Maliyet hesapları üzerinden kurgulanan sosyal destek mekanizması cinsiyet rollerini ve aile kavramını dilediği gibi kullanıyor. Bu kurguda kadın köle ama cennet ayaklarının altında.
Feminist hareket olarak kazanımlarımızın mevcut muktedirlerin eliyle geriye döndürüldüğü şu günlerde bu yazıyı bir politik değerlendirme olarak okumanızı ve üzerine birlikte düşünmeyi öneriyorum.
Yaşadığımız bu dönemin hepimizin üzerinde ağır etkileri var. Daraltılmış bir hareket alanı içinde oraya buraya çarpa çarpa yürüyoruz. Ülkenin içinde bulunduğu politik atmosferde, ancak hastanelerde, cenazelerde, adliyelerde bir araya gelebildiğimiz bir süreç yaşıyoruz; elbette ağır bir süreç. Dolayısıyla politik stratejimizi planlamakta zorlanmamız çok anlaşılır bir durum. Bu abluka dağılmadan hareket edemeyeceğimiz de düşünülebilir. Üst üste meydana gelen olaylar çoğumuzu nereye koşacağımızı bilemediğimiz bir duruma sürükledi. Ülkenin içinde bulunduğu hal tüm muhalefeti hareketsiz bıraktı. Birbirimizi gözetemez durumlara düştüğümüz de söylenebilir.
Feministler olarak sokağa kitlesel olarak çıkabildiğimiz 8 Mart ve 25 Kasım gece yürüyüşleri, bizle birlikte tüm muhalefete nefes oldu. Bu iki tarihsel misyona sahip gün dışında birlikte hareket etmeyi sürdüremiyor olmamıza dair pek çok sebep sıralanabilir. Ben bunlardan biri üzerinde duracağım.
Bir süredir feminist hareket, çoğunlukla yasal hak mücadelesi ekseninde sözler üretiyor. Esasen “yasa tasarılarına itirazlar” boyutunda kalan mücadele bizi sistem içinde istemediğimiz bir yere sürüklüyor. Sürekli itiraz eden bir noktada kalmış olmamız elbette anlaşılmaz değilse de sonuçları itibarıyla motivasyon kırıcı. Çünkü ana akım bize benzemiyor. Bize, fikirlerimize, sadece karşı değiller, aynı zamanda düşmanlar. Ve bizler devamlı cezalandırılıyoruz.
Yasal hak mücadelesi elbette politik araçlarımızdan biri, fakat benim son yıllardaki gözlemim bu politika yapma biçiminin hayatlarımıza fazlasıyla kök salması. Hukukçu arkadaşlarımızla birlikte ürettiğimiz feminist politikalardan besleniyoruz. Oysa geldiğimiz yer, bizim feminist hukukçuların mücadele zeminini doldurmamız. Üstelik karşımızdakilerin adaleti kendilerine. Yıllardır memleketin yasa yapıcılarına ve adaletine olan güvenimiz belli, duruşumuz belli. Hukuk dilini bilmek, yasa numaraları ile konuşmak bizlerin işi değil. Feminist hareket, tamamen feminist hukukçulardan müteşekkil de değil. Hukuk ülkedeki adaletin tesisi ihtiyacını sağlayamıyorken, taleplerimizi oradan doğru kurmak ne kadar anlamlı?
Yasal düzenlemelerdeki taleplerle reform mücadelesi boyutuna sıkışan feminist hareketin bize kazandıracaklarını oturup düşünmeliyiz. Elbette hukuk mücadelesinin süregitmesi önemli. Ama hedefimiz, hazırlanan ya da uygulamaya sokulacak yasal düzenlemeler, politik olarak bizim başlattığımız noktadan kurgulanması olmalı. Bizlerse hukukçu gibi düşünmek yerine, başka bir hayatın kurulabileceğine ilişkin örnekleri artırmakla uğraşmalıyız. Bir kadına karşı işlenen bir suçu, “erkek adalet” ceza yöntemiyle mevcut hukuk sisteminin çözmesi zaten kendi başına ironik değil mi? Üstelik bugün ülkede hukukun üstünlüğü kavramı son derece tartışmalı hale gelmiş ve hukuka olan güven ciddi bir zedelenme içine girmişken, mücadele hattını hukuka sabitlemek pek sonuç alıcı görünmüyor.
Adliye önlerinde geçirdiğimiz zamanları başka bir biçimde örgütleyebilir miydik? Dava takipleri kadınları güçlendirse de, bu sürdürülebilir bir eylem biçimi mi? Dava takiplerinin sonuçlarını değerlendirebildik mi? Duruşmalara katılım şeklimiz davanın seyrini nasıl etkiledi?
Yazının başında kazanımlarımızın geriye döndürüldüğünden bahsetmiştim. Bakanlığa “kadın” yerine “aile”, “çocuk” yerine “aile” dendiğinde gidişatın bu denli fütursuzlaştırılabileceği belliydi. Aile odaklı sosyal hizmet bakış açısını değiştiremediğimiz ve buna itirazı yükseltemediğimiz sürece yasa tasarıları cezacı bir anlayışla karşımıza çıkmaya devam edecek. Ve biz bataklığı kurutamadığımız sürece sinekler üreyecek.
