Marguerite, erkekler için, erkeklerce ve erkeklerin kurallarına göre kurulan dünyanın en karanlık halkasında kendine bir yer bulmuş.

Kadınların bir çiçek kadar narin ve kırılgan, erkeklerinse bir odun kadar sert ve kırıcı olduğu düşüncesi ataerkillik tarihi boyunca kadınlık ve erkekliğe bir öz biçti, ve bu şekilde ayrıştırdı, farklılaştırdı. Bu fikre göre kadınlar zayıflık, güçsüzlük ve hatta iradesizlik ile eş tutulurken erkekler iktidarın sembolü haline geldi.

Biliyoruz ki toplumsal cinsiyet rolleri henüz doğuştan başlıyor yerleşmeye. Şöyle stereotipik bir tablo var gözümüzün önünde: Kız çocuklar Barbie bebeklerini çay partisine götürüp uslu uslu oynarken, erkek çocuklar oyuncak kılıç ve tüfeklerini birbirine doğrultmuş itişip kakışmakla meşguldür. Kızlar sessiz, sakin ve uyumludur; erkeklerse hiperaktiftir, yaramazdır. Ne erkeklerin kızların alanına ne de kızların erkeklerin alanına girmesi hoş görülür.

Hele de konu “kan” olunca –şüphesiz regl kanı hariç- yine erkek ağırlığını koyar ortaya. Ailede, erkeğin kanına bağlı olan erkek soyu ve soyadını devam ettirir. Kurbanı erkek keser; nitekim insanı da: Tarihteki savaşların birçoğunda erkekler meydanlarda kıran kırana savaşırken, kadınlardan beklenen tedarikçi, iyileştirici vb. rolleri üstlenmeleriydi. Elbette istisnalar yok değil, fakat genel düşünce erkeğin kanı akıttığı, kadının ise sildiği, açılan yarayı kapattığı yönünde. Bu düşünce, tarihin en karanlık işlerinden biri olan cellatlık için de geçerli.

Fransa’da Ortaçağ’dan, ölüm cezasının kaldırıldığı 1981 yılına kadar cellatlık, yalnızca erkekler tarafından icra edilen, hatta babadan oğula aktarılan bir görevdi. Ölüm cezalarını uygulayan cellatlar, bunun kamusal bir performans olarak sergilenebilmesi için sert olmalıydı, korkutucu, keskin ve acımasız. Bu özellikler de yalnızca bir erkekte vücut bulabilirdi şüphesiz. Fakat kadınlar ve tarih, bu toplumsal kanıların aksini göstermeye devam ediyor. 18. yüzyılda yaşamış Marguerite Le Paistour’un günümüze ulaşan hikayesi gösteriyor ki tarihte bir kadın da cellatlık yapmış. Fakat esas soru cellatlığı nasıl “erkekçe” yaptığı değil, evin sınırları dışında konumlandırılan dünyada kendine nasıl bir yer bulduğu; kendini nasıl var ettiği.

2 Ağustos 1720’de Fransa’nın Bretonya bölgesinin Cancale şehrinde doğuyor Marguerite Julienne Le Paistour. Babası kaptan, annesi ise Marguerite dokuz yaşındayken vefat ediyor. Bunun üzerine babası ikinci evliliğini yapıyor. Fakat Marguerite’in acımasız üvey annesi ile ilişkisi tıpkı Külkedisi masalındaki gibi ilerliyor ve yirmili yaşlarına geldiğinde yine şiddetli bir tartışmanın ardından artık daha fazla dayanamayan Marguerite, evini terk ediyor. (Eh, hayat kendisini “kurtarmaya” gelecek Beyaz Atlı Prens mitiyle geçmez, değil mi?) Fakat sokaklarda öyle yapayalnız gezen bir genç kızcağızı rahat bırakırlar mı? Bırakmazlar efendim, tanıdıklar bulursa ailesine teslim eder, tanımadıkların eline düşerse de vay haline. Sonuçta genç bir kadının tek başına sokakta, hele de gecenin bir yarısı ne işi olabilir, kadının yeri evidir(!) Sokaklar, caddeler erkeklerindir ve erkeğe ait olanda tek başına var olabilmek için erkek olmaktan başka çare yoktur. Marguerite de döneminin bu toplumsal normlarının bilincinde olsa gerek, abisi François’nın kıyafetlerini araklıyor; saçlarını da kısacık kesip kendini Henri isimli bir oğlan çocuğuna dönüştürmek suretiyle sokaklara atılıyor. Ne garip değil mi, görünüşte kadınları erkeklerin ayrıcalıklı dünyasından dışlayan tek şey birkaç parça kıyafet ve biraz daha kısa saçlar yalnızca.

