Kadınlık ve kadınlara biçilen cinsiyet rollerini darmaduman eden bir yerde durur bisiklet; aslında kadınların bir beden performans aracı olur.
Gidonu iyi kavra, vitesleri kontrol et, aynanı düzelt, kaskın başında, dizliklerin de tamamsa, akşam yolda farları da yakmayı unutma! Haydi çık yola! Yollar senin, gece gündüz pedalları salla, kimse cesaret edemez seni tutmaya!
Ve evet yoldasın! Bisikletin üzerinde… ‘Balkanlardan gelen soğuk hava dalgası’nın kışlığını bulutların arasından çıkarttığı bugünlerde, hayal edelim ki bugün hava biraz daha keyifli, aydınlık ve bisiklet sürmeye uygun. Lastikler asfaltı yalarcasına hızlıca dönüyor, bir eliniz arka frenin üzerinde, gözünüz yoldan ayrılmazken bir yandan aynadan arka yolu takip ediyorsunuz. Sizi sollayan araçları izliyorsunuz göz ucuyla. Arkada bıraktığınız cadde ve sokaklardan sonra sonunda gideceğiniz yere ulaşıyorsunuz. Nefesinizi son kez teslim edercesine verip bir yere kurulurken çıktığınız bisiklet yolculuğunuzu düşünüyorsunuz. Sahi nasıl geçti? Yorgun musunuz? Keyif aldınız mı? Yoksa düşündüğünüz, uğradığınız taciz ya da “Bugün tacize uğramadım.”, “Bugün de hayatta kaldım.” deneyiminiz mi?
Bisikletli olmak metropoller başta olmak üzere yaşadığımız yerlerde kolay bir iş değil. Yolculuğu bir rekabete dönüştüren dört tekerlekli araç sürücüleri ve trafikte kurallarını kendi yazan, seyir halindeki trafikte de hegemonyasını kuran birtakım erkeklerin cinsiyetçi, heteroseksist küfürleri eşliğinde kendi yolunu bulmaya, sağ salim o trafikten çıkmaya çalışan bisikletliler için, yola çıkmak bir kat daha hayat memat meselesi halini alabiliyor. Bisikletin cinsiyetlendirilmiş olması konusuna geçmeden ve bisikletli olmaya toplumsal cinsiyet yönünden bakmadan önce, bisiklet sürme eylemine karşı toplumda yaratılan tehlike algısından biraz bahsetmek istiyorum.
Yurtdışında elverişli ve sağlıklı bisiklet kullanmak, bunu bir hak talebine dönüştürmek, bunun mücadelesini vermek üzere çalışmalar yürütülüyor. Sadece Türkiye’de değil yurtdışında da çok fazla bisikletli ölümleri gerçekleşiyor. Konuyla ilgili olarak yurtdışındaki iklimin Türkiye’den farkı, bisikletli ölümlerinin kamuoyunda duyuluyor, tepki gösteriliyor ve bisiklet kullanma hakkı üzerinden örgütlü olarak hareket edilip mücadele veriliyor olması. Türkiye’de ne ana akım ne alternatif basının manşetlerinde ya da gazetelerin herhangi bir sayfasında bu konuyla ilgili çok fazla habere rastlıyoruz. Yer alan haberler de kamuoyunu bu konuda harekete geçirecek örgütlü bir muhalif hamle yaratmada yeterli olmuyor. Oysa çok fazla bisikletli, “trafik terörü” olarak nitelendirilen kazalarda hayatını kaybediyor.
Arama motoruna “bisikletli ölümleri”, “bisiklet ve kaza” yazdığımda sayfaya özellikle yakın zamandan çok haber düşmediğini görüyorum. Özellikle 2015 yılında, artan bisikletli ölümlerine karşı “Bisikletli ölümleri dursun!” şiarıyla örgütlenen eylem haberlerini görüyorum. Sadece bir ay içerisinde (Mayıs ayında) haberlere düşmüş ve ölümle sonuçlanmış yedi bisiklet kazasından bahsediliyor. Sadece İstanbul, İzmir, Ankara gibi metropollerde değil Denizli, Düzce ya da herhangi bir şehir yolunda yolculuk eden bisikletlinin araba ya da kamyon gibi araçlar tarafından öldürülmüş olduğu haberlerini görüyorum. Bisiklet aktivistleri tarafından yapılmış eylemler hakkında bir şeyler okuyorum ama bu ne kadar kamuoyuna temas etmiş, pedallar buna karşı ne kadar güçlü sallanabilmiş bilmiyorum.
