez olduğunu, hatta toplumsal cinsiyete hassas olmak bir yana sığınmacı kadın ve LGBTİ+’ları daha fazla cinsel ve toplumsal cinsiyete dayalı şiddet (CTCDŞ) biçimlerine karşı savunmasız duruma düşürebildiğini ortaya koydu.

Türkiye’nin sığınma sistemine başvurmak için ne gerekiyor, sistem sığınmacılara ne vaat ediyor?

Birleşmiş Milletler (BM) tarafından güvenli bir ülke olarak tanımlanan Türkiye, 1990’ların ortalarından itibaren (1994 ve 1999 düzenlemeleri) sığınma başvurularını kabul ediyor. Bu yüzden çevre ülkeler ve Asya gibi uzak bölgelerden pek çok sığınmacı hem Avrupa’ya yakınlığı, hem de farklı sebeplerle çevre ülkelerde sığınma başvurusunda bulunamadıkları için Türkiye’yi tercih ediyorlar. Ancak Türkiye, 1951 BM Mültecilerin Statüsüne Dair Sözleşme’yi bölgesel çekince koyarak imzaladığı için uluslararası korumaya başvuranlar, mülteci statüsü belirleme görüşmelerinden sonra üçüncü bir ülkeye yerleştirilene kadar Türkiye’de ancak ‘ikincil koruma’ ya da ‘şartlı mülteci’ statüsünde kalabiliyor, mülteci statüsü alarak kalamıyorlar.[3] Diğer yandan 2016 yılında Avrupa Birliği (AB) ile Türkiye arasında imzalanan Geri Gönderme Anlaşması çerçevesinde Türkiye’den geçen bir sığınmacı AB ülkelerinde korumaya başvurduğunda ise geçiş yaptığı ilk güvenli ülke olarak Türkiye’ye geri gönderilmesi ve burada başvurusunu yapması gerekiyor. Başvuru sonrasında ‘mülteci’ statüsü almanın koşullarını karşılayan sığınmacılar Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) tarafından üçüncü ülkeye yerleştirilene kadar Türkiye’de ikamet ediyorlar.

Araştırma yaptığımız dönemde görüştüğümüz sığınmacıların büyük kısmı, Ankara’da ya doğrudan BMMYK’ya ya da BMMYK adına başvuruları alan bir STK olan ASAM’a kayıt yaptırmışlar ve kayıt sonrasında yönlendirildikleri uydu kentte geçici kimlik kartlarını almak üzere İl Göç İdaresi Müdürlüklerine (İGİM) yönlendirilmişlerdi.[4] Özetle, mevcut durumda, BMMYK halen sığınma sisteminde üçüncü ülkeye yerleştirmeleri yürütürken, İGİM’ler Türkiye’deki kayıtlardan ve mülteci statüsü belirlemeden sorumlu kurumlar olarak çalışıyor.

