Gelenekselleştiği üzere bu yıl da Çatlak Zemin ekibinin sene boyunca okuduğu kitaplardan bir derleme oluşturduk. Bizleri düşündüren, heyecanlandıran kitapları paylaştığımız bu liste ağırlıklı olarak 2022’de yayınlanmış kitaplardan oluşsa da gözümüzden kaçmış ya da yeni okuma fırsatı bulup yazmadan duramadıklarımızı da içeriyor. Listeyi sizlerin okudukları ile genişletmek, bizden kaçanları sizlerden öğrenmek için yorumlara bekliyoruz!
Yürekteki Hayvan – Herta Müller
Romanya’nın Alman azınlık topluluğuna mensup olan Herta Müller, İkinci Dünya Savaşı sonrası diktatörlük ve soğuk savaş döneminde türlü badireler atlatmış bir yazar. İnsan hakları alanında ve Nobel edebiyat ödülü (2009) dahil pek çok ödül almış. Toplumsal travmaları yansıtan anlatı parçalanmış bir zamanda ve “sustuğumuzda tatsızlaştığımız, konuştuğumuzdaysa gülünçleştiğimiz” bir yerde geçiyor. Siyasi rejimin insanlar arasındaki bağlara devamlı saldırdığı bir toplumda yeni bağlar kurmanın zorluğunu bir kadının dilinden okuyoruz. Fahişelik yaparak karnını doyururken yurt odasında “şüpheli” bir şekilde ölü bulunan, intihar ettiği için ölümü “ülke için utanç verici” ilan edilen ve ölüsü partiden ihraç edilen üniversite öğrencisi Lola, birçok sırla birlikte meme kanserini de gizleyen Tereza… Hastalıkların çocuklara atılan kementler olduğunu düşündüren anneler, yürekteki hayvanı dinlendiren şarkılar söyleyen büyükanneler… Arka kapağında “başladığı yerde biten ve bittiği yerde başlayan bir roman” diye nitelenen kitap bizi diktatörlüğün sisleri arasında kaybolan ufuk çizgisini hayal etmeye davet ediyor: “Sevginin tekrar boy vermesini istiyordum, tıpkı biçilmiş otlar gibi. Başka türlü de boy verebilirdi, çocuk dişi gibi, saç gibi, tırnak gibi. Dilediğince.”
Ben Ben – Maggie O’Farrell
Maggie O’Farrell 2020 yılında yayınladığı Hamnet romanı ile Women’s Prize for Fiction ödülünü aldı. 2017’de yayınlanan kitabı Ben Ben: Ölümle On Yedi Karşılaşma ise yazarın bizzat yaşadığı, gerçek hayatta ölümle on yedi karşılaşmasına dair anılarından oluşuyor. Kitap bölümlerinin isimleri anatomi dersi gibi: Boyun, Akciğerler, Beyincik, Bağırsaklar, Tüm Vücut, Bebek ve Kan Dolaşımı, gibi. Bu öykülerde, ölümle karşılaşmaların mekanı olan ve nabzı “ben ben, ben ben, ben ben” (Kitabın orijinal adı: I Am, I Am, I Am) diye atan organlar aracılığıyla yazar varoluşunun, kalbinin derinliklerinden sesleri okurla paylaşıyor diyebiliriz. Ölümle karşılaşmanın kadınlık halleri oldukça tanıdık; ölümcül bir hastalıktan hastanede yatarken kıl payı atlatılan çocuk cinsel istismarı, ıssız patikada tecavüzcü bir katil, taşrada ergenlik sıkıntısı, erkek doktorun zorlaştırdığı koşullarda doğum, cinsel yolla bulaşan hastalıkları umursamayan sorumsuz partner, bedeni zehirleyen ölü fetüs, ağır alerjik tepkiler gösteren bir çocuğun annesi olmak gibi.