Kuzey Amerika’da ve burada konuyla ilgili namıyla yürüyen Portland’de, Latin Amerika’da, Britanya’da, Hollanda’da bisiklet aktivizmi örgütlü ve kurumsallaşmış bir şekilde sürüyor. Bisikletler için uygun yol yapımı ve altyapı taleplerini, bisiklet kullanımını teşvik edici eylemlilikleri içine alan bisiklet aktivizmi,1 Türkiye’de henüz karşılığını bulmuş değil. Bisiklet kullanmayı seven, bunu politik bir mesele haline getirmiş bizlerin, kamuoyunu harekete geçirici eylemlilikler ve söylemler geliştirmemiz gerekiyor. Bisiklet sürmek bir direniş pratiği ve politik bir mesele. Bunun gerçekliğini duyurmaktan vazgeçmememiz gerekiyor.
Bisiklet ve cinsiyet
Bisiklet sürmenin hayatta kalmak için mücadele vermek demek olduğu, bisiklet üzerindeyken ve trafik kurallarına uyarken bile her an dört tekerlekli bir araç tarafından öldürülebileceğim(iz) gerçeğinin, bisiklet sürerken rüzgarın yüzümüze en keskin şekilde çarpması gibi vurduğu ve normalleştirildiği yaşadığımız toplum içinde “Bisikletin de cinsiyeti mi olur?”, “Bisikletle cinsiyetin ne alakası var?” dediğinizi duyar gibiyim. Sanırım bu soruya “Evet bence de bisikletin cinsiyetle alakası yok, olmamalı” şeklinde cevap vermek isteyen insanlardan biriyim. Ama mekanların, bedenlerimizin, kendimizi ifade etme ve konuşma biçimlerimizin, performanslarımızın cinsiyetlendirildiği toplumda evet, araçlar da cinsiyetlendiriliyor. Bisiklet de cinsiyetlendirilmiş bir araç.
Bunun pratikte günümüze izdüşümünü görmek pekala mümkünken, öncesinde tarihsel arka planına bakmakta yarar var.
Karl von Drais tarafından 1817 yılında icat edilen bisiklet, Amerika’da 19.yy’ın başında kullanılmaya başlanıyor ve pratikliği sebebiyle, verimli oluşuyla fazla rağbet görüyor. Bu rağbet önce dayanağını yine erkeklerden yana alıyor ve “tekerlek adam” adı altında yarışlar düzenleniyor. Ama erkek alanı haline getirilen bisiklet sürme eylemine çomağı yine kadınlar sokuyor. Bisikletin kadın hareketinde pek önemli bir yeri var çünkü. Ünlü sufrajetler Elizabeth Cady Stanton ve Susan B. Anthony, kadınların oy hakkı için bisiklet sürdüklerini deklare ederlerken bisikletin kadınların yaşamlarını dönüştürmede önemli bir rolü olduğunu, kadınların kendilerine güvenlerini kazanmalarında, daha cesaretli olup kendilerine olan saygınlıklarını artırmada payı olduğu dile getiriyorlar. Hatta bisikletin kadınları özgürleştirmede en büyük araç olduğunu, bisikleti özgür, engeller altında kalmayan kadınlığın bir simgesi olarak gördüklerini belirtiyorlar. O zamanın tabiriyle “tekerlek üstünde bir kadın olmak”, devrimsel gücü elinde bulunduran kişinin kendini var etme yöntemi. Bisikletin kadınlara eşi benzeri görülmemiş bir hareket alanı sağladığı, kadınları korse, uzun kabarık etek giyme zorunluluğundan da kurtardığı söylenir. O zamanlarda normatif kadınlık ve kadınlara biçilen cinsiyet rollerini darmaduman eden bir yerde durur bisiklet; aslında kadınların bir beden performans aracı olur.
Kadınlar için bir direniş pratiği ve kendini gerçekleştirme yöntemi olarak tarihsel arenada kendine yer edinmiş bisiklet sürme eylemi sonrasında, erkek egemen, cinsiyetçi Viktorya çağının dahiyane uygulamalarından biriyle tam anlamıyla bir cadı avına dönüşür. Kadınları bisiklet sürmekten alkoymak için rasyonellikten ve bilimsellikten çok uzak bir medikal tanı koyar birtakım beyzadeler. 19.yy’da ciddi bir sağlık problemi olarak lanse edilen “Bicycle Face” diye bir şey türetilir. Bu ‘hastalık’a göre, bisiklet kullanan kadınların kronik olarak tükenmiş ve gergin olarak görüldüğü, dudaklarını ve ağzını hareket ettirememe, yüzlerinin kızarması, kırışıklarının artması, göz altlarının morarması durumlarının yaşandığı anlatılır. Kalp çarpıntılarına, depresyona ve başka türlü ciddi hastalıklara neden olduğu söylenir. Asla yorgun olamayacak, halsiz görünemeyecek, her zaman güzel görünmesi gerekecek sevgili bağyanlar, bisiklet sürdükleri için ne hâle geliyor diyen cinsiyetçi ve heteroseksist tıp camiası, bisikletin neden olduğu gizli kalmış tehlikeleri açığa çıkararak bu hastalıkla mücadele etmeye karar verir.