Sığınmacıların mülteci statüsü için görüşmeleri ve üçüncü bir ülkeye (genellikle ABD ve Kanada) gönderilene kadar geçen bekleme süreci uzun yıllar sürebiliyor. Görüştüğümüz sığınmacılar ve mülteci statüsü alan kadın ve LGBTİ+’lar ortalama 1,5-2 yıldır Türkiye’de beklemekteydi. Ayrıca bu bekleme sürecinde sığınmacılar güvenlik ve büyük kentlerde yığılmanın önlenmesi için gönderildikleri, bugün sayıları 60’dan fazla olan uydu kentlerde yaşamak zorundalar. Bu kentlerde uluslararası koruma başvurucusu olduklarını gösteren geçici bir kimlik alabilmek için sığınmacılar, İGİM’lere kayıt için bir ikamet adresi göstermek ve haftada bir defa imza vermek zorundalar. Bu sığınma sisteminde sığınmacılar sadece temel sağlık ve eğitim gibi hizmetlere ücretsiz erişim hakkı kazanırken, yaşam giderleri için kendi başlarının çaresine bakmak zorunda kalıyorlar. Son yıllarda yalnız yaşayan sığınmacı kadınların da başvurdukları zaman hak kazandığı Kızılay Kart denilen 120 TL’lik yardımdan söz etmek mümkün ancak çoğu kadın ya bu desteğe dil engeli gibi sebeplerle erişemiyor, erişebilenler ise bu destekle kira giderlerini bile karşılayamıyor. Nitekim görüştüğümüz kadın sığınmacılardan yalnızca ikisi bu karta sahipti. Ayrıca sığınmacılar valilikler bünyesindeki Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakıfları (SYDV) ve bazı STK’lar aracılığıyla düzensiz yardımlara erişebilse de bunlar da sürdürülebilir bir yaşam sağlamıyor. Dolayısıyla, Türkiye’de sığınma sistemine başvuran kadın ve LGBTİ+’ların gönderildikleri uydu kentlerde kendi başlarının çaresine bakmaya terk edildiklerini söylemek mümkün. Görüşmecilerimizden birisi olan BMMYK adına 2018 yılına kadar sığınma başvurularını alan Sığınmacılar ve Göçmenlerle Dayanışma Derneği’nin (SGDD-ASAM olarak biliniyor) bir yöneticisi de uydu kentlerde sığınmacıların “tek başlarına” kaldıklarını doğruluyor.

“Seni ben mi davet ettim!”

Öncelikle görüştüğümüz kadın ve LGBTİ+ sığınmacın hemen hepsinin uğradıkları cinsel ve toplumsal cinsiyete dayalı şiddetten (CTCDŞ) dolayı vatandaşı oldukları ülkelerden kaçtıklarını vurgulamak gerekiyor. Ancak burada belirtmek gerekir ki BM’nin Mültecilerin Hukuki Statüsüne ilişkin Sözleşmesi (Cenevre, 1951), toplumsal cinsiyete dayalı zulüm biçimlerini açıkça mülteci statüsü almak için geçerli bir sebep olarak görmüyor. Bu da, toplumsal cinsiyete dayalı zulümden kaçan kadın ve LGBTİ+’ların yasal olarak mülteci statüsü almaya hak kazanmalarının oldukça güç olduğu, sığınma rejimlerinin ise bu şiddet biçimlerine göre tasarlanmadığı anlamına geliyor. Nitekim feminist çalışmalar, çoğu devletin sığınma rejimi tarafından kadınların politik aktivist olarak görülmediklerini ve mülteci statüsü elde etmeye çok uygun olmadıklarının varsayıldığını gösteriyor[5]. Ancak şiddetin askeri çatışmalar ve savaşla sınırlı olmadığı, gündelik ev yaşamından açık savaşa, etnik temizliğe kadar farklı biçimlerde var olduğu, özellikle de kadınlara yönelik olarak Cockburn’un[6] kavramsallaştırmasıyla toplumsal cinsiyete dayalı “şiddetin sürekliliği” nin olduğu bir gerçek. Nitekim bizim de görüştüğümüz Afganistanlı, Iraklı, İranlı ve Ugandalı kadın ve LGBTİ+ sığınmacılar savaş sonrasında yaşanan siyasi ve ekonomik istikrarsızlıkların bir devamı olarak uğradıkları toplumsal cinsiyete dayalı zulüm biçimlerinden kaçıyorlardı. Örneğin Iraklı bir kadın Saddam rejimi sırasında polis olarak çalışan kocasının öldürülmesinden sonra oğluyla yaşarken karşılaştığı tacizden; İranlı bir kadın rejimin öngördüğü şekilde çocuğunu eşine bırakmaktan; İranlı LGBTİ+’lar yine uğradıkları toplumsal cinsiyete dayalı taciz ve tehditten; Afganistanlı kadınların büyük kısmı ise hane içi tecavüz ve toplumda yaşadıkları baskı ve sistematik erkek şiddetinden; Ugandalı kadınlar ise savaşın etkisiyle şiddetlenen toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve ekonomik şiddetten kaçarak gelmişlerdi. Özetle kadınların uğradıkları toplumsal cinsiyete dayalı zulüm doğrudan politik aktivist kimliklerinden kaynaklanmasa da, savaş ve çatışma sonrası ortaya çıkan toplumsal istikrarsızlıkların devamı olarak kadınlar ve LGBTİ+’lar erkek şiddetinin hedefi haline getirmişti. Ancak bu koşullar BMMYK tarafından açıkça mülteci statüsü almak için yeterli görülmüyor. Bu konuda bir istisna olarak LGBTİ+’ların cinsel yönelimlerinden dolayı değil özel bir toplumsal gruba dahil oldukları için hem devlet hem de toplum tarafından şiddet ve baskı görmeleri üzerinden mülteci statüsü almaya hak kazanabildiklerini de vurgulamak gerekiyor.

