Kamu kurumlarıyla ilişki kurmak her geçen gün zorlaşırken, fon kısıtlamaları, sıkı denetimler ve yargı tehditleri çalışanların hem işlerini hem de kişisel güvenliklerini riske atıyor. Tüm bunlar tükenmişlik, aidiyet kaybı ve umutsuzluk gibi duyguların artmasına neden oluyor.
Bir apartman dairesindeki küçük ofisin ışığı mesai bitmesine rağmen yanıyor. Yorgun bir kadın, bilgisayarını önüne çekip birkaç gündür üzerinde çalıştığı proje başvurusuna bakıyor. Büyük ihtimalle kabul edilmeyecek bu proje için belki gece yarısına kadar bilgisayar başında olacak. Aklının dağılmasını, bitirmesi gereken yüksek lisansla bulması gereken ev arasında gidip gelmesini engelleyemiyor. Sabah ofise geldiğinde kahvenin hazır olduğunu, çalışma arkadaşıyla ettikleri sohbeti anımsayınca gülümsüyor. Çalıştığı projenin birkaç ay sonra biteceğini ve işsiz kalacağını düşününce ürperiyor. Bu döngünün, çaresizlik hissinin ve yorgunluğun üzerine çok düşünmemeye çalışırken birden hatırlıyor: “En azından işe yarar bir şey yapıyorum”.
Türkiye’deki sivil toplum kuruluşlarında (STK) çalışan kadınlar[1], çoğu zaman düşük ücretler ve güvencesiz çalışma koşullarıyla karşı karşıya kalıyor. Buna rağmen, politika üretebilme isteği, topluma fayda sağlama motivasyonu ve işten alınan manevi tatmin, onların bu alanda var olmaya devam etmelerini sağlıyor. Bu yazıda, STK’larda çalışan kadınların sıklıkla değersizleştirilen ve görünmez kılınan emeğinin tarihsel ve toplumsal nedenlerine birlikte bakmayı; aynı zamanda bu koşullar karşısında geliştirdikleri direniş stratejilerinden bazılarını paylaşmayı amaçlıyorum. Gönüllülük, güvencesizlik, bakım emeği ve duygulanımsal emek gibi kavramlar etrafında hızlı bir kuramsal zemin sunarken, sahaya dayalı argümanlarla kadınların deneyimlerini görünür kılmaya çalışacağım. Bu metin, STK’larda daha adil ve eşitlikçi emek süreçlerinin nasıl mümkün olabileceğine dair kolektif bir düşünme çağrısıdır.
“Hak temellilik” söyleminden kurum içi pratiklere: “Tazminat hakkı politik bir mesele olmalı”
Türkiye’de STK’lar, dünyadaki politik-siyasi dönüşümler (Sovyetler Birliği’nin çözülüşü, sosyal devletlerin küçülmesi gibi etkenler), iç siyasetin değiştirdiği yönler (özellikle Avrupa Birliği’ne giriş çabalarına denk gelen yıllar) ve yaşanan büyük afetler/krizler gibi faktörlerin etkisiyle 1990’ların sonundan itibaren hızlı yaygınlaşmaya başladı ve ilerleyen yıllarda maaşlı çalışanların ve profesyonelleşmenin artmasıyla bir “emek piyasası” hâline geldi. STK’lar kurumsallaşma düzeyleri, ölçekleri, kaynakları, amaçları ve çalışma yöntemleri bakımından birbirinden oldukça farklıydı. Ama hak temelli çalışan yapılar, hizmet sunmanın ötesine geçip, birlikte hareket ettikleri grupların haklarını savunmayı temel bir ilke olarak benimsediler -en azından bunu hedeflediler. Elbette bu yapıların da kendi içlerinde farkları vardı; kimisi işleyişiyle neredeyse bir şirketi andırırken, kimisi daha muhalif bir duruş sergileme iddiasıyla hareket etti. Ama yıllar içinde bir şey değişmedi: Dışarıya dönük tüm bu iddialar, hedefler, söylemler çeşitlenirken, yapı içinde bu işleri yürüten maaşlı çalışanların koşullarına pek de dikkat edilmedi.