Heyhât!
Bisikletin yapısına baktığımızda da inşa edilmiş toplumsal cinsiyet öğretilerinin bisikletin iskeletinde vücut bulduğunu görürüz. Bisiklet ilk icat edildiğinde, seleye oturmak için alınan pozisyonun bir kadına yakışır olmadığı görüşü toplumda hakim olur, uzun etek giyerek bisiklet süren kadınlar için bu yolculuk zorlayıcı bir hâl alır. Bunun üzerine kadınlar için erkeklere göre tasarlanmış bisiklete dayanarak bir başka bisiklet iskeleti yapılır. Daha en başından sorunlu bir şekilde vücut oranına göre değil de erkek-kadın ikililiğini vurgulayacak şeklinde üretilen bisiklet iskeletinin kadınlar için yapılanı, kendi özgünlüğünü koruyan bir yapıda olmaz. Yüksek kadrolu bisikletler erkeklere uygun olarak görülürken alçak kadrolu olanlar, etekle de kullanmalarını kolaylaştırmak adına kadınlara uygun olarak tanımlanır.
Yaşadığımız 2016 yılında, en azından ülkemizde hâlâ bu görüşün kabul gördüğüne tanık oluyoruz. Hanna Negami, bisiklet iskeletlerinin cinsiyetlendirilmesi üzerine yazdığı yazıda,2 kadınların yüksek kadrolu bisikletleri kullanıyor olmasına daha fazla ihtimal verdiğini belirtir. Bunu da, tarihsel süreç içinde kadınlar için üretilen bisikletlerin, erkekler için uygun olarak nitelendirilenler gibi gerçek bir bisiklet olarak görülmemesine bağlayarak, kadroların cinsiyetlendirilmesine ve bunun üzerinden üretilen cinsiyetler arası hiyerarşiye yönelik bir karşı çıkış olarak görür. Bu açıdan bisikletin kadınlara fiziksel ve sosyal yönden hareketlilik kazandırmasının tarihsel ve toplumsal boyutunu anlaşılır bulurken yüksek kadronun bir fallik metaforu çizmesi sebebiyle de bisikletin erkek egemen değer ve motiflerini taşıdığı yargısındadır. Bisiklet kadrolarının cinsiyetlendirilmesine karşı mücadele edilmesi ve bunun normalleştirilmemesi gereken bir konu olduğu gerçeğinin altını çizer.
Aslında önemli olan bisiklet üzerinde ne kadar rahat olduğumuz, onu nasıl sürdüğümüz, cinsiyetten azade olarak bisikletle bedenimizin nasıl bir ilişki kurduğu. Sürüşümüzün sağlıklı ilerleyip ilerlemediği. Mesela Kopenhag ve Amsterdam gibi bisiklet dostu şehirlerde düşük kadrolu bisiklet kullanımının daha revaçta olduğu bilgisi bulunuyor. Ama bir yandan yüksek kadrolu bisikletlerin daha hızlı ve dayanaklı olduğu bilgisi de mevcut. Ama biz kadınların, bisiklet sürmeyi öğrenmiş ve bisikletle yolculuk eden kadınların ya da toplumda kadın olarak atanan kişilerin3 rahat bir şekilde yola çıkmasını sağlayan, sadece bisikletin yapısı değil. Pedalladığımız sokak ve alanlarda, pedallamamızın tacize uğramamız için bir gerekçe olmaması ya da bisiklet kullanmamıza müdahale edilmemesi de daha rahat bisiklet kullanmamızı sağlayacak etmenlerden. Ama ne yazık ki bu etmenlere kolay ulaşamıyoruz. Uzun bir zamana gitmemize gerek olmayacak bir gerçeklikte, İran’da yaşayan kadınlara fetva kararıyla bisiklete binmelerine yasak getirildi. Bunun üzerine İran’da yaşayan pek çok kadın, bisikletli halleriyle fotoğraf ve video çekerek toplumsal cinsiyete dayalı baskılara ve eril tahakküme karşı bir kampanyaya imza attılar. Türkiye’de de “Bekaretin bozulur”, “Kendini teşhir etmiş olursun” gibi yargılamalarla küçükken bisiklete binmesi engellenmiş nice insan olduğunu hesaba katan, kadın bedenine ve iradesine saldıran bu karara, kadın düşmanlığına ve cinsiyetçiliğe sessiz kalmayan nice kadın ve feminist 2 Ekim’de Kadıköy’de kolektif bir şekilde pedal sallayarak İran’daki kadınlarla bir dayanışma gösterdi ve bir eylem örgütledi. Çünkü kadınlar ya da translar olarak sadece fetvalarla pedal çevirmemiz engellenmiyor; sokakta, gece olduğunda, arabalardan sallanan kafalar, atılan sözler, uğradığımız tacizler, köşesinden dönülen kazalarla da pedallamamıza, fallik metaforu çizen el freni gibi parçalarıyla kullanılması yer yer hegemonik erkeklik kanıtı ve alanı olan arabalar ve onun sürücüleri olan birtakım erkekler tarafından bisiklet sürmemiz engelleniyor.