Genel olarak erkek şiddetinden kaçan kadın ve LGBTİ+ sığınmacılar, uzun ve yorucu bir yolculuğun ardından Ankara’da başlatılan başvuru sürecindeki hayal kırıklıklarını anlattılar. Çoğu görüşülen, Ankara’daki ASAM ofisine vardıklarında sığınma talebinde bulunma sürecinin sadece boş bir kâğıda isimlerini ve iltica talebinde bulunma nedenlerini yazmaktan ibaret olduğundan bahsetti. Bu süreç, başvurunun yapıldığı gün içinde, sığınmacıların bir uydu kente atamalarının yapılması ile devam ediyordu. Görüşülenler, büyük bir beklentiyle geldikleri Türkiye’de karşılaştıkları ilgisizlikten, ofisin kalabalığı içinde duydukları huzursuzluktan ve sığınma sürecine dair sınırlı bilgi verilmesinden yakındılar. İranlı sığınmacı Dilshad başvurudaki duygularını şöyle ifade etti:

“ASAM’da kayıt için gittiğimizde hayal kırıklığına uğradım, çünkü hiç böyle bir muamele beklemiyordum. … yanımızda bir bebek de vardı. Ama oradakiler bir makine gibiydi ve sadece ad soyad alıp bir kağıt veriyorlardı ve hiçbir şey sormuyorlardı. Bize bildiğiniz makine gibi davranıyorlardı.”

Gönderildikleri uydu kentler hakkında sınırlı bilgiye sahip olmak özellikle yalnız başvuru yapan ve yolculuk eden kadınlar ile LGBTİ+’lar için bu kentlere vardıklarında ciddi sorunlar yaratıyor. Görüşülenler, herhangi bir düzenli destek mekanizmasının olmadığı bu kentlerde İGİM’lerde dertlerini anlatabilecek bir tercüman yokluğundan kimlik kartı alabilmek için bir ikamet adresi bulmaya, gelir sağlayıcı bir iş arayışından sokakta uğradıkları ayrımcılığa kadar bir dizi ortak sorunla boğuşmak zorunda kaldıklarını söylediler. Uydu kentlerde ise İGİM çalışanlarının ilgisizliği, homofobik ve sert tavırları en çok şikayet edilen konulardı. Hatta görüştüğümüz Farsça tercümanlardan Aziza (27) LGBTİ+ sığınmacıların İGİM çalışanlarından yardım istediklerinde kimi zaman “Buraya neden geldin, seni buraya ben mi davet ettim” gibi karşılık aldıklarını söyledi. Uydu kentte yaşayamadığı için İstanbul’da kalan ve iki haftada bir gönderildiği uydu kente imza atmaya giden Ugandalı bir sığınmacı kadın olan Jesca (26), İGİM memurları ile olan iletişimini şöyle anlattı:

“Onlarla kolayca iletişim kuramıyorum, çok güçlü insanlar. Konuştuğunuzda size zaman tanımıyorlar, bağırıyorlar, ‘git, git’ diyorlar. Kızgın olduklarını hissediyorum. Ayda bir Z kentine gidiyordum. İki haftada bir imza atmamı söylediler ama onlara ulaşım için param olmadığımı söyledim, İstanbul’da çok uzaktayım. Bana ‘Burada kalabilirsin.’ dediler. ‘Nerede?’ dedim. ‘Bak, her yerde kalabilirsin’ dediler. Burada kalamayacağımı söyledim, burada kimseyi tanımıyorum. Diyelim ki burada kalacağım, peki ne yiyeceğim? … Her ay oraya gittiğimde beni azarlıyorlardı. Oraya gittiğimde kartımı elimden alırlardı, bütün gün orada, dışarıda beklerdim. Akşam ‘İki haftada bir buraya gelmezsen seni sınır dışı edeceğiz.’ dediler. Size paranızın olup olmadığını sormuyorlar sadece gitmenizi istiyorlar.”

Toplumsal cinsiyete dayalı şiddetten kaçan LGBTİ+’lar da ironik olarak İGİM çalışanlarının homofobik davranışları ile ve tacizi ile karşılaştıklarını söylediler. Örneğin İranlı bir lezbiyen olan Ronak (37) İGİM memurlarıyla yaşadığı bir deneyimi şöyle anlattı:

“‘Ne oldu, hâlâ burada bir partner bulamadın mı?’ diye bana takılıyorlar. Doğal olarak ‘Hayır bulamadım, siz bana birini bulun.’ yanıtını veriyorum. Beni küçük düşürüyorlar. Daha önce hiç LGBTİ+ görmemişler. Hatırladığım kadarıyla burada bir gey vardı ama ona çok eziyet ettikleri için gitti.”

Kalacak bir yer ve ikamet adresi bulmak, özellikle hiçbir geliri olmayan sığınmacı kadın ve LGBTİ+’lar için en büyük sorunlardan birisi. Oda ya da ev kiralayacak maddi imkanlara sahip olanlar ise “yabancı” kimliklerinden ve uğradıkları ayrımcılıktan dolayı kalacak bir yer bulamıyorlar. Bulabildikleri kötü koşullardaki ev ya da odalara ise fahiş kiralar ödemek zorunda kalıyorlar. Görüştüğümüz iki kadın sığınmacı uydu kente gittikleri ilk gece sokakta kaldıklarını, daha sonra oradaki diğer sığınmacıların yardım ettiklerini söylediler. Bu imkanlardan yoksun olanlar ise tanıdıkları ya da aynı ülke vatandaşı insanların olduğu, iletişim ağlarının daha geniş olduğu, daha kolay iş bulabildikleri İstanbul’da çalışarak bu uydu kentlere gidiş geliş yapmaya çalışıyorlardı. Çoğu tekstil atölyelerinde çalışarak kazandıkları düşük ücretleri (haftalık 250-400 TL) yol parasına vermek, sığınmacı kadınları hem maddi hem fiziki hem de psikolojik olarak yıpratıyordu.

Sığınmacı kadınların barınma ve ikamet adresi bulma sorunu uydu kentlerde, en azından bu piyasada çalışan emlakçılar ve diğer göçmenler tarafından bilinmekte ve kadınlar, İGİM ofislerinin çevresinde ya da sokakta kendilerine yaklaşan erkeklerden, emlakçılardan medet ummaya zorlanmaktalar. Sadece fahiş kazanç elde etmek için değil, çoğu zaman cinsel ilişki beklentisi ile yapılan bu “yardım” teklifleri, kadın ve LGBTİ+ sığınmacıları kaçtıkları erkek şiddetine tekrar maruz bırakıyor. Özellikle yalnız kadınlar ve LGBTİ+’lar barınacak bir yer bulmak için aracılara fahiş depozito ve kiralar ödüyorlar. “Yabancılık”, Türkçe bilmemek, yalnız kadın olmak onları ev sahiplerinin de suiistimaline ve tacizine açık hale getiriyor. Örneğin sık sık ev değiştirmek zorunda kaldıklarını söyleyen İranlı bir lezbiyen olan Dilshad (44) uğradıkları ev sahibi tacizini şöyle anlattı:

“500 TL depozito vermemize rağmen kiraladığımız ilk dairede sadece birkaç hafta kalabildik. Sabah işe gidiyor, gece saat 10’da eve dönüyorduk. Ev sahibi, her gece elinde üç Nescafe ile kapımızı çalıyordu. Hiç Türkçe bilmiyorduk, sadece işaretlerle iletişim kurmaya çalışıyorduk. ‘Ne istiyorsun?’ diye soruyorduk, o da birlikte içelim diye Nescafe getirdiğini söylüyordu. Orada yeni kiracıydık, kimseyi tanımıyorduk. Birlikte nasıl kahve içebiliriz ki? Tabii ki mesele kahve değil! Birlikte yaşayan iki yalnız kadın gördü, niyeti gayet açıktı.”

Görüştüğümüz tüm kadın ve LGBTİ+ sığınmacılar sadece ev arayışlarında değil iş arayışlarında ve/veya çalışma sırasında patronun cinsel tacizine uğradıklarını anlattılar. Genellikle hiçbir geliri olmayan sığınmacıların Türkiye’de çalışmaktan başka seçeneği yok. Ancak göçmen ve sığınmacıların çalışma izinlerine erişimleri hem bürokratik kısıtlamalardan hem de işverenlerin isteksizliğinden dolayı oldukça güç. Kayıt dışı ve güvencesiz çalışmak zorunda kalan sığınmacılar ve genel olarak göçmenler, daha ağır koşullarda ve daha düşük ücretle çalışmaya rıza gösteriyorlar. Kadın ve LGBTİ+’lar ise güvencesizlik ve emek sömürüsünün yanı sıra cinsel tacizle de baş etmek zorundalar. Ugandalı bir sığınmacı olan Nancy (26) iş başvurusunda bulunduğu ve çalıştığı tüm yerlerde erkek işverenlerin tacizine uğradığını söyledi.

“Bu adama iş istediğimi söyledim. Sonra beni ‘canım’ diye çağırmaya başladı. … Bir keresinde patron işten sonra beni kullanmak istedi. Seni kullandıktan sonra kovuyorlar. … Şimdi patronun kadın olduğu bir iş istiyorum.”

Öncelikle, yaşadıkları travma sonrasında sığınma başvurusunda bulunmak için Türkiye’ye gelen sığınmacıların devletin ya da uluslararası mülteci rejiminin (BMMYK) koruması altında olmaları gerektiğini vurgulamak gerekiyor. Dolayısıyla her sığınmacının/mültecinin fiziksel ya da psikolojik sağlığının çalışmaya elvermediğini ve koruma talep eden bir kişiden çalışmasının beklenmemesi gerektiğini kabul etmek gerekiyor. Ancak Türkiye’de kaldıkları sürede hak olarak tanımlanmış, düzenli ve sürdürülebilir bir destekten mahrum olan sığınmacıların geçimlerini sağlamak için kayıt dışı çalışmaktan başka seçenekleri yok.

Başvuru süreci, uydu kentler, barınma ve geçim derdi gibi zorluklarla boğuşan ve adeta bir hayatta kalma mücadelesi veren kadın ve LGBTİ+ sığınmacılara gelecek beklentilerini sorduğumuzda sürekli “sabrettiklerini” söylediler. BMMYK tarafından mülteci statüsü verilen İranlı LGBTİ+ Roxie (30) uzun süre beklemenin ne demek olduğunu şu sözlerle ifade etti: “İki buçuk yıldır bekliyorum. Bu sürede kulağım her zaman telefondaydı … şimdi arayacaklar, sonra arayacaklar diye. Telefonumu hep yanımda tutuyorum”. Bu bekleme süresi uzadıkça gelecekten umutları tükenen kadın ve LGBTİ+ sığınmacıların sadece ekonomik değil, psikolojik sorunları da derinleşiyor.