Son birkaç yılda hem bazı sendikal girişimler hem de çalışanların seslerini daha çok duyurmaya başlamasıyla STK’larda emeğe dair sorunlar yavaş yavaş görünür olsa da, uzun süre bu meseleler konuşulmadı, konuşulsa bile çoğu zaman yapı içinde kaldı. Bunun bir nedeni, STK’ların çevresinde oluşan “kutsallık” imajıydı; çalışanlar muhalif ve kamusal alanda “prestijli” bir konuma sahip olan bazı STK’ların imajı sarsmamak adına içeride yaşanan sorunları kamuya açık şekilde dile getirmedi. “Zaten her yerde böyle” ya da “bu işin bir kısmı gönüllülük zaten” gibi söylemler, çalışanların birbirleriyle bile bu meseleleri konuşmasının önüne geçti. Oysa bugün pek çok STK’da güvencesiz çalışma, düşük ücret, belirsiz iş tanımları, esnek ve fazla mesai, sosyal haklardan yoksunluk gibi sorunlar neredeyse sıradan hâle gelmiş durumda. Birçok kurum, çalışan haklarına dair açık bir politika belirlemiş değil; hatta çoğu zaman sözleşmeler bile yasal çerçeveye uygun şekilde hazırlanmıyor.
Bu sorunların arkasında neredeyse hiç dile getirilmeyen ama çok önemli bir başka dinamik daha var: sivil toplum alanında ağırlıkla kadınların çalışıyor olması. Kadın emeğinin tarihsel olarak hem ücretsiz hem de ücretli formlarında kolayca değersizleştirilip görünmez kılındığını biliyoruz ve bu eğilim STK’larda da benzer biçimlerde yeniden üretiliyor. Özellikle erkeklerin yönetici pozisyonlarında olduğu kurumlarda (ya da kurumlarla) çalışan kadınlar, yaş/cinsiyet temelli aşağılama ve taciz gibi davranışlara maruz kalabiliyor. Kurum içi politikalar yetersiz, güç ilişkileri eleştiriye kapalı olduğunda ve bu durum belirli kişileri/kurumları koruyan yapılarla birleştiğinde, sorunlar daha da derinleşiyor.
STK’lardaki emek süreçlerinde görünür olan ciddi yapısal sorunlar “kaynak yetersizliğiyle” açıklanma eğiliminde olsa da, alandaki farklı kurumlara bakıldığında bu gerekçenin tek başına belirleyici olmadığı açıkça görülüyor. Kurumların nasıl yapılandığı, hangi etik ve politik ilkeleri benimsediği ve çalışanların seslerini ne ölçüde duyurabildiği gibi etkenlere dikkat etmek gerekiyor. Fakat birçok kurumda temel işçi haklarını talep etmek bile kolay olmuyor. Yukarıda bahsettiğim alana özgü kabullerin yanı sıra, işçi-işveren ilişkisi ya karmaşık bir yapıya sahip oluyor (örneğin işveren genel koordinatör mü, yönetim kurulu mu, fon veren mi çoğu zaman belli olmuyor) ya da bu ilişki hiç tanımlanmamış olabiliyor (çalışanlar kendi kendinin işvereni gibi davranmak durumunda da kalabiliyor). Sivil toplum alanına özgü çelişkiler, hak taleplerine dair yöntemlerin de muğlaklaşmasına, sendikalaşma gibi temel araçların işlememesine yol açabiliyor.