Zabel Yesayan Yaşamı ve Eserleri – Sosi Antikacıoğlu
Üsküdar doğumlu Zabel Yesayan, Osmanlı Ermenilerinin en sancılı yıllarına tanıklık etmiş, kalemini barıştan ve ezilenlerden yana kullanmış, birçok anlatısını kadınlar üzerinden kurgulamış bir yazar. Üstün edebî yeteneğiyle baş tacı edilmesi gerekirken adı ve eserleri yıllarca karanlıkta kalmış. Sosi Antikacıoğlu’nun titizlikle hazırlanmış monografisi, Yesayan’ın sıra dışı yaşamını aydınlatmakla kalmıyor, belli başlı eserlerine topluca göz atma fırsatını da sunuyor. Kitapta Yesayan’ın roman, novella, öykü, anı, seyahatname gibi türlerden oluşan otuz kadar çalışmasının akıcı ve eleştirel özetlerini bulmak mümkün. Sosi Antikacıoğlu, metinlerin ayak bastığı tarihsel/toplumsal zemini aktarmayı da ihmal etmemiş.
Cinsiyetler Arası Toplumsal İlişkiler ve Kesişimsellik – Gülnur Acar Savran (der.)
Gülnur Acar Savran’ın derlediği kitap, çalışmalarının odağına “cinsiyetler arası toplumsal ilişkiler” kavramını alan bir grup feminist akademisyen ve aktivistin 2000 yılından bu yana kaleme almış olduğu yazılardan oluşuyor. Derlemede imzasını gördüğümüz feminist yazarların ortak özelliği Fransa ile Quebec coğrafyasında yaşıyor ve Fransızca yazıyor olmaları. Kendilerini çeşitli maddeci feminizmlerden biri olarak nitelendirirken yeni bir akım oluşturacak şekilde ortak kavramlara başvuruyorlar.
Kitapta yer alan yazılar “heteroseksizm ve ırkçılık karşıtı, anti-kapitalist, sosyalist bir feminizm”in besleneceği önemli kanallar açıyor. Kapitalizm, patriyarka ve ırkçılık, emek ve sömürü terimleriyle açıklanan üç temel toplumsal ilişki biçimi olarak sunulmakta. Bu ilişkiler, aralarında hiçbir hiyerarşi olmaksızın karşılıklı olarak birbirini şekillendiriyor ve her biri diğerleri üzerine kendi damgasını vuruyor.
Feminist Düşünce – Rosemarie Tong, Tina Fernandes Botts
Mükellef bir kaynakçayla desteklenen kitap, birinci dalgadan üçüncü dalgaya feminist düşüncenin zengin çeşitliliğini kapsamayı hedefliyor. Başlıklar oldukça tanıdık: Liberal feminizm, radikal feminizm, Marksist ve sosyalist feminizmler, beyaz olmayan kadın feminizm(ler)i, psikanalitik feminizm, bakım/özen-odaklı feminizm, ekofeminizm, varoluşçu, postyapısalcı ve postmodern feminizmler, üçüncü dalga ve queer feminizmler. Yazarların da kabul ettiği gibi, “bu etiketler listesi eksik ve oldukça tartışmalı” olsa da feminizmin yekpare olmadığını ve nihai sözün henüz söylenmediğini gösteriyor kamuoyuna… Her bir bölümün sonuna, incelenen ekole yönelik “eleştiriler” ile “tartışma soruları” da eklenmiş. “Biz feministler, bir başlıktan diğerine adeta neşeyle yol alıyor, dereyi geçerken düşüncelerimizi de gözden geçiriyoruz” diyor yazarlar.