Ne yapmalı?

Toplumsal cinsiyet ve zorunlu göç çalışmaları iki soruna işaret ediyor; toplumsal cinsiyete dayalı zulmün mülteci statüsü almak için yeterli bir sebep olarak görülmemesi ve toplumsal cinsiyete hassas sığınma başvuru ve koruma mekanizmalarının olmaması. Türkiye’de kadın ve LGBTİ+ sığınmacılar için toplumsal cinsiyete duyarlı bir sığınma kabul ve koruma mekanizmasının olmamasının aynı zamanda toplumsal cinsiyete dayalı zulmün uluslararası mülteci rejiminde yeterli bir sebep olarak görülmemesinden de kaynaklandığını gösteriyor. Toplumsal cinsiyete dayalı zulüm biçimlerinin açıkça tanınmaması, bu sorunun görünür olmaması ona yönelik önlem almayı da gereksiz kılıyor. Daha da ötesi, araştırmamız Türkiye’nin sığınma sisteminin kendisinin kadınları ve LGBTİ+’ları toplumsal cinsiyete dayalı şiddet biçimlerine karşı savunmasız konuma getirebildiğini gösteriyor. Başvuru sürecinin toplumsal cinsiyete hassas olmaması, uydu kentlerde yaşama zorunluluğu, düzenli ve erişilebilir sosyoekonomik desteklerin olmaması ve karşılaştıkları ayrımcılık, kadın ve LGBTİ+ sığınmacıları daha fazla erkek şiddetine açık hale getiriyor. Hatta bazen bu şiddet, kamu çalışanlarından ve/veya STK çalışanlardan da kaynaklanabiliyor. Görüştüğümüz sığınmacı kadınların yarısının, kendilerinden beklenen yükümlülükleri yerine getiremedikleri için sığınma dosyalarının kapanması, bu zorlukları ve Türkiye’deki sığınma sisteminin işlemediğini açıkça gösteriyor.

Temel insan haklarına erişim ve yeterli sosyoekonomik desteklerin olmaması kadın ve LGBTİ+ sığınmacıların maruz kaldığı CTCDŞ biçimlerini besliyor. Çoğu kadın iş ve barınma imkanlarına erişimde ekonomik kaynaklara daha fazla sahip olan erkeklerden medet ummak zorunda kalırken, tacize ve sömürüye karşı da sessiz kalıyor. Nitekim sığınmacıların işverenler aracılığıyla çalışma izinlerine erişiminin neredeyse imkansız olması, onları tam güvencesizlik içerisinde çalışmaya iterken, sınır dışı edilme korkusu patron ve diğer erkeklerin  tacizine ve hatta tecavüzüne karşı sessiz kalmaya zorluyor. En temel insan haklarından birisi olan çalışma hakkının sığınmacılar ve genel olarak göçmenler için erişilemez olması ve sınır dışı riskini beraberinde getirmesi, kayıt dışı çalışan sığınmacıların bu sistemde ayakta kalma kaynaklarını da tüketmekte.