STK’ların mevcut işleyişine baktığımızda, en temel işçi haklarının dahi çoğu zaman uygulanmadığını söyleyebiliriz. İş Kanunu’na “ama”sız tabi olunan durumlarda bile bu haklar çalışanı korumakta yetersiz kalabiliyor (regl izni, öz bakıma dair yan hakların gerekliliği vb.). STK’larda ise yemek ve yol giderleri, tamamen işverenin inisiyatifine bırakılmış durumda ve birçok kurum bu masrafları karşılamıyor. En yaygın sorunlardan biri ise proje bazlı çalışma nedeniyle alanda genel geçer belge olan belirli süreli iş sözleşmeleri. Bu sözleşmeler, kıdem tazminatı ve yıllık izin gibi temel hakları ortadan kaldırıyor ve pek çok çalışan yine alandaki, bu tür hakların “talep edilemeyeceği” yönündeki yaygın söylemler sebebiyle bu haklardan vazgeçmiş durumda. Birçok STK’nın insan kaynağı için ayrılan bütçenin tamamen projelere bağlı olması, ekonomik sıkışıklıkta ilk gözden çıkarılan kalemin çalışan hakları olmasına neden oluyor. Bu da hak ihlallerinin süreklileşmesini ve hatta meşru kılınmasını beraberinde getiriyor. Bu alanda yarı zamanlı (part-time) çalışma da oldukça yaygın bir pratik. Ancak kimi zaman, fazla mesaiyi engellemek çalışanın sorumluluğuymuş gibi görülüyor; yani işin sınırlarını korumaya dair tedbirler çalışandan bekleniyor, gittikçe artan çalışma saatleri ise neredeyse “normal” hâle geliyor. Fazla çalışma saatlerini izin yoluyla telafi etmek STK’larda başvurulan bir seçenek olsa da bu yöntem çoğunlukla hak kayıplarıyla sonuçlanıyor.
Bir diğer önemli belirleyen ise fonlarla çalışıyor olmak. Fon verenlerin beklentileri ve dışsal baskılar, kimi zaman kurumların iç işleyişini ve politikalarını doğrudan etkileyebiliyor. Çekirdek (core) hibe denen kurumsal destekler oldukça yetersiz ve fon sağlayıcılar insan kaynağına mümkün olduğunca az para ayırmak istiyorlar. STK’larda çalışanlar hem kendi işlerini yapıp hem de fon aramaya, proje yazmaya koştururken, özellikle görev dağılımı netleşmemişse işler hızla karmaşıklaşıyor, iş yükü artıyor, örgüt içi ilişkiler zora düşüyor. Bitmeyen bir hayatta kalma mücadelesi ve bunu belirsizlikler içinde sürdürmek, kurumları büyük hayaller yerine küçük ve ulaşılması kolay hedeflere yöneltiyor; esas amaçlarından saptırabiliyor. Tüm bu güvencesizlikler zamanla yorgunluğa, tükenmişliğe ve “Biz ne için başlamıştık?” sorusuna yol açıyor.
Peki, bir hak temelli STK’nın yapısı orada çalışan işçilerin gündelik yaşantısına nasıl sirayet ediyor? Bir kurumda kararların nasıl alındığı, iç iletişimin ne kadar şeffaf olduğu ya da çalışanların bu süreçlere ne ölçüde katılabildiği gibi unsurlar, doğrudan günlük emek deneyimini şekillendiriyor. Yatay örgütlenme vesilesiyle ekipteki herkesin aynı düzeyde etki ve yetki sahibi olduğu çağrışımı kulağa hoş gelse de uygulamada çoğunlukla bu örgütlenme şekli gerçekçi biçimde işlemiyor ve doğrudan eşitlik anlamına gelmiyor. Yatay örgütlendiğini söyleyen yapıların içinde de hiyerarşiler ve güç ilişkileri kendine yer bulabiliyor ve daha kötüsü bu hiyerarşilerin üstü örtülebiliyor. Esas mesele, yatay ya da dikey örgütlenmeye dair ihtiyacın ve yapı içinde ilişkilerin ne kadar tanımlı olduğu ve karar alma/iç iletişim süreçlerinin ne kadar açık/demokratik ilerlediği. Çalışanların -asgari olarak- kendilerini ilgilendiren konularda karar alma süreçlerine katıldığı ve açık, düzenli şekilde bilgilendirildiği bir sistemin kurulması, emek süreçlerini doğrudan etkiliyor. Bu tür yapılar, STK’ların kapitalist şirketten farklı olarak “hak temellilik” iddialarını kendi iç işleyişlerinde hayata geçirmek yönünde adımlar atmış oluyorlar. Bu da hem emeğin görünürlüğünü artırıyor hem de kurum içindeki eşitsizlikleri azaltma yönünde somut bir adım anlamına geliyor.
