Doğum günlerini hatırlamaktan hizmet sunarken gülümsemeye, hayatımızın hemen hiç tartışılmayan bir gündelik sorumluluk katmanı var – ve bu orantısız biçimde kadınların üzerine düşüyor. Bununla yüzleşmek, çok gerekli bir devrimci adım olabilir.
Rose Hackman
Çocukların alerjilerini hatırlıyoruz, alışveriş listeleri hazırlıyoruz, yedek anahtarların nerede durduğunu biliyoruz. Aynı anda birden çok iş yapıyoruz. Evde kulak çöpü az kaldığında fark ediyoruz, kulak çöpü satın almayı düşünüyoruz. Doğum günlerini hatırlamakta çok iyiyiz. Sevdiklerimiz için bir şeyler yapmaktan hoşlanıyoruz, hangi yemeği sevdiklerini aklımıza not ediyoruz. İnsanların sağlık durumlarının nasıl olduğunu gözlüyoruz, gerektiğinde arkadaşlarımıza ve ailemize doktora gitmelerini salık veriyoruz.
Partnerlerimizin üzüntülerini dinliyoruz; biz çocuklarımız için oyun randevuları organize ederken onlar bir yere gelemediğinde ya da bir şey yapmayı unuttuklarında onları ve tek bir şeye odaklanan zihinlerini bağışlıyoruz. Başarıyı gördüğümüz yerde alkışlıyoruz – bir ödenek ya da beklenen bir terfi aldıkları zaman. Çünkü bu onların başarısı, arka planda bizimkiyle birlikte. Üstelik, yeterince çalışırsak, biz de başarılı olabiliriz: Tek yapmamız gereken omuz vermeyi öğrenmek.
Ama peki ya çocuk bakımı ve ev işleri gibi duyguların böyle süreğen bir şekilde idare edilmesi de karşılıksız emeğin bir biçimiyse?
Eğer bunun abartı olduğunu düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Duygusal iş ve duygusal emek kavramları –tekrar edilen, yorucu, ikrar edilmeyen cinsiyete dayalı performatif edimler anlamında– on yıllardır sosyal bilimlerde ciddi bir araştırma alanı olageldi.
Biz kalanların bunu fark etmesiyse biraz zaman aldı.
* * *
Columbia Üniversitesi’nde sosyoloji ve sanat yönetimi profesörü olan Jennifer Lena, aramızdaki dengesiz tahta masanın öte yanından yüzüme bakıyor. Biralarımız içilmeye hazır vaziyette aramızda duruyor.
Ama Lena içmiyor. Yüzünde biraz hayal kırıklığına uğramış ama bozuntuya vermeyen bir ifadeyle sadece bakıyor. “Feminizmin yeni cephesi olarak duygusal emek hakkında bir yazı mı yazıyorsun?” diye söylediklerimi tekrar ediyor. “Ama bu o kadar “Sosyolojiye Giriş” dersi seviyesi ki! Ben yıllardır lisans öğrencilerine bunu anlatıyorum.”
Biramdan bir yudum alıp özür kelimeleri mırıldanıyorum.
Adil olmak gerekirse, Lena’nın bu samimi uyarısı önemli bir noktaya işaret ediyor. Bu yaklaşım, akademisyen Arlie Hochschild’ın 1983’te yazdığı The Managed Heart (İdare Edilen Yürek) kitabında duygusal emek kavramını ortaya attığından beri, yani 30 yıldır kullanılıyor.
Şimdilerde popüler kültür ve online tartışmalar sayesinde ikinci doğuşunu yaşıyor. The Toast için duygusal emek hakkında yazılar yazan Jess Zimmerman, yazılarına yanıt yağdığını söylüyor – yüzlerce kadın söylediklerine hararetle katılan yorumlar yazmış, nihayet deneyimleri hakkında konuşmalarına izin veren bir dağarcık sağladığı için kendisine teşekkür etmişler.