Türkiye sığınmacıları ve genel olarak göçmenleri insan hakları ihlallerine ve en önemlisi erkek şiddetine karşı korumakla yükümlü. Bu yükümlülük hem Türkiye’nin imzaladığı Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılması Sözleşmesi (CEDAW, 1985) ve İstanbul’da imzalanan  Kadına Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi (İstanbul Sözleşmesi olarak da biliniyor, 2011) gibi kadına yönelik şiddeti engellemeyi taahhüt ettiği uluslararası anlaşmaların hem de toplumsal cinsiyet eşitliği hedefine doğru adil bir toplum inşasının gereğidir. İstanbul Sözleşmesi Türkiye sınırları içerisinde cinsel ve toplumsal cinsiye dayalı zulüm ve şiddete uğrayan kadınlara sığınma hakkı tanıyor (Madde 60 ve 61). Ancak Türkiye’de sığınmacı kadın ve LGBTİ+’lar bu haklara erişememekte, daha kötüsü karşılaştıkları şiddete karşı sessiz kalmaya zorlanmaktalar. Bu alanda çalışan STK’lar ise bu sorunların farkında olmakla birlikte uluslararası kuruluşlar ve devletlerin denetiminde ve fonlarıyla faaliyet gösterdikleri için bu ihlallere ve erkek şiddetine karşı politika yapıcılara karşı seslerini yükseltemiyorlar.

Türkiye acilen bu sözleşmelerin gerektirdiği toplumsal cinsiyete duyarlı sığınma başvuru ve koruma önlemleri almalıdır. Bu önlemlerin arasında, özellikle CTCDŞ’e uğramış ve iyileşmek için zamana ihtiyacı olan kadın ve LGBTİ+ sığınmacılar için yerel düzeyde ücretsiz barınma ve sağlık hizmetlerine erişim ile sosyoekonomik ve psikolojik destek mekanizmaları en ön sıradadır. Kadın ve LGBTİ+ sığınmacıların sınır dışı edilme korkusu duymadan uğradıkları toplumsal cinsiyete dayalı şiddete karşı hak arayışı kurumsal mekanizmalarla teşvik edilmeli ve desteklenmelidir. Ayrıca, kadın ve LGBTİ+’ların yaşadıkları sorunları görünür kılmak ve dayanışma göstermenin, aynı zamanda erkek şiddetine karşı mücadele eden biz kadınların ve feministlerin de sorumluluğu olduğunu hatırlamak gerekiyor.

[1]Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) 2017 verilerine göre kadın sığınmacılar, Suriyeli olmayan kayıtlı sığınmacı ve mültecilerin yüzde 23’ünü oluşturuyor. Kadın sığınmacılar içerisinde tek başına sığınma başvurusunda bulunanların oranına dair bir veri bulunmuyor. (https://www.unhcr.org/tr/wp-content/uploads/sites/14/2017/11/UNHCRTurkeyFactSheetOctober2017.pdf)

[2]Bu araştırma Raoul Wallenberg Institute tarafından desteklendi ve “Erkek Şiddetinden Kaçarken… Türkiye’de Kadın ve LGBTİ+ Sığınmacılar” adıyla Sosyal Araştırmalar Vakfı tarafından Kasım 2019’da kitaplaştırıldı.

[3]Bu durum Suriyelilerin dahil olduğu Geçici Koruma Sistemi’nden farklıdır.

[4]Bu sistem 2018 yılından itibaren değişti ve artık sığınmacılar doğrudan İç İşlerine bağlı olan Göç İdaresi İl Müdürlüklerine (GİGM) başvuru yapmakta ve mülteci statüsü belirleme süreci bu kurum tarafından yürütülmekte.

[5]Crawley, H. (1997). Women as Asylum Seekers: a legal Handbook. London: Immigration Law Practitioners’ Association (ILPA).

Freedman, J. (2015). Gendering the International Asylum and Refugee Debate. 2nd edition. Basingstoke: Palgrave MacMillan.

Spijkerboer, T. (1994). Women and refugee Status; Beyond the Public/Private Distinction, Study commissioned by the Emancipation Council, The Hague.

[6]Cockburn, C. (2004). The Continuum of Violence A Gender Perspective on War and Peace. Sites of Violence: Gender and Conflict Zones içinde W. Giles (ed). Berkeley; Los Angeles; London: University of California Press. 24-44.

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.