Ankaralı yazar ve okurlar Esme Aras ismini ilkin, Hürriyet Gazetesi Ankara ekinde yaptığı edebiyat röportajlarından hatırlarlar. Ayağı bozkırdayken; Ege’nin esintisini, dilini, rengini özleyen, bir gün zeytin ve sabun kokan sabahlara uyanacağını düşleyen Esme Aras bu kez Neptün Mavisi Düşler ve Kumrunun Saklısında öykü kitaplarıyla okurun karşısına çıktı.

Şimdi soruları cevaplama sırası onda…

Sevgili Esme cümlelerinde, satır aralarında, sustuklarında yüzün hep Ege’ye dönük. Öykünde diyorsun ki “Ege denizinde gezinirken, ana rahminden yeniden doğmak var.” Başka bir öyküde “… Zeytin ve sabun kokan günlere uyanmanın hayali birkaç adım ötede.” Nedir seni böyle bir kök gibi Ege’ye bağlayan? Nesini sevmedin Ankara’nın?

Bir kıyı çocuğuyum ve kıyısız bir kentte yaşıyorum. Burada özlediğim şeylerden biri, ardımda bıraktığım mavilik. Çocukluğumun geçtiği, büyüdüğüm o kıyı kasabasının havasının, kokusunun, dokusunun, mimarisinin, o iklimin, coğrafyanın ve maviliğin bendeki kalıtlarını yazmayı seviyorum. Kentler bıraktım ardımda; anıları, eşyaları sarıp sarmalayıp başka yerlere taşıdım. Tabii en başta üniversiteyi okuyabilmek için ait olduğum küçük ve korunaklı kasabamızdan ayrılmam gerekiyordu. Sonra yaptığım seçimlere bağlı olarak değişti, yaşadığım kentler de. Genelde Ankara’dan İstanbul’a gidilir ya… Tam tersi, ben İstanbul’dan Ankara’ya gelendim ve bu kenti çok sevdim. Attila İlhan’dan mülhem “çocuklar gibi sevmeli Ankara’yı, devler gibi ıstırabını çekmeli,” diyebilecek kadar hem de. Bu farkındalıklar ve duygu geçişleri, ister istemez yansıyor satırlarıma. Bozkırın sarışınlığından uzanıp Ege’nin nazar boncuklu gerdanına bir öpücük konduruyorum.

Anneanne oturmuş bir dizinde kızı diğerinde torunu küçük kız. Bunlar senin cümlelerinle geliyor karşımıza. Senden geriye gittiğinde karşına çıkan kadınlar kim? Bu kadınlar öykülerinin kapısından nasıl giriyor?

Baba tarafından Selanik, anne tarafından Girit mübadiliyim. Bugün deseler ki, elinde tahta bir bavulla hiç yaşamadığın, tanımadığın, görmediğin, dilini, iklimini, coğrafyasını bilmediğin, kokusunu duymadığın başka bir ülkeye/kente gideceksin diye… Ardında bıraktığın ne varsa; evini, eşyalarını, sandıktaki çeyizini, ipek dokuma tezgâhını, kilerdeki erzakını, hayvanlarını, bağını, bahçeni, saksıdaki çiçeklerini, aşina olduğun gökyüzünü, sokakları, bitki örtüsünü, mezar taşlarını… Bırakıp gidebilir mi insan? Anılarını ve kalbini yanında taşıdığın müddetçe mümkün mü? İşte benim ailemin güçlü, mücadeleci kadınları bunu başardılar; ama kuşaklarca sürecek o hüzün duygusuyla baş edebildiler mi, pek emin değilim. Zeytin ağacı gibi başka topraklarda filizlenip başka topraklara kök salarcasına, sağlam ve Giritli kadınlara has o incelikleriyle dokudukları bir hayat bıraktılar arkalarında. Anneannem, annem ve teyzem… Şimdi aynı göğün altında, Ege’nin koynunda uzanıyorlar sonsuz uykularına. Uzanıp tutuyorum ellerini, bir hikâye bırakıyorlar avcuma.

Birçok öyküye ilkin zamanı imleyerek giriyorsun. Hele arka arkaya üç öykünün eylül, ekim, kasım olduğuna dikkat edince yazar burada ne yapmaya çalışmış deyip arkasını önünü yeniden okuma merakı sardı. Yazar bir ipucu koymuşsa kaçırmayayım dedim. İpin ucunu bulamadım. Böyle okura sakladığın, iz sürmesini istediğin taşlar var mı? Bu sorunun cevabı evet ise bu taşları toplarsak nereye varırız?