Mutluluk Sanatı – Goliarda Sapienza
Goliarda Sapienza’nın 1976 yılında yazdığı bu kitap, 700 sayfayı aşan uzunluğu ve toplumsal normların bir hayli dışındaki kadın karakteri nedeniyle yayıncı bulamamış ve ancak ölümünden sonra, 1996 yılında kocasının çabasıyla basılabilmiş. 1900 yılında başlayan bu epik bildungsroman’da, ana karakter Modesta’nın çocukluğundan yaşlılığına yaşam hikayesini okurken aynı zamanda zamanının çok ilerisinde bir kadının hikayesine tanık oluyoruz. Cinsellik, evlilik, kadınların özgürlüğü temalarını İtalya’nın içinden geçtiği faşizm başta olmak üzere tarihi ve siyasi olayların içinden geçerek anlatıyor. Zaman zaman edebi anlamda boşlukları olsa da, özellikle hiçbir koşulda ahlakçılığa düşmeyen ve bu yönüyle toplumsal normları eleştirmesinin yanı sıra “bir hayat nasıl yaşanır” sorusuna da 21. yüzyılda dahi ilham vermeye devam eden bir yanıt sunuyor
Gençlik & Bağımlılık – Tove Ditlevsen
Geçtiğimiz yıllarda yayınlanan Kopenhag üçlemesinin ilk kitabı Çocukluk’un ardından serinin diğer iki kitabı olan Gençlik ve Bağımlılık da çevrildi. Tove Ditlevsen otobiyografik üçlemesine bir hayli karanlık bir anlatı hakim. Yoksul yaşamı, ilk gençliği, şair olarak edebiyat dünyasında yer edinmeye çalışması, ilkini yaşı geçkin editörüyle gerçekleştirdiği evlilikleri ve genel olarak ilişkilerine dair sunduğu bakışta derin bir umutsuzluk hakim. Ditlevsen bu umutsuzluğun yoksulluk, faşizm ve kadınlara yönelik ayrımcılıkla bezenmiş temellerine işaret etmekten geri durmuyor. Kendi hayatını tüm güçlükleri ile ortaya koymadaki açıklığı ise hayranlık uyandırıcı.
Diğer Ev – Rachel Cusk
Rachel Cusk, Diğer Ev romanında Mabel Dodge Luhan’ın 1932 yılında yazdığı anı kitabı Lorenzo in Taos’u kurmacaya dönüştürürken hikayenin temeline kadın özgürlüğü ve erkek ayrıcalığını yerleştiriyor. Kitapta insanlardan uzakta, deniz kıyısında bir evde kocasıyla birlikte yaşayan bir kadın, resimleriyle hayatını değiştirdiğine inandığı dünyaca ünlü bir ressamı yaz boyunca kalıp çalışması için arazilerinin içindeki diğer eve davet ediyor. Ressamın gelişi ve uzlaşmaz karakteri neticesinde ise evlerinin içindeki düzen ve aile bağlarındaki çatlak açığa çıkmaya başlıyor. Sanat ve sanatçıdan beklentiler gibi temaları da tartıştığı romanda kadınların, erkeklerin hayatı içerisinde nasıl kaybolduğuna dair etkileyici bir anlatı sunuyor.
Her Şeyi Gören Adam – Deborah Levy
Kitaplarında evlerini arayan, geçmişin yüküyle bugünde yol almaya çalışan karakterleri anlatan Deborah Levy, Her Şeyi Gören Adam’da aldığımız kararların başkalarının hayatlarını nasıl etkilediğini sadece kişisel değil aynı zamanda Avrupa tarihi ekseninde ele alıyor. Erkek tiranların psikolojisi üzerine tez yazmakta olan Saul Adler, 1988 yılında Londra’dan Doğu Almanya’ya gider. Duvarın yıkılmasına çok az kala gittiği bu ülkede, çevirmeni olan Walter Müller ve kardeşi Luna ile kurduğu ilişki her birinin hayatını geri dönülmez biçimde etkiler. Levy, geçmişin musallat oluşunu zamanlar arasında ustalıkla gezinerek anlatıyor ve aşk, aile, arkadaşlık ve siyaset ilişkilerinin kişisel ve toplumsal etkilerini açığa çıkarıyor.
