Bu dayanışmacı yoksul mahalleler ve bu mahallerde yaşayan güçlü kadın karakterler kentin merkezlerinden ziyade çeperlerinde mevcut olsa da, bu diziler büyük oranda geçmişe özlemi de içeren bir tahayyülü sunuyordu diye düşünüyorum.
1990’ların sonu ve o dönemler milenyum olarak nitelenen 2000’lerin başlarında geçen bu iki yerli dizi, evlere kapandığımız, kendi hikayelerimiz üzerine düşünmeye vakit bulduğumuz 2020 Covid-19 pandemi günlerinde evime ve iç dünyama misafir oldular.
O yıllarda izlememiş olduğum bu iki televizyon dizisi ile bu dönemde buluşmak, o yıllardan bu yıllara, bu yıllardan o yıllara, kendi hikayelerimize, kentin, ülkenin ve ardından da dünyanın hikayesine dair pek çok yaşantının ve yaşanılmayıp hayallerde kalanın zamanlar arası yolculuğuna da vesile oldu.
Upuzun bir yirmi yıl. Ekonomik kriz, Marmara depremi, F tip cezaevlerinin açılması ve tecritin kurumsallaşması, cezaevlerinde ölüm oruçlarında yüzlerce devrimcinin hayatını kaybetmesi, neoliberalizmi ve muhafazakarlığı kendine ülkü edinen bir iktidarın hep beraber tanıklık ettiğimiz bitmeyen iktidar yolculuğu. Ülkede 1980’lerde hızlanmaya başlayan kapitalistleşme sürecinin şevkle yükselişe geçişi, küçük köylülüğün ve tarımın tasfiyesi, eğitim ve sağlığın ticarileşmesi, kamuya ait üretim faaliyetlerinin tamamıyla özelleştirilmesi, bitmek bitmeyen inşaatlarla betonla kaplanan kentler, yok olan ormanlar, iş cinayetlerinde dünya üçüncülüğü, kaybedilen kazanılmış haklar, kadına yönelik şiddetin özendirilerek artışı, “komşularla sıfır sorun, içerde barış süreci” söyleminden savaş politikalarına baş döndürücü hız ve şiddetle geçiş, ablukalar, canlı bombalar, büyük katliamlar, iktidar ortaklarının birbirleriyle kavgaları, bir tarafın diğerine darbe girişimi, OHAL dönemi, muhafazakar yaşam tarzının zorla tüm ülkeye dayatılması ve tüm bunların sonucunda hayatını kaybeden, ülkeyi terk etmek zorunda kalan, cezaevine atılan ve umudunu kaybeden milyonlarca insan… Bu karanlığın içinde Irak’ta savaş tezkeresine karşı kazanımla sonuçlanan eylemlilikler, Hrant Dink’in kitlesel cenazesi, her sene artarak çoğalan 8 Mart ve Onur yürüyüşleri, Gezi direnişi, 7 Haziran seçimi, belediye seçimleri gibi özgürlük arzusu ile atılan çığlıklar ve yeni yaşam arayışları oldu.
Filmi geri saralım… Ve dizilerimizi başlatalım. Arka fonda pek çok duyguyu harekete geçiren müzikleriyle, üzerinde TRT logolarıyla dizilerimiz başlasın. 1990’ların sonu 2000’lerin başına geri dönelim.