Teşekkür ederim, çok dikkatlisin. Arnavut kaldırımlarına basa basa, yuvarlatılmış o yamru yumru taşlarda seke seke yürüdüm ve de öyle yazmayı istedim. Hayatta bir dönemi, birilerini, bir kenti, bir evi, eşyaları, kısacası bir yaşanmışlığı ardımızda bırakarak ilerleriz. Değişim insanı yenileyen bir şey ama alışkanlıkları terk etmek, bir yenisinde bulmak ya da yerine koyamamak çok zor ve zahmetli. İyileşmek için zamana ihtiyacımız olur, akıp giden zamanla derdimiz vardır. Yaz biter, sonbahar döker, kış birden bastırır ve bahar tazeliğiyle çıkagelir. Bu döngü sürer gider; yaşam değişmediği sürece gün aynı gündür. Zaman geçer, an ölür; ânın öyküsü kalır bizden geriye…

Öykülerin genelde yatağında sakin, sessiz akan bir nehir gibi. Rüzgârı hissediyorsun, yaprağı duyuyorsun, maviyi görüyorsun. Tüm bunları sessiz sakin anlatıyorsun. Hayatta da ritmin böyle mi, bu kadar hızın içinde sakin yürümeyi becerebiliyor musun?

Benim güzel annemin/anneannemin sözüyle “tekne kazıntısı”yım. Ailenin en küçüğü ve delişmeniyim. Zaman geçidinden geçerken ya da o bizim iç denizlerimizden geçerken önce çağlıyor, sonra duruluyor insan. Tortullarımı seviyorum ve onları yontarak sanata dönüştürmeyi… Böyle böyle çoğalıyorum, coşuyorum, haykırıyorum, sessiz sessiz ağlıyorum. Dediğin gibi hayat çok hızlı, hoyrat, yorucu; acı ve acımasız yüzüyle duruyor eşiğimizde. Kendimizce bir set çekemezsek süpürüp götürebilir ne varsa. Mücadele gerektiren konularda inatçı bir Girit keçisiyim, dirençli uzun yol koşucusuyum. Öte yandan içime dönerek sakinliğimi korumaya çalışmak da var. Bazen “nasılsın?” diyor bir arkadaşım bana, “duruyorum,” diye yanıtlıyorum. Bu hengâmede güzellikleri ıskalamaktan, bazen de durursam düşmekten korkuyorum. İki karşıt uç arasındaki denge arayışımda yol, neyse ki öyküye varıyor.

Resimle ilişkin nedir? Bu kadar rengi nereden biliyorsun yoksa bazılarını sen mi uyduruyorsun?

Resimle olan ilişkim ne yazık ki çocukluğumdaki boyamalarda kaldı. Elime resim kalemini versen, düz çizgi dahi çizemem. O halde renkleri kelimelere dökmeliyim, demiş olabilirim. Görebilirsen, renkler doğada her yerde… Şanslıydım. Rengini yaprak dökümü yaşamayan bitki örtüsünden alan o kıyı kasabasında; denizin ve gökyüzünün farklı tonlardaki mavisine, çam ormanlarının yeşiline, zeytinin karasına, iğdenin grisine, manifaturacıların rengâhenk nakış ipliklerine, dantel yumaklarına, yün örgü çilelerine, top top elbiselik kumaşlarına baka baka büyüdüm. Yolculuklar sırasında geçtiğim kentlerde, kasabalarda hep bir renk aradım. İstanbul mavi gözlü bir şehir, Ankara baştan sona hazan sarısı. Çınar yapraklarının ayaklarımın altındaki çıtırtısı, sağanak halindeki o görsel şölen her sonbaharda, “Resim Sevinci” programında Bob Ross’un fırçasından çıkmış ulu ve yalnız bir ağacın, küçük mutlu bir bulutun resmedildiği manzarayı anımsatıyor bana.

İki öykü kitabından başka Hürriyet Gazetesi Ankara Ekinde yaptığın röportajları bir araya getirdiğin Ankara’da Edebiyat kitabının yolculuğundan bahseder misin?

Beş yıl süren Ankara Hürriyet edebiyat röportajları yolculuğumu, Yaşar Sökmensüer’in Bölgeler Yayın Koordinatörlüğü görevine son verilmesiyle noktaladım. Gün gelir, reddederek yaşamanın gerekliğine inanırsın; vicdanın öyle der, iyi de eder. Bir haber ekinde edebiyatın kendine yer bulması, yöneticinin bakış açısını yansıtır. Sevgili Sökmensüer ile dokumuz tuttuğu için uzun soluklu ve uyumlu çalıştık. Yaşamında ve eserlerinde Ankara’yı mekân olarak kullanan edebiyat yazarları ve inceleme-araştırma kitaplarıyla kentin kültür-sanat hayatına katkısı olduğunu düşündüğüm isimler ile Ankara’nın kültürel değerleri üzerine yapmış olduğumuz bu söyleşiler, benim açımdan zenginleştirici olduğu kadar, kentin dünü ve bugünü üzerine bir belge bıraktığı için de çok kıymetliydi. Çünkü Ankara, yazarlarının dilinde, kaleminde ve yaşamında mekân olarak yer aldığı için Cumhuriyet’ten günümüze yaşayan bir kent olma, bir kültür başkenti olma özelliğini sürdürüyor. Bu nedenlerle hızla yok olan hafıza mekânlarını, edebiyatçılarımızın gözünden kayıt altına aldığı için röportajlarımdan bir seçkiyi kitaplaştırmaya karar verdim. Yayıncılığımı üstlenen MedaKitap Yayınları’na, kitabı yayına hazırlayan Murat Darılmaz’a, önsöz için Tarhan Gürhan’a ve sonsözle noktayı koyan Yaşar Sökmensüer’e çok teşekkür ederim. Soramadıklarımın hatırı kalmışsa, onlar da diğer kitaplara…

Kitaplarından tanıdığın insanlarla yüz yüze geldiğinde seni şaşırtan, kitabının gerisine düşenler oldu mu?