Tek İstediğim Her İkisi Birden – Maile Meloy
Maile Meloy’un öykülerinde kahramanların, kitaba adını veren öykünün adının özetlediği üzere, temel çelişkisi arada sıkışıp kalmak. Amerika’da ve çoğunluğu Montana’da geçen öykülerinde karakterler aşk, arkadaşlık ve aile ilişkilerinde ikilem yaşarlar. Meloy bu arada kalmışlığın neden olduğu içsel sarsıntıya ve bilindik olanın güvenliği ile yeni bir hayatın heyecanı arasındaki kararsızlığın verdiği yürek sıkıntısına şefkatle bakarken özellikle erkeklerin arzusunu merkeze aldığı öykülerde bu sıkışmışlığın erkek ayrıcalığı ile nasıl farklı yaşanabildiğini da ortaya koyuyor.
Cennet Çürüdü – Jenny Hval
Feminist ve kuir kitapları Türkçe’ye kazandıran Umami Kitap’tan çıkan Cennet Çürüdü, Norveçli müzisyen Jenny Hval’ın ilk kitabı. Üniversitede biyoloji okumak için yeni bir ülkeye giden Jo, duvarları olmayan, bira imalathanesinden bozma, incecik duvarları olan bir evde, sınırları olmayan bir ev arkadaşı ile yaşamaya başlar. Kitap karakterin cinsel uyanışını, onu düşünsel ve duyusal olarak zorlayan mekan ve tüm romana eşlik eden çürüme teması etrafında ele alıyor.
Küçük Yuvarlak Taşlar – Melisa Kesmez
Melisa Kesmez Küçük Yuvarlak Taşlar ile öykücülükten kısa romana geçiş yapıyor ve bize dağılmış bir çekirdek hikayesi anlatırken bir yandan da ailenin içini didik didik ediyor. Her bireyin dağılan hikayesi, seviş ve sevemeyişleri ve sonuçta zamanda olmasa bile mekanda bir araya gelişlerini hepsinin gözünden ayrı ayrı izliyoruz. Kitabın esas meselesi ise annelik. Anne olmak istemeyen anneler, anne olmak isteyen anne olamayanlar, yalnız anneler, biyolojik olmayan anneler, annesi olmayan anneler… Bize her veçhesiyle ve her türlü sıkıntısı ile anne olmanın serencamını kuruyor, annelik ile kavga edenleri de sevip sarmalamayı da ihmal etmiyor. Kitabın (bizce) tek buruk yanı hayatın karmaşık akışında erkek kahramanlar toplanıp kahraman olurken, kadın kahramanların ya dağılayazması, ya dağılıp gitmesi. Yine de kendi içinde didişenler, annelikle meselesi olanlar için bir avazda okunan yılın küçük incilerinden Küçük Yuvarlak Taşlar.
Sen Gittin Gideli – Elena Ferrante
Napoli Romanları ile tanıdığımız ve belki de hayranı olduğumuz Elena Ferrante’nin 2002 yılında yazdığı romanı, Sen Gittin Gideli adıyla 2017 yılında Türkçeye çevrilmiş. Roman, kocası tarafından terk edilen, iki çocuğu ve bir köpek ile ayakta kalmayan çalışan Olga’nın hikayesini anlatıyor. Aniden ayrılık kararı alan kocasının ardından evin, çocukların ve hayatının tüm sorumluluğunu sırtlanmak zorunda kalan Olga’nın anlatı boyunca en çok da kendisiyle yüzleşmesini okuyoruz. Bu yüzleşme, aşina olanlar için Ferrante anlatımının da etkisiyle, okuyucu için acımasız bir dürüstlükle resmediliyor. Bazen Olga’yı omuzlarından tutup “kendine gel” diye sarsmak isterken bazen de onun gündelik bazı anlarda hissettiği, düşündüğü, yaptığı ya da yapamadığı şeylere olan yakınlık ve tanıdıklık hissi peşimizi bırakmıyor. Ferrante’nin kızılabilecek, bazen kınanabilecek veya hoşlanılmayacak şeyler yapan kadın karakterlere okuyucuyu bu kadar yakın, tanıdık kılabilmesi, sempati uyandırabilmesi ve hatta yoldaşlık kurdurabilmesi çok etkileyici ve bir yanıyla da tekinsiz hissettiriyor. Olga karakterinin derinlikli anlatımının yanı sıra terk eden kocasının incelikli bir şekilde verdiği erkekliği ve bir annenin bu koşullarda çocuklarıyla kurduğu ilişkinin ikircikliğini ortaya koyuş biçimi de yine bu romanı sürükleyici kılan özelliklerden.