Sorunun merkezi erkeklik
Cinsel istismar yasa tasarısına sadece itiraz etmek, yeterli bir müdahale değil. Ceza yasasındaki değişiklikler elbette bizleri etkiliyor. Ama bizler, bir suç işlendikten sonra verilecek ceza yerine önleyici ve koruyucu tedbirlerin politikası üzerine daha çok kafa yormalıyız. Son tasarıda çocuk istismarını engellemek için cezaları artırma yoluna gidildi. Oysa sosyal devlet, çocuğun yaşam koşullarından, eğitime erişmesinden, başına bir iş gelmemesinden sorumludur. Takibi yapılamayan her çocuk bu ülkenin (k)ayıbıdır.
Bugün sistem nasıl işliyor? Diyelim ki çocuk cinsel istismara açık olduğu işyerlerinde ya da sokakta çalıştırılıyorsa ve devlet bunu tespit edebilirse, aileyi takibe alıyor. Aile içinde çalışabilecek durumda olan yok ise, anne ya da baba hayatta değilse, gibi belirlenen kriterler üzerinden çocuğun okuması için aileye maaş bağlanıyor. Türkiye’de tespit edilen çalışan çocuk sayısı yaklaşık iki milyon. Dolayısıyla sosyal, ekonomik destek talebi oldukça fazla. Bu yoksullukta maddi desteği alan aile becerebilirse çocuğunu okula gönderebiliyor.
Yaşlı, engelli bakımı da profesyonel hizmetten uzak, para karşılığı aile içinde çözüldüğünde devlet açısından daha ucuz yoldan halledilmiş oluyor, ama böylece asla gerçek değeri karşılanmayan bir hizmet türüne dönüşüyor. Ayrıca, biliyoruz ki ev içinde bakım emeği tamamen kadının sorumluluğunda. Aileye bağlanan maaşın kontrolü tahmin edersiniz bakım işini yapanın değil, erkeğin cebinde. Görünmeyen bakım emeği, evde erkek şiddeti ile baskı altında.
Sosyal Hizmetler hayli yüklü bütçe kalemlerinden oluşur. Bunlar, geri dönüşü olmayan bütçelerdir. İnsan olmanın gerektirdiği biçimde yaşamanın, insana yaraşır bir hayatın varlığı için hizmet üretir. Fakat Türkiye’de devlet, bu yükümlülüklerden olabildiğince sıyrılmaya, manevi olarak aile güzellemesiyle işi ucuza getirmeye bakıyor.
Düşünsenize; sosyal çalışan, özel eğitimci gibi gerekli profesyonel meslek elemanı masrafı yok.
Bakım işleri için gerekli eleman ve malzeme masrafı yok.
Mekan ve kişisel bakım masrafı yok…
Kadın hem tamirci, hem öğretmen, hem doktor, hem hemşire, hem psikolog, hem aşçı. Aileye cüzi bir para yardımı yapmak devleti ciddi bir mali yükten kurtarıyor. O parayı kim almış? Yaşlıya, çocuğa, hastaya nasıl bakılmış? Nasılsa yuvayı dişi kuş yapıyor. Dişi kuş ne halde, evde işler nasıl gidiyor, kimin umurunda? Maliyet hesapları üzerinden kurgulanan bu sosyal destek mekanizması cinsiyet rollerini ve aile kavramını dilediği gibi kullanıyor. Bu kurguda kadın köle ama cennet ayaklarının altında… Tüm dünya bizim sosyal hizmet politikasına nasıl bu kadar az bütçe ayırdığımızı ağzı açık izliyordur.
Bana kalırsa aile kurumuna karşı olmayı daha maddi sonuçlar üzerinden yapmalıyız. Pek çoğumuzun aile kurumu karşıtı hayalleri ile yaşadığı hayatlar arasında fark var. Bu farkla kendi hesaplaşmalarımızı yapmak bir kenarda dursun ve o da başka bir yazının konusu olsun. Ama sosyal hizmet anlayışında yaşanan her türden şiddet, istismar ve sömürüyü aile kurumu içinde çözmeye çalışan muktedirlere karşı net tutum ve duruşu örgütlemek gerekiyor. Kendi hayatlarımız için.
Gündemi belirleyecek politik altyapıya sahibiz. Nereden başlanacağına yönelik tartışmayı yapmak bir başlangıç olacaktır. Benim derdim kadınların gündelik hayatlarına dokunan bir şeyler yapabilmek. Elbette bu OHAL ortamında daha dikkatli ve özenli bir politik strateji gerekli.
Dayağa karşı kampanya, mor iğne kampanyaları gibi hukuk ayağı da olan, ama aynı zamanda sokakta ve hayatlarımızda bizleri güçlendiren bir hattın acilen örülmesi gerekli. Erkek egemen toplumu ve devleti eleştiren ve müdahale eden feminist dayanışma, damarlarımızdaki cadı kanında mevcut!
Merhaba,
Metni kaleme alan Özgür’e çok teşekkür ediyorum, içimizden geçen bir şeylerin toparlanıp dile gelmesi olmuş, kalemine sağlık Özgür. Tüm bu yok etmenin karşısında yeniden var edebilmenin ve yıkıcılığın cesaretiyle yeniden coşkuyla sokaklarda özgür var olabileceğiz ve onlar bizleri öldürmeden bu abluka dağılacak! Yeniden birbirimize temas edebildiğimiz, birbirimizden öğrendiğimiz, birbirimizle eylediğimiz, birbirimizle yeni yaşamlar kurabildiğimiz mor-pembe-kara dünyada.
Çok sevgiler