Marguerite, sokaklarda yeni kimliğiyle gezerken karşılaştığı bir papaza, kendisine ayinlerde yardımcı olarak hizmet edebileceğini söylüyor ve böylece Henri olarak ilk işini kapmış oluyor. Uzun süre kadın kimliğini gizleyerek papazın yanında, kilisede çalışıyor. Fakat bir süre sonra belki de yeni bir macera arayışı ile buradan ayrılma kararı alıp, Fransa-Avusturya savaşına katılıyor asker olarak; sonra kaçıyor. Ardından, Avusturya İmparatoriçesi, meşhur Marie-Antoinette’in annesi Marie-Thérèse’in ordusunda yer alıyor ve oradan da kaçıp, Fransa’ya dönmeye çalışan bir grup kaçak askere katılıyor. O dönemde asker kaçağı olmanın idam cezası kadar sert sonuçları olsa da kendi rızasıyla teslim olan askerlere karşı daha az acımasız bir tutum sergilenebiliyor; bu sebeple askerler yeniden farklı garnizonlara dahil ediliyorlar. Fakat Marguerite-Henri’nin boyu kısa olduğundan, askerlik görevini sona erdirip ülkeye dönmesine izin veriliyor.

Tanık olduğu onca şiddet manzarasından sonra bir de beş parasız kalan Marguerite’in önünde iki seçenek var, evine, üvey annesi ile geçirdiği çilekeş yaşamına geri dönmek ya da Henri olmaya devam ederek hayatın ona ne tür maceralar getireceğini görmek. Nitekim Marguerite de erkek kılığında kalmayı yeğliyor ve bu şekilde kariyerinin zirvesine tırmanıyor adeta. Zira, askerlik sonrası sokaklarda cebi delik dolaşan Marguerite’in karşısına bir adam çıkıyor bir iş teklifi ile. Bu adam da kim ola ki derken işvereninin Strasburg şehrinin celladı olduğunu öğreniyor.

Savaştaki deneyimlerinden işin doğasına pek yabancı olmasa gerek, Marguerite-Henri celladın yardımcısı olarak çalışmaya başlayıp kısa sürede işi öğreniyor; sonra Montpellier’de bir cellat yardımcısı arandığını duyup oraya gidiyor, işin inceliklerini kapıyor. Fakat zamanla çıraklık kesmemeye başlıyor; usta bir celladın arandığı Lyon şehrine gitmek üzere yollara düşüyor. Lyon yolunda bir kadına rastlıyor ve kendisine hizmetçisi olarak çalışması için iş teklif ediyor ve teklif kabul görüyor. Lyon’a geldiklerinde Marguerite-Henri, hemen göreve başlıyor. “Şaşırtıcı bir güç ve cerrahi bir hassasiyet ile” çalıştığına yönelik söylentiler kısa zamanda şehirde dolaşmaya başlıyor.

Bu noktada karşılaştığım kaynaklarda yeterli bilgi olmadığını söyleyebilirim, zira bir kaynak Marguerite’in işi boyunca yalnızca üç adamın idam cezasında bulunduğunu söylerken, başka bir kaynak sayısız insanın ölümünü gerçekleştirdiğini yazıyor. (Belki de öldürdüğü insanlar kadın oldukları için kayıtlara üç adam şeklinde geçmiştir, bilemiyorum.)

Fakat Lyon’da cellat olarak göreve devam ettiği iki yılın sonunda, hizmetçisinin Marguerite’in kadın olduğunu fark edip ispiyonlaması üzerine Marguerite hapse atılıyor. Tarihçi Delarue, bu ispiyonlamayı “(g)örünüşe göre patronunun soğukluğu karşısında hayal kırıklığına uğrayan hizmetçi, patronunu gözetlemeye başladı. Bir akşam yatağa yattığını gördü ve gerçek cinsiyetini keşfetti,” şeklinde açıklıyor. Delarue’nün, hizmetçinin patronundan bir yakınlık beklemesine dair önermesine mi şaşıralım, yoksa “gerçek cinsiyet” ifadesindeki cinsiyet kimliğini biyolojik faktörlere indirgeyen gerçeklik/sahtelik düşüncesine mi yanalım. Şüphesiz tarihin kendisi kadar yazımının da sorgulanması lazım.

Öte yandan, Marguerite’in sırf kadın olduğu için işine son verilip hapse atılması, bir işin nasıl icra edildiğinin değil, kimin tarafından icra edildiğinin önemli olduğunun altını çiziyor. Buradan da anlıyoruz ki, işi yapabilmek için fiziki ve/veya manevi yeterlilikten ziyade, bir penise sahip olmak gerekiyor daha çok.