Annem Sen Misin? Komik Bir Dram – Alison Bechdel
Dykes to Watch Out For (Dikkat Edilecek Ablacılar) veya kadınların kurgudaki temsilinin ölçülebilmesi için kullanılan Bechdel testinden tanıdık gelebilecek bir isim olan karikatürist Alison Bechdel, Annem Sen Misin? Komik Bir Dram çizgi romanını 2012 yılında yayınladı. Otobiyografik bir çizgi roman olan ve adından anlaşılacağı üzere annesini konu alan bu çizgi romanı aslında babasını konu aldığı Cenaze Evi/ Şenlik Evi kitabının ardından yazıyor. Kimileri için çizgi roman denildiğinde akla “hafif” veya “aksiyon dolu” içerikler geliyor olabilir fakat Bechdel’in kitaplarına duygusal olarak hazır olmakta fayda var. Cenaze Evi/ Şenlik Evi kitabında eşcinsel olduğunu öğrendiği babasını ani kaybedişinin ardından küçüklükten o güne babasıyla olan ilişkisini resmediyor. Belki babasının ölmüş olmasıyla belki de küçükken tanıdığı kişinin o olmadığı hissiyle ilgili olarak daha mesafeli ve berrak bir anlatım sunan Bechdel, Annem Sen Misin? kitabında annesiyle kurduğu ilişkiyi başka bir derinlikte dile getiriyor. Lezbiyen olduğunu annesinin görmezden gelmesinden hayatında kurduğu romantik ve cinsel ilişki biçimlerine, annesinden entelektüel olarak beslendiği tüm alanlardan yaptığı şeylerde ondan onay alma çabasına, annesinin bir kadın olarak maruz kaldığı şeyleri büyüyünce algılayabilmesinden yetişkinlikte annesiyle kurduğu ilişkiyi nereye koyacağına kadar birçok meseleyi ele alıyor. Yumaklar halinde duran tüm bu meseleleri kimi zaman feminizmle kimi zaman rüyalar ve psikanalizle ve bazen de Virginia Woolf’la çözmeye veya gevşetmeye çalışıyor. Bechdel’in anlatısının birçok kadına annesiyle kurduğu ilişkide ve karşılaşmalarda tanıdık gelen tarafları olması hem çok heyecan verici hem de bazen kitabı okurken uzaklara daldıran cinsten.
Babamın Yeri – Annie Ernaux
Son senelerde kitaplarının yeniden Türkçeye çevrilmesiyle tanışabildiğimiz ve bu yıl Nobel Edebiyat Ödülü kazanan Annie Ernaux’nun 1983 senesinde yazdığı bir kitap Babamın Yeri. Seneler ve Babamın Yeri kitaplarının arasında 25 yıl olsa da Seneler’i –daha geç yazılmasına rağmen Türkçeye daha önce çevrildiği için– okuyanlar için tanıdık bir anlatım tekniği var. Babamın Yeri’nde babasıyla olan ilişkisini aktarırken babasının deneyimlerini ve hayatını da ülkenin sosyo-politik tarihine paralel bir şekilde ele alıyor. Babasının ölümüyle başlayan kitapta Ernaux, yetersiz eğitim görmüş ve işçilikle hayatını kazanan babasıyla olan ilişkisindeki sosyal, kültürel ve sınıfsal karşılaşmalardan yola çıkıyor ve bize Fransız tarihi hakkında da toplumsal bir anlatı sunuyor. Oldukça sarih bir biçimde anlattığı hikayede, okuyucuda ne hissettirmek istediğine bağlı olarak üslubunu ve anlatım tekniğini kurgulaması etkileyici.