Gönüllülükten güvencesizliğe uzanan projeler: “İş saati bitiminde çıkıyorsun, demek ki bu işi yeterince sevmiyorsun”
Belirli süreli sözleşmelerle çalışmak, birçok şeyi işin sona ereceği tarihe göre ayarlamak, her an yeni bir iş arama baskısıyla yaşamak demek. Özellikle yaşam maliyetlerinin hızla yükseldiği Türkiye’de bu durum, çalışanlar üzerinde ciddi bir yük yaratıyor. Pek çok kişi, aynı kurumda birden fazla sorumluluk üstlenmek ya da ek işler yapmak zorunda kalıyor. Bu da zaten esnek olan çalışma saatlerinin giderek hayatın tümüne yayılmasına neden olabiliyor. Klinik psikoloji, çevirmenlik ya da editörlük gibi farklı alanlarda formasyonu olanlar, mesai dışında, kişisel zamanlarını kullanarak freelance işler yapabiliyorlar. Eğer kişi uzun süredir STK alanında çalışıyorsa, projelere başvurma, fon/kaynak bulma, ağ kurma ya da atölye düzenleme gibi “araçlar” edinmiş oluyor. Bu vesileyle başka STK’lar için dışarıdan, bağımsız işler alma imkânı[2] bulabiliyor. Ama tüm bunlar, iş güvencesi yerine sürekli bir koşturma, kaygı ve geçim derdiyle şekillenen bir emek rejimi anlamına geliyor. Bu koşullar özellikle “deneyimsiz”, genç kadın çalışanlara daha kolay dayatılıyor. Akademideki güvencesizlikler sivil toplumdakiyle iç içe geçince daha da görünür oluyor. Pek çok kişi, artık akademik hedeflere ne ölçüde hizmet ettiği belirsiz hâle gelen yüksek lisans ve doktora eğitimlerini sürdürürken, aynı zamanda STK’ların esnek ve geçici çalışma koşulları içinde hayatta kalmaya çalışıyor. Bu durum, bir yandan akademik meşguliyet, öte yandan geçim kaygısıyla yürütülen çoklu ve parçalı bir yaşam deneyimini beraberinde getiriyor.
O hâlde şu soruyu sormak gerekiyor: Kadınlar, bu kadar belirsiz ve güvencesiz koşullarda çalışmaya neden devam ediyor? Bu sorunun peşinden gitmek bizi, STK’larda kadın emeğini şekillendiren en temel dinamiklerden birine, yani gönüllülüğe götürüyor.
Gönüllülük, sivil toplum alanındaki emek süreçlerini etkileyen en belirleyici unsurlardan biri ve bu alanda kendine özgü referansları olan bir emek türü. Bir ücretsiz emek biçimi olarak gönüllülük, sivil toplum alanı içinde özel bir anlam taşıyor; “katılımcı yurttaşlık” ve “topluma fayda sağlama” misyonuyla birlikte anılıyor. Kimi zaman ise, özellikle politik vasfı daha güçlü olan STK’larda, gönüllülük aktivizm[3] ve savunuculukla ilişkilendirilerek toplumsal hareketlerle bağ kuran bir anlam kazanıyor. Ancak gönüllülüğün sınırları çoğunlukla belirsiz ve sınırları iyi tanımlanmadığında, hak ihlallerine ve emeğin sömürülmesine zemin hazırlayabiliyor.
Çalışanlardan profesyonel işlerinin yanında gönüllü emek vermeleri de sıkça bekleniyor; bu talep her zaman açıkça ifade edilmese de, alandaki kabullerle besleniyor ve normalleşiyor. Bu durum çalışanların iş yükünü artırıyor ve özellikle kadınların üstlendiği duygusal/duygulanımsal emekle ve bakım emeğiyle ilişkilendirilebilecek işlerin görünmezleşmesine neden oluyor. STK’larda kadınlar, iş tanımlarının gerektirdiği -ve çoğu zaman net olmayan- sorumlulukları yerine getirmekle kalmıyor, örgütün işleyişini sürdürmek açısından da yoğun biçimde emek veriyor. STK’ların kendi içinde gündelik olarak süren ve yeniden üretim emeğine benzer işlerin (temizlik, düzenleme, sürekliliği sağlama, ekip arkadaşına bakım verme, kurumu gözetme…) görünmezleşmesi ve bu işleri kurumların/örgütlerin içinde de kadınların “üstlenivermesi” hiç tesadüfi değil.
