“Sisteme Değil, İsteğe Bağlı Hizmet: Sağlık Çalışanlarının Gözünden İstanbul’da Kürtaj ve Aile Planlaması Hizmetlerinin Durumu” başlıklı niteliksel araştırmanın raporu 23 Mayıs 2018’de açıklandı. Bu çalışmanın iki önemli özelliği; doğurganlığın düzenlenmesiyle ilişkili hizmetleri sağlık sunucularının deneyimleri üzerinden değerlendirmesi ve bu hizmetlere hak perspektifinden bakması.
31 yaşında bir diş hekimi olan Savita Halappanavar’ın sonlandırılmayan gebeliği nedeniyle 2012 yılında enfeksiyondan ölmesinin acısı sürerken, yakın zamanda hepimiz İrlandalı kadınlarla birlikte sevindik. Sevindik; çünkü maalesef dünyanın birçok yerinde kadınlar bu sebeple ölmeye devam ediyor. Geçtiğimiz aylardan birinde Lübnan’dan bir kadın Mor Çatı aracılığıyla gebeliğini sonlandırmak amacıyla bana ulaştı. İsteyerek düşüğün yasal olduğu nadir şanslı ülkelerden birinde yaşadığımız için biriktirdiği parayla buraya geldi. Anesteziden uyanırken ağlayarak sarıldı ve “Hayatımı kurtardınız,” dedi… Bu kadın için bile şanslı diyebiliriz belki.
Peki biz neden halen bunu konuşmaya devam ediyoruz?
Ülkemizde 1950’lerde gündemde olan nüfus planlaması kavramı, kadınların istenmeyen gebeliklerini güvenli olmayan yöntemlerle sonlandırmaya çalışmaları sonucu artan anne ölüm oranları nedeniyle tartışılmaya başlandı. 1965 yılında çıkan 557 sayılı Nüfus Planlaması Hakkında Kanun ile gebeliği önleyici yöntemlerin satışı, 1983 yılında çıkan 2827 sayılı Nüfus Planlaması Hakkında Kanun ile de isteğe bağlı düşük ve sterilizasyon (kısırlaştırma) yasallaştı. Son yıllarda ise doğurganlığın artırılmasına yönelik söylemler arttı, doğurganlığın azalmasında isteğe bağlı düşükler sebep olarak gösterilmeye çalışıldı ancak yasal düzenlemede değişikliğe gidilmedi. Buna rağmen her beş yılda bir Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü tarafından yapılan Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması 2013 verilerine göre isteğe bağlı düşük hızında son beş yılda yarı yarıya bir düşüş gözlendi: 2008’de bu oran %10 iken 2013’de %4,7.
Bu düşüşün altında yatan nedenlerden biri talepte bir azalma ya da isteyerek düşüğün açıkça beyan edilmemesi olabilir. Lakin siyasi söylemle uyumlu bir havanın uygulamalara egemen olduğu, cinsel sağlık ve üreme sağlığı kapsamındaki hizmetlerden isteğe bağlı düşük ve aile planlaması hizmetlerinin bu bağlamda geri plana düştüğü görülüyor. Bu durumda hizmet sunumunda yaşanan farklılıklar da bu düşüşte rol oynayabilir. İşte, Türkiye Aile Sağlığı ve Planlaması Vakfı, Nüfusbilim Derneği ve Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu’nun birlikte yaptıkları çalışma bu sorunun cevabını arıyor.
“Sisteme Değil, İsteğe Bağlı Hizmet: Sağlık Çalışanlarının Gözünden İstanbul’da Kürtaj ve Aile Planlaması Hizmetlerinin Durumu” başlıklı niteliksel araştırmanın raporu 23 Mayıs 2018’de açıklandı. Bu çalışmanın iki önemli özelliği, doğurganlığın düzenlenmesiyle ilişkili hizmetleri sağlık sunucularının deneyimleri üzerinden değerlendirmesi ve bu hizmetlere hak perspektifinden bakması. Şöyle ki, uluslararası anlaşmalarla güvence altına alınan bazı temel haklar gözetildiğinde ve garanti altına alındığında kadınların istemeden gebe kalması, kendilerine uygun olmayan koşullarda anne olması ve sağlıklı olmayan koşullarda istenmeyen gebeliklerini sonlandırması ve böylece anne ölümleri, önlenebilir.
Çalışmanın çarpıcı bulgularından bazılarını şöyle özetleyebiliriz:
Sağlıkta Dönüşüm Programı ve aile hekimliği sistemi ile birlikte daha önce talep oluşturmak amacıyla sunulan aile planlaması hizmetleri, sağlık kurumlarının ve çalışanlarının uygun olduğu durumlarda verilen bir hizmete dönüştü. Cinsel sağlık ve üreme sağlığı hizmetlerinin sunumu ve devamlılığında ilgili kurumda çalışan kişilerin kişisel ilgi ve bilgi düzeyi belirleyici oluyor, ilgili bir hekim bulunmaması durumunda hizmet ihtiyacı yok sayılabiliyor. Bunun yanında hekimlerin zaman sorunu, aile planlaması konusunu ikinci iş olarak görmeleri, hizmet verdikleri kurumlardaki mekânsal problemler (mahremiyeti sağlayabilecekleri muayene alanının olmaması vb.), yöntemlerin dağıtılmak üzere temininde yaşanan sıkıntılar da hizmet sunumunda önemli bariyerler olarak karşımıza çıkıyor. İstenmeyen gebeliklerin sonlandırılmasının ise daha büyük bir sorun olduğu görülüyor. İsteğe bağlı düşüklerin birinci basamak sağlık kuruluşlarında yapılması fiilen mümkün değil. Gebeliği sonlandırmanın mümkün olduğu ve kesinlikle mümkün olmadığı hastaneler bulunmakta. Bu farklılığı belirleyen ise yönetimin tutumu ve ilgili hastanenin bu konudaki geleneği oluyor. Bazı hastanelerde ise yönetimin özel bir çıkışı olmadığı halde hizmet vermeye gönüllü hekim olmadığı görülüyor. Yasal bir değişiklik olmamasına (1983 yılından beri 10 haftaya kadar yasal olmasına) rağmen üzücüdür ki hekimler arasında bile isteğe bağlı düşüğün yasal olmadığı ya da üst sınırının sekiz hafta olduğunu düşünenler var.
Bu sonuçlar, bu konuda düşünen ve çalışan kişiler için şaşırtıcı olmasa da yaşananları ve olası nedenlerini hizmet alanların değil bizzat sunanların tarafından göstermesinin önemli olduğunu düşünüyorum. Aynı zamanda isteğe bağlı düşükleri üreme sağlığı hizmetlerinin bir parçası olarak ele almasının ve bunu temel bir hak olarak gözetiyor olmasının da savunma hattını güçlendirdiğine inanıyorum.