Zimmerman duygusal emeği bilhassa özel alanda gerçekleşen bir şey olarak anlatmış, ama akademisyenler bu kavramı ilk önce resmi iş yerlerine odaklandıkları çalışmalarda kullanmışlardı. Belki giderek daha çok kadın, erkeklerin fazla olduğu işlerde çalışmaya başladığı için, bu maaşlı işlerde de kadınlardan fazladan duygusal –yani ‘kadınsal’– iş beklendiğini fark ettikleri için.
İş hayatı bağlamında duygusal emek, belli bir işin gerekliliği olduğu düşünülen şeyleri yerine getirmek amacıyla çalışandan ya gerçek duygularını ya da görünüşünü idare etmesini beklemek anlamında kullanılıyor. Bir çalışandan, müşterilerin ya da iş arkadaşlarının işle ilgili deneyimlerini daha pozitif hale getirmek için kendi duygularını maskelemesinin beklenmesi de duygusal emek kategorisine giriyor. Bunlara ofis uyumuna katkıda bulunmak, çekici olmak, mevcut olmak ama mevcudiyetini çok belli etmemek, cazibeli ve hoşgörülü ve basit işleri yapmaya gönüllü olmak da (mesela kahve pişirmek ya da fotokopi çekmek) eklenebilir.
Ne kadar yorgun olsalar ya da devamlı kusan bir çocuktan ya da kendilerine askıntı olan bir erkek yolcudan ne kadar tiksinseler de müşterilerin ihtiyaçlarına yardımsever bir bakış ve gülümseyen bir yüzle karşılık vermeleri beklenen hostesleri düşünün. Hostesler, Hochschild’ın 1983’te yazdığı kitaptaki başat örneklerden biriydi.
Ya da hem eğlenceli ve sevimli hem de akıllı ve becerikli olmaları beklenen kadın politikacıları düşünün (örnek vermek gerekirse, Hillary Clinton’ın yardımcıları kampanya boyunca kendisine ortaya daha fazla mizah ve daha fazla duygu koyması için yalvardılar).
Sabahları kahve aldığınız Starbucks’taki, kağıt kahve bardağınızın üzerine gülümseyen yüzler çizen kasiyeri düşünün. Sizce bu sabah bunu çizmeyi gerçekten istedi mi, yoksa bu işinde kendisinden beklenen standart şeylerden biri mi?
* * *
Birasından birkaç yudum aldıktan sonra sosyolog Lena önüme bir kemik fırlatıyor. “Ben duygusal emek hakkında şu şekilde düşünüyorum: Bazı işler için duygusal emek sarf etmek işe alınmak için temel kıstas, bununla ilgili herhangi bir eğitim verilmiyor ve bazı insanların –yani kadınların– bunu kendiliğinden daha iyi becereceği yönünde bir inanış var. Ve bu işler, aynı zamanda toplumun geneli tarafından aşağı görülen işler.”
Araştırmalar gösteriyor ki, süregiden duygusal emek sarfı çok yıpratıcı olmakla birlikte meşru bir mesleki yıpranma kaynağı olarak kabul edilmiyor, sonuç olarak da maaşlara yansımıyor.
Düşük ücretli işlerin ağırlıkta olduğu, ‘gülümseyerek hizmet vermenin’ beklendiği hizmet sektöründeki büyüme, bu fenomenin daha da yaygınlaşmasına sebep oldu. Bu sektörde duygusal emek bir artı değer değil, işveren beklentilerinin temel unsuru.
Federal asgari ücretin saat başı 2.13 dolar olduğu ABD’de bu durum daha da çarpıcı. Bu tip işlerde işveren duygusal bir çıktı bekliyor, ama bunun için para vermeye yanaşmıyor. Duygusal emeğin karşılığını vermek, müşteriye yüklenmiş durumda – müşteriyse, duygusal emeğin karşılığı olarak bahşiş bırakmak için duygusal olarak tatmin edilmeyi bekliyor.
Bu durumun sonuçları gerçekten vahim, özellikle kadınlar açısından. Lokanta çalışanlarını temsil eden ROC United’ın araştırmasına göre saatlik 2.123 dolar asgari ücret uygulayan eyaletlerde bahşişten kazandıkları parayla geçinen kadınların iş yerinde cinsel tacize uğrama ihtimali, daha yüksek asgari ücret uygulayan eyaletlere göre iki katı daha fazla.