Karma örgütlerde sahadaki katılımcılarla ya da gönüllülerle kurulan ilişkiler genellikle kadınların sorumluluğunda. Katılımcılarla ilişkiler politika belgeleri ile düzenlenmemişse ve daha önemlisi bu belgeler somut biçimde işleyişe dahil edilmemişse çalışanların işleri son derece zorlaşıyor. Gönüllülerle çalışanlar arasındaki hiyerarşi pek de fark edilmeden ve hızla kurulabiliyor (eğer gönüllülerin yaş, deneyim gibi farklı nitelikleri baskınsa bu hiyerarşi ücretli çalışanlar üzerinde de baskı yaratabiliyor). Bazı STK’larda “gönüllü yönetimi” gibi görevler tanımlı ve bir kişiye ait, bu durumlarda bir sorun olduğunda çözmek daha kolay olabiliyor. Ama çoğu durumda bu ilişki tanımsız kalıyor ve yük özellikle kadın çalışanların omzuna biniyor. Gönüllülerle ilişkileri düzenlemek, dernek faaliyetlerine katılımlarını kolaylaştırmak, onları motive etmek, ücretli çalışanlara verilemeyen işleri “rica” ederek yaptırmak, mentorluk yapmak gibi birçok görünmeyen iş bu ilişkilerin parçası hâline geliyor. Gönüllülerin ücret almaması, çalışanların bu emeği “takdir” edecek mekanizmalar yaratmasını ve sürdürmesini de zorunlu kılıyor.
Ücretli çalışanlardan gönüllü emek de vermelerinin beklendiği durumlarda, gönüllü ve profesyonel iş arasındaki sınırın muğlaklaşması, kişisel zaman ile iş zamanının iç içe geçmesine ve çalışanların özgür zamanlarının azalmasına neden oluyor. Bu sınırı çizmek hiç kolay değil üstelik, çünkü hak temelli STK’larda çalışan kadınların deneyimleri, duygusal emekle örülü bir mücadele alanına da işaret ediyor. Sevgi, öfke, adanmışlık ve hayal kırıklığı gibi duygular, işin ayrılmaz parçası oluyor. Bürokratik süreçler ve profesyonelleşmenin getirdiği sınırlar, “sahada çalışmanın anlamına” ket vurabilse de en zorlayıcı şeylerden biri psikososyal desteğin eksikliği oluyor; çünkü bu şekilde gittikçe artan duygusal yük bireysel baş etme mekanizmalarına terk ediliyor. Bu nedenle hem dayanışmayı güçlendirecek hem de duygusal emeği tanıyıp destekleyecek mekanizmalar geliştirmek, bu alandaki emeğin sürekliliği için elzem görünüyor.
Çalışanların politik tutumları ve motivasyonları yapılan işin büyük bir kısmını oluşturuyor fakat hızlıca tasniflenemiyor, birbirine tamamen benzemiyor, aksine fazlaca çeşitlilik gösteriyor: Kimileri STK’ları toplumsal mücadele açısından yetersiz bulurken, daha bağımsız, radikal ve kendi kaynağını üretebilen yapıları öneriyor. Bazıları, örneğin feminist hareketle doğrudan ilişkili yapılar içinde çalışanlar, yani çalıştığı kurumu aynı zamanda “örgütü” olarak niteleyebilenler ise bu alana hareketin umut ve öfkesini taşıyarak, STK’ları da mücadeleye dahil etmeye çalışıyor. Bunun dışında, STK’ları “büyük ideolojilerden” uzak olarak görenler de var, bireysel anlamlar buldukları bu alanlarda çalışmayı, yaşamla kurdukları bağın bir parçası olarak değerlendirmek istiyorlar. “STK’larda çalışmanın” nitelikleri ve anlamı kuşaklar arasında da motivasyonlar, işle kurulan ilişki, hak talep etme araçları gibi bağlamlarda farklılık gösteriyor ve örgüt içi ilişkiler söz konusu olduğunda bu mesafelere daha yakından bakmak gerekiyor.