Boş Dolaplar – Annie Ernaux
Annie Ernaux’nun 1974 senesinde yazdığı romanı Boş Dolaplar, ilk kitabı olmasının yanı sıra başyapıtı Seneler’e giden yolda ilk adım olarak değerlendiriliyor. Çok haksız bir yorum değil. Kimileri için Ernaux’nun oto-sosyo-biyografi türünde verdiği eserlerinin ilki. Ernaux’nun dünyasına ve kitaplarına girdikçe bu kitabı birçok kitabının birleşip başka bir akışta anlatımı mı yoksa ilk kitabı olmasından da yola çıkarak bu romanındaki anlatılarından bambaşka romanlar mı çıkardığını kestirmek güç ama heyecan verici. Romana, Denise Lesur karakterinin yasak olduğu için kürtaj olmakta zorlanması, hayatını riske atması, ailesinin ve toplumun ona yüklediği suçluluk duygusuyla boğuşmasına tanıklık ederek başlıyoruz. Devamında da karakterin küçüklükten yetişkinliğe geçişindeki sosyo-kültürel hesaplaşmaları okuyoruz. Denise bir kafe ve bakkal işleten ailesiyle taşrada geçen çocukluğunu, aldığı eğitim sonrası ailesine, bulunduğu yere ve ait olduğu sınıfa olan yabancılaşmasını, öfkesini, utancını ve tüm bu duygularla olan yüzleşmesini anlatıyor.
Yalın Tutku – Annie Ernaux
Annie Ernaux Yalın Tutku kitabında sade üslubuna rağmen yine sarsıcı bir metin sunuyor. Aşkın ve tutkunun ne olduğunu sorgulatan, duyguların “aşkınlık” haline geldiği noktada arzu nesnesinin öneminin ikincilleştiği bir güçteki hissin ele geçiriciliğini 56 sayfada anlatabilen bir kitap Yalın Tutku. Arzusunun nesnesi olan erkeğin ardında bıraktığı eşyalarından, kokusundan, izmaritlerinden, izlerinden bahsederken anlattığı şey, o erkeğin kendisi değil, bir kadının kendini bir duyguya teslim edişindeki irade. Sadece ve sadece o duyguyu bilerek ve isteyerek kendi arzusuyla yaşama istenci.
Güzel Dünya, Neredesin? – Sally Rooney
Sally Rooney’nin romanlarında büyük dramlarda, beklenmedik plot twist’lerden, okuyanı ters köşeye düşüren olay örgülerinden bahsetmek zor. Anlattıklarıyla yakınlık kurma sebebimiz tam da bu oluyor çoğunlukla. Sıradan hayatlar yaşayan ya da hayal edebileceğimiz sıradanlıkta hayatlar yaşayan karakterleriyle kurduğumuz ortaklık duygusunu son romanı Güzel Dünya, Neredesin?’le de oluşturuyoruz. Romandaki Alice, Eileen, Simon ve Felix’in birbirlerine söyleyebildikleri kadar söyleyemedikleriyle de kurulan ilişkilerini okurken kendi ilişkilerimizi düşünmemek imkansız hale geliyor.
Anneler- Sevgi ve Zulüm Üzerine bir Deneme – Jacqueline Rose
Feminist yazar ve eleştirmen Jacqueline Rose, Anneler kitabında Batı kültüründe anneliği inceliyor. Anneliğin tarihsel olarak içine hapsedildiği, başarı başarısızlık, sevgi nefret, tatmin suçluluk, kendini adama özgürlük gibi ikilikleri kurcalıyor. Adaletsiz dünyanın yükünün üzerine yüklendiği anneliğin hangi toplumsallıklar içinde yaşandığı, anneliğin kamusallığı ve kalabalıklarla kuşatılmışlığı, kadınlara dayatılan sınırlar ve o sınırların nasıl ittirildiği üzerine feminist politik bir deneme. Anneliğe bu yaklaşımı mümkün kılan dünyayı araladığı için Simone de Beauvoir’a teşekkür eden Rose, incelemesini, Antik Yunan’dan başlayarak, Sylvia Plath, Rachel Cusk, Adrienne Rich, Alison Bechdel ve daha birçok yazara referansla ve Elena Ferrante’ye özel bir bölümle zenginleştiriyor.