Röportaj deyince ilk olarak edebiyat söyleşileri gelmiyor akla. Ama soru sorma sanatı geliyor. İlkin sanat olsun diye değil; merak duygumu referans alarak başladığım söyleşilerde, neyi öğrenmek istiyorsam onu sordum. Bir haber ekinde iyi edebiyatın yapılabileceğine emsal teşkil etsin istedim. Gazeteye manşet çıkarma niyetiyle, cebimdeki tuzak sorularla çalmadım yazarlarımızın kapısını. Dersimi çalışarak, peş peşe okumalar yaparak çıktım karşılarına; zira yazarın onu okuyarak geldiğimi, ayrıntıları seçip aldığımı fark etmesini istedim. Bir haber ekine röportaj veriyorsanız, birinci öncelik iyi niyet ve güvendir. Bu noktada geriye dönüp baktığımda kimseyi yanıltmadığımı düşünüyor, bana ayrılan sayfanın hakkını verdiğim için kendimden memnuniyet duyuyorum. Soruna gelirsek, o sorumluluk bence okura aittir, sorularımı da yanıtları da değerlendirecek olan okurdur. Ben, aldığım akademik eğitimin izinde meslek etiği açısından durduğum yeri bilmekle ve o çizgiyi korumakla mükellefim.

Kadını dövmezsen, saçının köküne şeytan yuva yaparmış. Geçinmek isteyen kadın, evinde sadece gölge ve yankı olmalı! Kız kıskıda gelin baskıda gerekmiş! Atasözlerini kullanmayı ben de seviyorum. Yalnız bunları duymamıştım. Hangi sandıkta rastladın bunlara? Kelimeler toplayıp peşine düştüğün de oluyor mu?

Alıntıladığın atasözü ve deyimler, Egeli Kadın Yazarlar Platformu’ndan sevgili Gülseren Mungan’ın projelendirip Kadında Söz İzleri adıyla kitaplaştırdığı seçki için çalışma grubunun derlediği listeden alınmıştır. Yirmi bir kadın yazarın, öykü, anlatı, tiyatro oyunu, şiir, deneme ve mektup türlerindeki metinleriyle katkı koyduğu kitap, önsözünde belirtildiği gibi hâkim zihniyete karşı farkındalık yaratmak ve yerleşik algının yaşamımızdan ve dilimizden arındırılmasını amaçlamaktadır. Bu kötücüllüğün iyiye, doğruya evrilmesi için kadın yazarların kaleminden bir bukettir. Ülkemizde halen kullanılmakta olan, kadını aşağılayan, kötüleyen, ötekileştiren, acıtıp inciten, haksızlığa ve şiddete maruz kalmasını görmezden gelen hatta öneren; ezik, bağımlı, yeteneksiz ve yetersiz olduğunu vurgulayan çok sayıda atasözü, deyim, ülkesel/yöresel kullanım kalıpları ile mâniler ve türkü sözlerinden ilgimi çekenlerle kurguladığım “Küçük Orospu” öykümü kitabıma da aldım. Öykünün elbette bir şeyleri öğretmek ya da ders vermek gibi bir derdi yok; ama bir kadın olarak deneyimlediğim hayatta, yaşadıklarımız gerçeğimizdir ve tanık olduklarımız da…

Sırada ne var?

Uzun, zorlu, yorucu ve sonu hüzünle nihayetlenen bir dönemden yeni çıktım. Okyanus iklimi kadar değişkendi günler. Bu süreçte yaşamadığım pek çok şeyi deneyimledim. Anneciğini hayattan bir kez uğurlar insan. Bir hafta arayla teyzesini de yitirir mi? Duygu geçişleri âni ve hızlı oldu. Telafisi yok, tesellisi yok, söz bile rengini yitiriyor bazen. Acıyı törenleştirmek yüreği hafifletmiyor. Acıyla yalnızken yüzleşiliyor. Bunları sindirmem, hazmetmem biraz zaman alacak gibi görünüyor. Duygularımı nasıl tasnif etmem gerektiğini henüz bulamadım. Hangisini nereye yerleştirmem, hangi çekmeceye kaldırmam gerektiğini bilemiyorum. İyileşmek için hiç acelem yok; yeni baş etme yöntemleri geliştirmeli, üzüntülerle baş etme yöntemlerimi yeniden gözden geçirmeliyim. İflah olurum elbet, şimdi değilse bile sonra, yavaş yavaş… Durulur arınırım zamanla. Belki bir süre sadece dinle(n)meliyim. Murathan Mungan’dan mülhem “yaz geçer, iyi gelir sözcükler.

Sonsöz; ilgin, özenin ve ayrıntılı okuman için çok çok teşekkür ederim, sevgili Ayten J

 

 

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.