Son raddede gönüllülük, STK’lardaki kadın emeğinin çok büyük bir parçası ve yekten kötü addedilemez; sınırları netleştirildiğinde ve politik bir tutumla birleştiğinde, profesyonel emekle yan yana durabilen, hatta politika üretme imkânlarını güçlendiren bir araç hâline de gelebiliyor. Toplumsal hareketlerin içindeki gönüllü pratikler ve feminist saiklerle var olan kimi STK’lar bunun iyi örnekleri. Burada esas mesele, gönüllülüğün bir denetim ya da sömürü aracı hâline gelmesini engelleyecek açık, koruyucu stratejilerin geliştirilmesi.
STK’larda çalışan kadınların emeğinin yeniden üretim emeğine benzerliği, bu emeğin nasıl görünmezleştirilip değersizleştirildiğini ortaya koymak açısından oldukça anlamlı. Özellikle post-fordist üretim düzeninde, duyguların ve öznelliğin gittikçe daha fazla metalaştırıldığı düşünüldüğünde, bu tür emek biçimlerini ayrıntılandırmak kapitalizmin işleyiş biçimlerini de anlamak açısından elzem hâle geliyor. STK’lardaki kadınların emeğinin toplumsal yeniden üretimdeki[4] yerini tayin edebilmek hem buralardaki hak mücadelesi açısından hem de daha kitlesel mücadeleler açısından önemli görünüyor.
Dayanışma ve dönüşüm olasılıkları: “Kuruma karşı kurum olman lazım”
STK’lar artık, 2000’lerin başında ortaya çıktıkları toplumsal ve siyasal ortamda faaliyet göstermiyor. AKP döneminde artan otoriterleşme, muhalif STK’ların baskı altında kalmasına yol açarken, hükümete yakın yapılar seçici bir meşruiyet kazanarak öne çıkıyor. Devletin sosyal hizmetlerdeki yetersizliği hak temelli STK’ları hizmet sağlayıcı konumuna itiyor; bu da hem devletin sorumluluğunu görünmez hâle getiriyor hem de STK’ların savunuculuk rolünü gölgede bırakıyor. Kamu kurumlarıyla ilişki kurmak her geçen gün zorlaşırken, fon kısıtlamaları, sıkı denetimler ve yargı tehditleri çalışanların hem işlerini hem de kişisel güvenliklerini riske atıyor. Tüm bunlar tükenmişlik, aidiyet kaybı ve umutsuzluk gibi duyguların artmasına neden oluyor.
Hak temelli STK’larda çalışan kadınlar çoğunlukla proje bazlı ve çoklu kariyerle çalışma, düşük ücretler, toplumsal cinsiyete ya da sınıfa, dile, etnik kökene dayalı ayrımcılıklar ve hak ihlalleri gibi sorunlarla karşı karşıya kalıyor; güvencesizlik ise sadece yapısal bir mesele değil, gündelik hayata sızan bir duygu olarak deneyimleniyor.
Tüm bunlarla birlikte, bu koşullara pasifçe maruz kalmıyorlar; aksine, yaşadıkları sorunları tanıyor, bireysel ve kurumsal düzeyde direnç yolları geliştiriyorlar. Örneğin, feminist örgütlenmelerin feminist hareketin geçmişinden gelen deneyim ve pratiklerden beslenmesi, sivil toplumdaki emek süreçlerine dair bir fark ve açıklık yaratabiliyor. Türkiye’deki feminist hareketin tarihsel birikimi ve kurumsallaşma deneyimi, bugünkü STK’lara da yansıyor; bu yapılar, hareket içindeki eleştirilerden ve “melezleşen” ilişkilerden öğrenerek daha kolay dönüşebiliyor.[5] Feminist hareketin gücü dağıtmayı, eşitlikçi dinamikler kurmayı öneren mirası, sadece kadın örgütlerinde değil, daha geniş STK yapılarında da etkisini gösteriyor. Belirgin sorumluluk dağılımı, gönüllülük ve bakım işlerinin paylaşılması ekip içi dayanışmayı güçlendiriyor. Rotasyon uygulamaları, eşit işe eşit ücret, işçi haklarının koşulsuz tanınması, hiyerarşiyle açık biçimde yüzleşilmesi ve birbirinden öğrenmeye açık yapılar oluşturulması hem kurumların iç işleyişini hem de alandaki emek süreçlerini dönüştürme potansiyeli taşıyor. Bu tür feminist ilke ve pratikler, STK’larda daha adil ve eşitlikçi emek ilişkilerinin kurulması için güçlü bir araç olma potansiyeli taşıyor.