Akşamlar Rahatsız Edicidir – Marieke Lucas Rijneveld
Marieke Lucak Rijneveld, bir kız çocuğu olan Jas’ın, din, şiddet ve yoksunluk içerisinde kendini var etme mücadelesini anlatıyor. Hollanda’da aşırı dindar bir kasabada geçen bu roman, hayvana ve insana şiddet dolu, pis, kötücül, mutluluktan uzak, öfkeli, böylece süren giden ve hiç sonu gelmeyecekmiş gibi hissettiren boğucu evrende Jas’ın her şeye rağmen şefkatli gözlemleri, anlam veremeyişleri, değersizlikle mücadelesi ve kurduğu minik dostlukları okuyucunun ruhunu sağaltıyor. Romanın ismi, yazarın etkileyici edebiyatı hakkında bir ilk intiba veriyor.
Hamnet – Maggie O’Farrell
Roman, 1580’lerde başlayan, Hamnet’ın kısa süren yaşamını; annesi Agnes’in aileyi ve çocukları ayakta tutmak için verdiği mücadele, babanın yokluğu, dönem ve veba üzerinden anlatıyor. Ortalıkta olmayan ve aslında karısı ve çocuklarıyla kurduğu ilişki şaşırtıcı da olmayan kişi ise William Shakespeare. Maggie O’Farrell, kitapta yazarın adını anmıyor. Bu varoluş mücadeleleriyle dolu aile ve yas hikayesi içerisinde kızı Hamnet’ın ölümü sonrası Shakespeare’in Hamlet’i yazmaya giden sürecine de tanıklık ediyoruz.
İşte Böyle Oldu – Natalia Ginzburg
Natalia Ginzburg’un Türkçeye çevrilen son romanı. İşte Böyle Oldu, Sevgi Soysal’ı çağrıştıran gülümseten ve sivri anlatımıyla, bir kadının üzerindeki evlilik baskısıyla mücadelesini, evlilikte bir erkeklik varoluşuna adım adım yükselen isyanını, sabırla hakikat peşinde koşmasını ve son noktaya, tabancaya uzanışını anlatan sakin, sade bir novella.
Accabadora – Michela Murgia
Ferrante ve Ginzburg’un detayın ve anlamın gücüyle yükselen incelikli anlatı evrenini Michela Murgia da paylaşıyor. 1950’lerde annesi Maria’yı çocuğu olmamış Bonaria Urrai’ya veriyor. Maria olan biteni kavramaya ve yeni evini keşfetmeye çalışırken Bonaria da ona yaklaşımında kendisi olduğu gibi: anne olma baskısıyla üzerine fazla eğilmediği gibi bir gözünün üzerinde olmasını da ihmal etmiyor. Kasaba yaşamının baskıcı, acıklı, şiddete meyyal dünyasında, geleneksel ebeveyn, yakınlık ve şefkat algılarını sarsan bir roman.
Yedi Boş Ev – Samanta Schweblin
Samanta Schweblin’in son çevrilen öykü kitabı. Tıpkı Ağızdaki Kuşlar’da olduğu gibi, yazar, tekinsiz, yaratıcı ve iç gıcıklayıcı öyküleriyle, okuyucuyu yoksul mahalleler, anlamsız zengin kişiler, hasta zihinler, ölmüş çocuklar ve dönüp gelinen veya gelmek istenen evlere götürüyor. Zemini sağlam diye varsayılan her şey sarsılabilir, her an her şey olabilir ve sonuçları ağır olabilir.