Bisiklet ve Ben
Bisikletin hayatımdaki anlamından, kendi kimliğimi oluştururken durduğu yerden kısaca bahsederek yazımı sonlandırmak istiyorum. Bisiklet sürmeyi çok seviyorum. Kendimi özgür, havanın seyrine kaptırmış, ayakları sağlam basan ve yola hakimiyetimi kurmuş bir kişi olarak hissediyorum. Etrafı gözlemlemek, kendimi yol ve rüzgarın hızına kaptırmak iyi hissetmemi sağlıyor. Bir yandan bisiklet sürmek benim için trans olarak tanımlayabileceğim bir deneyim. Çünkü taşıt olarak görülmüyorsunuz ama yaya da değilsiniz. Arabaların hız tutkusu ve yolu gasp etme arzusuna karşı yol almak için mücadele ederek hareket etmeye çalışırken bundan kurtulma isteğiyle kaldırımda pedalladığımda kendimi kötü hissediyorum. Çünkü ben aslında bir yaya değilim, ben bir aracım. Ayrıca bu şekilde yayaların hareket alanını da kısıtlamış oluyorum. Bisiklet yollarının yok denecek kadar az olması, olanlarının da üzerinde arabaların park edilmesi, yayaların aheste aheste yürümesini de saymayı unutmamak lazım. Bunlar aynı zamanda bisiklet kullanmayı zorlaştıran ve bisikletlinin hayatını tehlikeye sokan durumlardan.
Araç trafiğine bisikletle çıkmak benim için bir korkulu rüyaydı, her an ölüm ve kaza senaryoları aklıma geldiğinden cesaret edememiştim ama bahsettiğim eylem dönüşünde bunu gerçekleştirmeyi başardım ve sonrasında da devamı geldi. Bir kere kendimi hem özgür hem de ölmek istemediğim için telaşlı hissettim. Otobüslerin beni yutarcasına sollaması, yol üzerinde araçların bana zar zor hareket alanı bırakması beni korkutan ve bir bisikletli olarak yaşamımın ne kadar değersiz olduğuyla yüzleştiğim anlar olmuştu. Ayrıca aynanızın, kaskınızın, dizliklerinizin ve ışığınızın olması, yani kıyafet rengine varıncaya kadar tam teferruatlı yola çıkmanız çok önemli. Ondan sonrası ayaklar pedallarda, dayanışmayla ve birliktelikle iyilik, güzellik, mücadele!
Kaynaklar:
1 Geçtiğimiz Documentarist Bağımsız Belgesel Film Festivali’nde gösterilen “Bisikletler Arabalara Karşı” isimli belgesel, Avrupa ve Amerika’da örülen dayanışma ağı ve mücadeleyi, arabaların bisikletlerle nasıl savaş halinde olduğunu gözler önüne seriyor.
2 http://recapsmagazine.com/rethink/why-are-bicycle-frames-still-gendered-objects-by-hanna-negami/
3 Doğumda kendisine atanmış cinsiyetle uyumlu olmayan yani toplum tarafından kız çocuğu olarak kodlanıp kadın olması beklenirken kendisini kadın-erkek ikililiği dışı bir cinsiyette beyan edenler, bu tanımlamanın içine girmektedir. Trans şemsiyesi altında yer alan bu varoluşlar gender-bender, agender, gender-nonconforming, bi/pangender ve çok daha fazlası gibi çeşitli şekillerde tanımlanabileceğinin yanı sıra bu tanımlama trans erkekleri de kapsamaktadır. Trans geçiş sürecinde yer almamış pek çok trans erkek, “kadın” varsayılma gibi bir ayrımcılık biçimiyle karşılaşıyor. Tanımlamayı daha da genişletip “kadınsı” olarak toplumda görülüp aşağılanan pek çok kimlik ve varoluşu içine alabiliriz.
Teşekkürler dayanışma ile iyi pedallamalar.