STK’lar fon/hibe ile ayakta kaldıkça proje bazlı ve yarı zamanlı çalışmanın getirdiği yapısal sorunlardan kaçmaları çok kolay olmuyor. Yine de bazı hak temelli STK’lar, bu belirsizliklerle başa çıkmak için kendi içlerinde bazı yollar bulmaya çalışıyor. Mesela hibelerden bağımsız olarak var olabilen yapıların desteklenmesi, fon verenlerle ilişkiler ve çalışan hakları söz konusu olduğunda kurumun ilkelerinin net olması, pozisyonlar arasında rotasyon yapmak, acil durumlar için kenarda para tutmak, süreçleri şeffaf yürütmek ya da işler kötüye gittiğinde maaşları ödeyebilmek için bağış kampanyası başlatmak bu stratejilerden bazıları. Yani bazı yapılar, kısıtlı kaynaklara rağmen dayanışmacı çözümler üretmeye çalışıyorlar.
Çalışanların hak talep etme yöntemleri söz konusu olduğunda, sendikalaşma ilk akla gelen yöntemlerden biri olarak görülse de, STK’ların esnek yapıları, proje bazlı istihdam ve belirsiz iş tanımları/ilişkileri sendikal örgütlenmeyi oldukça zorlaştırıyor. Sendikaların ne kadar şeffaf, katılımcı ve işlevsel bir yapıya sahip olduğu ve sendikaların işçi-işveren ilişkilerinin bu kadar muğlak olan bir alana dair motivasyonu çalışanlar için soru işareti oluşturuyor. Ayrıca STK çalışanlarının daha önceki sendikalaşma deneyimlerinde, -özellikle yapıdaki herkes bunun bir parçası olmuyorsa- sendikalaşan çalışanların işten çıkarıldığı durumlar var. Sendika dışında, dayanışma forumları, dijital paylaşım alanları, anonim şikâyet mekanizmaları ve STK çalışanlarına özgü emek politikaları üretmek gibi araçlar da öneriliyor. Şimdiye dek pek konuşulmayan işçi haklarının birlikte konuşulup sorunların paylaşılacağı kamusal alanlar kurmak bile dayanışma ve mücadelenin sürdürülebilirliği açısından oldukça önemli görünüyor. STK’ların yalnızca hizmet sunan yapılar olarak kalmaması, savunuculuk rollerini sürdürebilmesi için toplumsal hareketlerle daha güçlü bağlar kurması şart görünüyor. Ancak bu mücadele yalnızca devlete karşı değil; aynı zamanda kurumların kendi içlerine, yani karar alma süreçlerine, işleyişlerine ve emek ilişkilerine de yönelmeli. Bugün, daha dayanıklı, daha kolektif bir sivil toplum kurma ihtiyacının alandaki insanlar tarafından da çok daha fazla zikrediliyor olması boşuna değil.
İnsanların tükenmeden, güç toplayarak devam edebilmesi için, hak savunuculuğu yapan yapıların içeride de adil ve yaşanabilir örgütlenmeler kurması şart. Aksi hâlde, hak savunuculuğu iddiasıyla yola çıkan yapılar bile kendi içinde hak ihlallerini yeniden üretmeye devam eder. Söz ile pratik arasındaki bu mesafe ise birlikte var olma imkânlarını gittikçe daha fazla aşındırır. Gerçekten eşitlikçi bir emek düzeni kurmak istiyorsak, STK’ların içindeki sorunları görmezden gelemeyiz. Bunun için yalnızca soyut ilkeler yetmez; her kurumun kendi tarihsel birikimi, mevcut kaynakları ve iç dinamikleri dikkate alınarak somut adımlar atılması gerekir. Sivil toplumda gerçekten dönüştürücü bir etki yaratmak istiyorsak, öncelikle içeride olup bitenleri görmeye, konuşmaya ve dönüştürmeye cesaret etmemiz gerekiyor. Alanda doğallaşan hak ihlallerini sorgulamak ve farklı kurumların deneyimlerinden öğreneceğimiz alanlar yaratmak, yalnızca adil çalışma koşulları için değil, toplumsal hareketlerin sürdürülebilirliği için de elzem. Özellikle toplumsal yeniden üretime dair işlerin büyük ölçüde kadınların omuzlarında olduğu bu alanda emeği görünür kılma, tanıma ve politikalar önermeye dair çabayı, kapitalizmle verilen mücadelenin belirleyici bir tarafı olarak düşünebiliriz.