Yakın tarihli bir araştırma, düşük ücretli işlerde çalışanların üçte ikisinin kadın olduğunu, bu kadınların yarısının da beyaz olmadığını gösteriyor.
Notre Dame Üniversitesi’nde sosyoloji profesörü olan Jessica Collett’e göre, kağıt üstünde kadınların ve erkeklerin eşit derecede duygusal emek sarf ediyor gözüktüğü daha prestijli işlerde dahi, kadınlardan daha fazlasını ortaya koymaları bekleniyor.
Örneğin kadın erkek tüm şirket temsilcileri, pozisyonları gereği müşterilerle öyle ya da böyle hasbıhal etmek zorundadır – ki bu iştanımlarına dahildir; ama kadınlardan ayrıca iş arkadaşlarının doğum günlerini hatırlayarak ya da alt düzey çalışanlarla hoşbeş ederek ofis uyumuna katkıda bulunmaları bekleniyor. Erkek çalışanlar da aynı şeyleri yapabilecek durumda olsalar da, bu onlar üzerinde baskı oluşturan bir beklenti değildir (“Sence de bugün çok tatlı ve cömert davranmadı mı?”)
Arkadaşım olan başarılı bir insan hakları avukatı, geçenlerde kendisinden her gün bürodaki idari personelle muhabbet etmesinin beklendiğinden yakınıyordu – bunu yapmakla bir problemi olmasa da, yapmak zorunda olmaktan hoşlanmıyordu. Saygı görmek için hem kibar hem başarılı olması gerektiğini söyledi, erkek olan iş arkadaşlarınınsa aynı şeyi dert etmesine hiç gerek yoktu.
Wake Forest Üniversitesi’nde sosyoloji profesörü olan Robin Simon, kendinden örnek verdi: Kadın bir profesör olarak kendisinden, erkek meslektaşlarına göre hem sınıfta hem dışarıda öğrencilerin duygusal durumlarının çok daha farkında ve daha erişilebilir olması bekleniyordu. “Öğrenciler kadınlardan daha çok duygusallık bekliyor,” dedi, yani kadın eğitmenler yalnızca sınıfta neşeli görünmek zorunda olmakla kalmıyor (ki öğrenci değerlendirmelerinin öne çıktığı bir eğitim sisteminde bu da çok önemli), aynı zamanda bazen terapist ve öğretim görevlileri arasında arabulucu olarak ikinci bir mesai de üstlenmek durumundalar.
* * *
Erkek bir arkadaşım, Manhattan’daki evinde birlikte çalışırken verdiğimiz ara sırasında, mutfağında ikimiz için yemek hazırlarken “Tam anlamıyorum. Duygusal emekten kastın nedir?” diye sordu.
Öğle yemeğimi pişiren adama açıklamaya çalışırken kaşlarının konsantrasyonla çatıldığını ve kafasının giderek karıştığını gördüm. 30’lu yaşların ortalarında, başarılı bir bilgisayar mühendisi olan arkadaşım, genellikle sohbetlerimizde kendisini pro-feminist olarak konumlandırdığı halde belli ki söylediklerim, kabul edebileceğinin ötesindeydi.
“İyi ama kadınların bunu sarf ettikleri bir emek olarak gördüğünü nereden biliyoruz? Ya insanlar bundan hoşlanıyorsa? Ya kadınlar doğal olarak bu işleri daha iyi beceriyorsa? Neden her şeye negatif bakmak zorundayız?”
Bu soruların bende biraz umutsuzluk yarattığını itiraf edeyim. Ne de olsa, New York’taki arkadaşlığımız süresince bütün yemekleri hiç gocunmadan o pişirmişti.
“Neden feministler hep normal şeyleri tartışılacak meseleler haline getiriyor?” diye devam etti. Onun için, duygusal emeği doğal bir tepkiden daha fazla bir şey olarak düşünmek, her şeyi gereksiz biçimde didik didik etmek demekti; kendi haline bırakılması gereken doğal şeyleri büyük meseleler haline getirmek demekti.
