Eşitsizliklerin ucunu görüp, kırılganlığı azıcık deneyimlediklerinde eşitsizliğin yarattığı kırılganlığın kendisine vakıf olduklarını sanmaları çok tehlikeli.
Şimdilerde küresel kuzey diye adlandırılan ama coğrafi herhangi bir imlemenin yanıltıcı olduğunda ısrarcı olduğumdan, dünya ekonomisi içerisindeki konumları itibariyle merkez ülkeleri demeyi daha doğru bulduğum devletlerde yaşayan ayrıcalıklı sınıflar, bugünlerde belki de şimdiye kadar hiç olmadıkları kadar canlı bir farkındalık yaşıyorlar. Hayatlarının kırılganlığıyla, tüketim alışkanlıklarının devam edebilmesi için gerekli olan küresel ve yerel ağlarla, o ağları örenlerin etten kemikten insanlar olduğuyla, üstünlüklerine inandıkları kurumlarının ve düzenlerinin zayıflıklarıyla, pazara teslim ettikleri hayatlarının pazardaki değersizliğiyle ve daha birçok şeyle yüzleşme yaşıyorlar. Sosyal medyadaki hesaplarından olsun, dünyanın dört bir tarafında okunan gazete veya dergilerde olsun; buldukları her yerde eve kapanmanın sıkıntısını, istedikleri mallara ulaşmanın zorluklarını, ev işlerinin, yemek yapmanın ne çok zaman aldığını ve ne kadar zor olduğunu, günlerin geçmek bilmediğini anlatıyorlar. Tabii, dış dünyanın kargaşasından uzakta kendileriyle ve sevdikleriyle daha iyi bağlar kurduklarını, yemek yapmanın tadına vardıklarını, bulaşık yıkamanın sağaltıcı olduğunu fark ettiklerini, günlerin büyük bir hızla geçtiğini ve yapmak istedikleri birçok şeye zaman kalmadığını da ballandıra ballandıra anlatıyorlar. Sağlık çalışanlarının değerini biliyorlardı belki ama şimdi kargolarını taşıyanlarınkini de bildikleri için dünyalarının çok genişlediğini düşünüyorlar. Örnekleri uzatmaya gerek yok: hem modern hayatın çelişkilerine ve tansiyonlarına vakıf oldular hem de sosyal farkındalıkları arttı. Bütün bunlardan dolayı da gururlular ve ölümle çevrili bu ortamda daha canlılar ve eve kapandıkları bu günlerde daha sıkı toplumsal dayanışma ağlarıyla çevrililer.
Pandeminin tetiklediği merkez ülkelerin beyaz insanlarının bu buldumcuk gururlu bilinçlerinin çok tehlikeli olduğunu düşünüyorum. Hatırlarsanız salgının yaygınlaşmaya başladığı ilk zamanlarda “virüs ayrım yapmıyor, küresel olarak hepimizi kırılgan yaptı” söylemi çok kısa bir zamanda marjinalleşti ve biyolojik, teknik, genetik ve hatta evet psikolojik gibi görünen her şey gibi bu virüsün yarattığı kıyımın da sosyolojik bir portresi olduğu görülmeye başlandı. Salgınla kurduğun ilişki dünya haritasındaki yerine, içinde bulunduğun ülkedeki vatandaşlık durumuna, yaşadığın şehrin mekanındaki konumuna, yaptığın işe, yaşına, sınıfına, cinsiyetine ve tabii derinin rengine göre şekilleniyor. Merkez ülkelerde ayrıcalıklı hayatlar yaşayan sınıflar da bunu gördüler. En azından bir yere kadar gördüler. Sorun da tam burada. Eşitsizliklerin ucunu görüp, kırılganlığı azıcık deneyimlediklerinde eşitsizliğin yarattığı kırılganlığın kendisine vakıf olduklarını sanmaları çok tehlikeli.
New York Times’ın The Daily podcastinde 5 Mayıs’ta yayınlanan ama gazetede daha önce basılmış olan bir haber üzerinden somut bir örnekle bu noktayı açmaya çalışayım. Siyaset Bilimi profesörü Anita Isaacs Amerika’nın özel, küçük ve iyi üniversitelerinden birinde zorunlu göç ve göçmenler üzerine bir ders veriyor. Salgın başlıyor, öğrenciler yurtlarından evlerine gönderiliyor, bir süre bir şaşkınlık yaşanıyor ama sonra işler toparlanıyor, ders sanal dünyaya taşınıyor ve orada devam ediyor. Dersin öğrencilerinden Tatiana, siyah genç bir kadın, geçimini kamyonlarının arkasından sattıkları yemeklerle kazanan ailesinin yanına dönüyor. Tatiana’nın evdeki koşulları zor. Dersi dinleyebileceği, dersin sorumluluklarını yerine getirebileceği rahat bir mekanı yok. Ayrıca ailesine de yardım etmek durumunda. Dersin gerekliliklerini zamanında yetiştiremeyeceğini anlayınca hocasına yazıyor. Hocası, tam burslu bu öğrencisinin mesajını gözünde yaşlarla okuyor. Dersindeki öğrencilerinin eşitsizliklerinin ayrımına varınca eşitleyici bir kurum sandığı üniversitenin arkasında derin eşitsizlikler olduğunu gördüğünü anlatıyor. “Buna benzer hiçbir şey yaşamadık,” diyor siyaset bilimi profesörü. Üniversitenin eşitsizlikleri düzlemediği sadece bunun illüzyonunu yarattığı gerçeği ortaya çıktı diyor podcast’in başlığı. Bu tip haberler beni hem kızdırıyor hem de endişelendiriyor. Gelir dağılımı bozuk, pazarın hakimiyetinde olan toplumlarda üniversite elbette toplumun eşitsiz yapısını yeniden üreten bir kurum. Bunu yeni öğrenmedik, gayet iyi biliyorduk. Ama haberle üniversitenin aileden uzaklaşmak için gençlere, özelikle genç kadınlara açtığı alanı, bilimsel yaklaşımlardan beslenen eleştirel düşünceden uzaklaşmanın bizi getirdiği siyasi, kültürel, sosyal ortamın içinde üniversitelerin bilim üreten ve eleştirel düşünceyi destekleyen özerk kurumlar olarak devam etmesinin önemini ve daha birçok süreç ve yapıyı kenara itiyoruz. Bu önemsiz gazete haberini, merkez ülkeler salgınla beraber fark ettikleri sorunlara gömülürken bu salgının dünya ekonomisinin çeperinde yarattığı yıkımın görünmez olacağı, mültecilerin dünyanın gündeminden daha da düşeceği, aşı bulunduğu zaman aşıya erişimin küresel eşitsizliklerin izleğini takip edeceği gibi süreçlerin bir semptomu olarak gördüğüm için önemsiyorum. Kısacası ayrıcalıklı sınıflar genişlemiş farkındalıkları ile vicdanları biraz daha rahat, salgın üzerine analizler üretmeye, salgının anılarını, romanlarını yazmaya, dizilerini, filmlerini çekmeye başladıklarında dünyada ölümler devam ediyor olacak ama bu ölümler konu bile olmayacak.