Marguerite’in hapiste geçirdiği günlerde Jean-Baptiste Richard isimli bir papaz sık sık kendisini görmeye geliyor ve bu sırada da Marguerite’in maceralı hayatını kendi ağzından dinliyor. Richard’ın söylediğine göre Marguerite kadınları öldürmekten özellikle zevk alıyormuş. Kimi kaynaklar bunu Marguerite’in üvey annesine duyduğu kin ile açıklayarak kadınları cezalandırmaktan keyif alma sebebini böyle yorumluyor. Artık işin doğrusu nedir bilemeyeceğiz.

Bir süre hapis yattıktan sonra M. de Rochebaron’un valesi, Noel Roche isimli bir bey kendisiyle evlenmek istediği için Marguerite’in cezası son buluyor. İkilinin arasında sahiden duygusal bir yakınlık söz konusu muydu, yoksa hapis cezasının sonlandırılması için Marguerite böyle bir seçeneği mi tercih etti, bilemiyoruz. Fakat her halükarda bir kadının hapisten çıkmasının tek çaresinin evlilik olması pek manidar. (Meğer dönemin hakim ve savcıları evlilik kurumunu hapsin bir uzantısı olarak görüyorlarmış da haberimiz yokmuş!) Şaka bir yana, sistem kadını ait olduğunu düşündüğü yere, yani eve gönderiyor ve bunu da onu erkeğe emanet ederek yapıyor. Bu durumda evlilik, kadını erkeğin kılıyor, her istediği yere götürebileceği bir nesneymişçesine sorumluluğunu ona yüklüyor.

Marguerite ve Noel Roche, evliliklerinin ardından Marguerite’in doğup büyüdüğü Cancale şehrine geri dönüyorlar ve bir kız çocukları oluyor. Delarue burada da şöyle bir yorum eklemeyi ihmal etmiyor: “Anneliğin tatlılığı muhtemelen ona uzun yolculuğunun kanlı maceralarını unutturdu.” Öyle ya, annelik kadınlığın bir üst mertebesi olarak tatlı, yumuşak ve sevecendir özlüğü gereği, bir kadının anneliğin tatlılığını duyumsamaması bir ihtimal dahi olamaz. O yüzden Marguerite hayatının neredeyse 10 yılını Henri olarak yaşadığı o yılları hemencecik unutmuştur eminim(!)

Sonuç olarak, soğukkanlılığı ve keskinliği ile yüreklere korku salan Marguerite Le Paistour, tarihin –kelimenin tam manasıyla- en ölümcül olan görevini üstlenmiş. Belki dönemin şartlarına göre pek fazla seçeneği olmadığından, belki de gerçekten bundan zevk aldığından, kim bilir. Fakat esas mühim olan, Marguerite Le Paistour’un kendisine biçilen kırılgan ve pasif kadın rolünü elinin tersiyle itip ipleri eline almış bir kadın oluşu. Marguerite, erkekler için, erkeklerce ve erkeklerin kurallarına göre kurulan dünyanın en karanlık halkasında kendine bir yer bulmuş -her ne kadar bunu yapabilmek için kılığını bir erkeğe dönüştürmesinin gerekliliği üzücü olsa da.

Aradan geçen yüzyıllar içerisinde kadının kamusal alana, ekonomiye ve politikaya katılımı belki hiç olmadığı kadar arttı. Lakin hala kadınlardan, kadınlıklarını unutması, gizlemesi beklenebiliyor. Hala kadınlar, erkeklerle aynı ortamda bulunabilmek adına, sözde bir erkek kadar sert ve güçlü olduklarını kanıtlamak zorunda bırakılabiliyorlar. Bir tek erkek kılığına girmemiz beklenmiyor diyeceğim; sonra aklıma “erkeksi ciddiyeti” temsil eden, erkek kıyafetine benzeyen döpiyesler ve kadın takım elbiselerinin kabul gördüğü resmi kurumlar geliyor.

Bu durumda şunu sormadan edemiyorum: Kadının kadınlığı ne zaman kabul edilecek?

 

Kaynaklar

Armand, Frédéric, 2012, Les bourreaux en France: Du Moyen Age à l’abolition de la peine de mort, Perrin.

Chloé Chamouton, 2012, Histoires vraies en Bretagne, Papillon Rouge.

Jacques Delarue, 1979, Le métier de bourreau: Du Moyen Age à aujourd’hui, Fayard.

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.