Mekan İstanbul’un eski mahalleleri. İstanbul’un iki yakası iki mahalle. Kuruluşu yüzyıllar önceye dayanan, yaşanmışlıkları üst üste biriktiren kent içi mahalleler. Eskimiş ve ama herkesi kucaklamaya devam eden ahşap konaklar. Bu konakların içerdekilerle dışarıdakilerin buluşmasını, herkesin herkesle temasını sağlayan, kolektif bir hayatı ve kentin hengamesinden inzivayı cömertçe sunan avluları. Dayanışmacı ilişkilerle dolu mahalle hayatı ve mahallenin yoksul ve orta direk insanları. Ve dizilerin en etkileyici karakterleri olan güçlü kadınlar. Sigaralarını, içkilerini gizleyip saklamadan istediği yerde istediği şekilde içen, istediği kişi ile ilişki yaşayan, istemediği ilişkiye hayır diyen, duygularını zaaf olarak görmeyen, güzelliklerini ve çekiciliklerini saklamadan gururla taşıyan, aynı zamanda anne olan, kendi kararlarını kendi veren, herkesin saygı duyduğu, çekindiği ve hayran olduğu sözü dinlenen güçlü kadınlar. Güçlerini paradan, birlikte olduğu erkekten, kariyerden, iktidarla kurdukları ilişkiden almayan; yoksul, eğitimsiz, kariyersiz, parasız, erkeksiz, iktidarla ilişkisi bulunmayan ama güçlü olan kadınlar.
Bugünden bakınca ne çok kaybetmişiz hissine yol açan sıcacık sahneler. Peki gerçekten 1990’ların sonu 2000’lerin başı İstanbul’u ve Türkiye’si böylesine dayanışmacı ilişkiler, yoksul ama özgürlükçü mahalle yaşantıları ve güçlü kadınların hegemonyası ile mi çevriliydi? Kuşkusuz dizide yer bulan hikayeler ve karakterler gerçek yaşantılardan esinlenmeler içeriyordu. Bu dayanışmacı yoksul mahalleler ve bu mahallerde yaşayan güçlü kadın karakterler kentin merkezlerinden ziyade çeperlerinde mevcut olsa da, bu diziler büyük oranda geçmişe özlemi de içeren bir tahayyülü sunuyordu diye düşünüyorum. Bu tahayyülün oluşmasına yol açan dönem, hikayelerin anlatıldığı 1990’lar ve 2000’lerin ilk yıllarıyla sınırlı olmasa gerek. Hikayelerin ve karakterlerin hayat bulmasında; senaristlerin ve yönetmenlerin kimliklerinin oluşumunda etkili olan çocukluk ve gençlik dönemlerinin yaşandığı yılların da oldukça belirleyici olduğunu söyleyebiliriz. Her iki dizinin ruhunda bu geçmiş dönemlerin izine rastlamak mümkün. Her iki dizide de; 1970’lerin toplumcu fikirlerle yoğrulmuş politik evrenine, o evrendeki dayanışmacı ilişkilere, yoksullara ve yoksul mahallelere yüklenen yüceltici ve saygı duyulan anlama; 1980’lerle birlikte darbe ortamının şiddeti ve hızlanan kapitalistleşme süreciyle kentin hızla dönüşmeye başlaması, eski konakların yıkılıp apartmanlara dönüşmesi, eski mahallelerin ve dayanışmacı ilişkilerin yerini rekabetin ve bireyciliğin alması, sınıfsal eşitsizliklerin artması sonucu kaybedilenlere duyulan hasret ve özleme; toplumcu fikirlerin 1980 öncesinin çocuklarının çocukluk dönemlerinin kahramanları devrimci abi ve ablalarıyla özdeşleşmelerinin verdiği ruhsal enerji ile birlikte 1980 sonrasında mikro ve farklı düzlemlerde de olsa hayat bulma çabasına, 1980 sonrasında kadınların toplumcu fikirlerin içinden, onlarla etkileşerek ve hesaplaşarak geliştirdiği feminist düşüncenin hayat içinde gelişip büyümesinin izlerine rahatlıkla rastlayabiliriz.
Bu dizilerde sunulan geçmişe ve kaybettiklerimize özlem ile birlikte dayanışmacı ilişkiler yaratma arzusu üzerine yirmi yıl daha eklenerek büyümeye devam ediyor. Eski mahalleler, eski konaklar ve avluları gibi geçmişten gelenlere sarılarak, kentlerde dayanışmacı ilişkileri içeren yeni yaşamlar yaratma hayalleri içimizde hala canlı. İçinden geçtiğimiz olağanüstü dönemler bizi bu dizilerle buluşturduysa, elbet vardır bir hikmeti.