Muhtemelen asla “Ah, kadınlar daha iyi yemek pişiriyor,” “Kadınlar temizlik yapmakta daha becerikli,” “Kadınlar çocuklara daha iyi bakıyor,” gibi şeyler söylemeye cesaret edemezdi. Yine de, bazı kadınların “doğuştan öyle” –yani duygusal konularda doğuştan daha yetenekli– olduğunu söyleyebiliyordu. Bu söyledikleri, ne zaman bu konuyu açsam tıpatıp hemen karşıma dikilen ilk cevaptı.
Ama bu özcü yaklaşım, olaya akademik açıdan baktığımız zaman çöküyor.
Sosyolog Rebecca Erickson, maaşlı çalışan ve evli 335 ebeveynle yaptığı görüşmelerden yola çıkarak 2005 yılında yazdığı çığır açıcı makalesinde, ev ortamında çocuk bakımı ve ev işlerine ek olarak, duygusal işlerin yükünü de kadınların üstlendiğine dair bulgulara yer veriyor. Erickson’a göre bu, biyolojik değil toplumsal cinsiyete göre şekillenen bir düzenleme. “Araştırmaların gösterdiği şeylerden biri, kadınların duygusal işlere olan yönelimini şekillendiren, biyolojik cinsiyetlerinden ziyade aile içinde, arkadaş gruplarında ve genel olarak toplum içerisinde toplumsal cinsiyet bazında bulundukları konum,” diye açıklıyor Collett. Bu rollerin böyle dağıtılmasına çok alışmış durumdayız. Fakat duyguların ‘idarecisi’ olmak, kadınlar için Collett’in deyimiyle ‘ikinci mesai’ anlamına geliyor.
Yatak odasında da kadınlar partnerlerinin duygularını ve hassasiyetlerini idare etmek zorundalar. The Guardian’da yayınlanan yakın tarihli makalesinde, Alana Massey sözde-cinsel özgürlük-sonrası dünyada süregiden cinsellik eşitsizliğinden bahsediyor. Kadınların istedikleri kadar seks yapmaları fikriyle barışmaya başlamış olabiliriz; fakat bu seks pozitif tutum, kadınların istediği tür seksin nasıl olduğuna ve bu isteklerin nasıl karşılanacağına dair bir tartışma açmak konusunda yararlı olmadı. Yani kadınların kendini orgazm taklidi yapmak zorunda hissetmesini, sadece cinselliği hâlâ erkek merkezli gören bir toplumun ürünü olarak değil, aynı zamanda kadınların erkek egolara hizmet etmesinin bir biçimi olarak düşünmemiz gerekiyor.
2011’de yayınlanan, cinsel olarak aktif 71 hetero kadınla yapılan görüşmelere dayanan bir araştırmaya göre, bütün kadınlar zaman zaman orgazm olduklarını (genellikle ön sevişme sırasında) belirtse de, yüzde 79’luk bir çoğunluk, penetrasyonlu vajinal seks yaptıkları zamanların yüzde 50’sinde orgazm taklidi yaptıklarını beyan etmiş (araştırmaya katılan kadınların yüzde 25’i için bu oran yüzde 90’a kadar çıkıyor). Orgazm taklidi yapan (ya da araştırmada bahsedildiği biçimde söyleyecek olursak, “cinsellik çağrıştıracak sesler çıkaran”) kadınların yüzde 66’sı, bunu partnerlerinin boşalmasını hızlandırmak için yaptığını söylemiş. Daha da önemlisi, kadınların yüzde 92’sine göre bu, partnerlerinin özgüvenini artırıyor ve yüzde 87’si bunu yapmaya zaten tam da bu amaçla başlamış.