[1] Yazının başında iki noktaya açıklık getirmek isterim. Birincisi, STÖ (Sivil Toplum Örgütü) ve STK (Sivil Toplum Kuruluşu) kimi metinlerde politik gerekçelerle ayrıştırılsa da, bu farkın daha çok örgütsel işleyişte ve pratiklerde ortaya çıkabildiğini; alan dışındaki biri için bu ayrımın belirleyici olmadığını düşündüğüm için, yazıda daha yaygın olan STK kullanımını tercih ettim. İkinci olarak, bu yazı yakın zamanda tamamladığım doktora çalışmasında ortaya çıkan bulgulara da dayanıyor. Saha çalışmamda kadınlarla görüştüğüm için burada da “kadınlar” ifadesini kullanıyorum; ancak yazıda dile getirdiğim meselelerin, toplumsal cinsiyet temelli ayrımcılığa maruz kalan tüm kişi ve gruplar için geçerli olduğunu özellikle belirtmek isterim. Bu vesileyle, görüşmeler sırasında benimle içtenlikle ve dikkatle deneyimlerini paylaşan tüm arkadaşlarıma bir kez daha teşekkür ederim.
[2] Bu aynı zamanda sınıfsal, etnik ve kültürel bir mesele, sivil toplumdaki imkânlar herkes için aynı değil. Sivil toplum alanında profesyonelleşmenin beraberinde getirdiği kendine has dil, uzmanlık ve ağ ilişkileri, bazı kadınlar için dışlanma, yetersizlik ve aidiyet kaygısı yaratabiliyor. Özellikle seküler ve orta sınıf hegemonya, Kürt kadınlar, LGBTİ+lar gibi farklı kimlikleri dışlayıcı biçimde işleyebiliyor.
[3] Aktivizm, STK alanında ortaya çıkmış bir kavram ve farklı biçimlerde tartışılıyor; kimi zaman gönüllülüğe kıyasla daha politik bir eylem biçimi olarak görülürken, kimi zaman da toplumsal dönüşüm arzusunu tam karşılamayan bir jargona dönüşmekle eleştiriliyor. Bu konu, STK’ların “politik imkânları” tartışmasıyla da bağlantılı olmakla birlikte, kapsamı yazının sınırlarını aştığı için burada daha fazla ayrıntıya girmedim.
[4] Toplumsal yeniden üretim (TYÜ) yaklaşımı, türün biyolojik devamını sağlama, emek gücünün yeniden üretimi ve toplumsal anlamda bakım ihtiyaçlarını karşılama gibi üç temel boyuta referansla kullanılır. Bu emek süreci, çoğu zaman ücretlendirilmez, kapitalist anlamda meta üretmediği ve değer yaratmadığı varsayılarak görünmez kılınır ama yaşamı üreten esas emek gücüdür. Melda Yaman’ın ayrıntılı tanımı için: https://feministbellek.org/toplumsal-yeniden-uretim/
[5] Kadınların sayıca fazla olması ya da toplumsal cinsiyet eşitliği üzerine çalışan bir STK’da bulunmak, hiyerarşik ilişkilerin ve hak ihlallerinin doğrudan ortadan kalktığı anlamına gelmiyor. Aksine, bu tür yapılarda da emek süreçlerine etki eden hiyerarşik ilişkilerin üstü “Buralarda da olmaz artık” denilerek daha kolay örtülebiliyor. Bu nedenle, örgütlerin kendi içlerindeki iktidar ilişkilerini görünür kılması ve bunları dönüştürecek somut mekanizmalar kurması oldukça önemli. Örneğin, Mart 2024’te KA.DER çalışanlarının düşük ücret, mobbing ve sendikal hakların tanınmaması gerekçesiyle kamuya açık biçimde eylem yapması, bu alandaki sorunların toplumsal cinsiyet perspektifine sahip yapılar için de gündemde olduğunu gösteren bir örnektir.