* * *
30’larının başında kariyer değiştirip finans avukatlığı yapmaya başlayan eski öğretmen Sara Thompson, her anlamda son derece cinsiyet eşitlikçi bir ilişkiye sahip. Kocası ve on yıllık partneri olan erkek, Ivy League üniversitelerinden birinde başarılı bir araştırmacı, idareci ve eğitmen olarak çalışıyor. Birlikte yaşadıkları hayat, ilişkilerini dışarıdan bakınca eşitlikçi gösteren pek çok resmi ve gayrı-resmi düzenlemeyle dolu.
Ama Thompson duygusal emekten ve her gün evin düzeni çerçevesinde, romantik ilişkiye paralel olarak harcadığı ekstra çabadan bahsederken ilişkide var olan birtakım eşitsizlikler göze batıyor.
Fazla alan kapladığı zaman kınandığı bir çocukluk ve ergenlikten sonra, çevresine durmaksızın kronik bir dikkat gösteren bir insan haline gelmiş. “Öyle bir şey ki, ne zaman sesimin biraz fazla yükseldiğinin, ne zaman bedenimin kamusal alanda fazla yer kapladığının, çevremdeki insanların rahatsızlık seviyesinin daima farkındayımdır,” diye açıklıyor.
İlişkisini anlatırken bahsettiği şeyler temizlik ve bakım işleri değil, ama çok yakın bir şey. Düşünme ve planlama gerektiren işler: “Duvara bir şeyler asmak, fotoğrafları çerçevelere yerleştirmek, evdekiler eskimeye başlayınca yeni çarşaf alınması gerektiğini düşünmek, ne zaman yemek yenileceğini planlamak, yemekte ne yiyeceğimizi planlamak.” Yani Thompson sadece yemek pişirmiyor, yemek menülerini (ne yiyeceğiz?) ve yemek saatini düşünüyor – asla farkına varılmayan bütün o düşünceler. “Bunları düşünmek zorunda olmak çok canımı sıkıyor. Bu hiç adil değil, tersine benim için çok yorucu.”
Bir de doğum kontrolü konusu var. “Bütün bilgiyi benim toplamam ve bunu ona açıklamam gerekiyor. ‘Spiral taktırdıktan sonra tekrar hamile kalman için ne kadar zaman geçmesi gerek?’ diye bana soruyor. Madem çocuk istiyorsun, neden bunları araştırmak için biraz vakit ayırmıyorsun?” Hayatın diğer küçük ayrıntıları için de aynı şey geçerli. “Mesela bir şey arıyor. Bana soruyor: ‘Tırnak makasımı gördün mü?’ Dolaba bakıyor, ama tırnak makasını görmüyor. Orada duruyor halbuki. ‘El bezlerini nereye koyuyorsun?’ Devamlı bana soruyor. İnsan bir şeyi üç dört sefer sorduktan sonra öğrenir, değil mi?” Devam ediyor: “Yani o evden bağımsızlaşabiliyor, benimse böyle bir lüksüm yok. Çünkü ben de aynısını yapsam, gündelik hayatımız kabusa dönecek. O yüzden bu rolü üstlenmek zorundayım. Bu benim gerçek kendim değil, ama başka seçeneğim yok.”
Yani Thompson, hangi alanda mücadele edeceğini seçiyor (hepimiz gibi), ama bir soru hâlâ baki: Eğer erken yaştan itibaren böyle davranacak şekilde sosyalleştiysek, doğamız gereği öyle olmasak da pratik hayatta bu işlerde gerçekten daha iyi olduğumuz doğru olabilir mi? Yoksa, bu tartışma bizi bir yere götürmüyor deyip, çenemizi kapatıp bununla barışmamız mı gerekiyor?
Ya da artık doğum günlerini unutmaya başlamamızın, zevk çığlığı taklidi yapmayı bırakmamızın ve sarf ettiğimiz, edinilmiş vasıflarımızdan biri olan duygusal emek için hakiki ve yeterli maaş talep etmemizin zamanı geldi mi?
İşte bu, erkek egemenliğini ta kökünden sarsacak bir devrim olurdu.
Çeviren: Ayşe Toksöz
* Bu makale 8 Kasım 2015 tarihinde The Guardian’da yayınlandı.