Besinin hazırlanması, gerekli kıyafet hijyeninin sağlanması neden olduğunu asla anlamadığımız bir şekilde (!) Juliet Mitchell’in de dediği gibi kadının “yiyecek, sağlık ve refah sağlamak olan asıl işi, bir tür, saçıp savurma, tutumsuzluk gibi görünmekte.”
Yoksulluğu düşünmeden bir gün geçiren var mı son zamanlarda? Sanıyorum yok. En azından benim çevremde olmadığını biliyorum. Ayaküstü bile olsa her buluşmada istisnasız her şeyin ne kadar pahalı olduğunun, x ürününün fiyatına ne kadar zam geldiğinin, herhangi bir sosyal aktivitede bulunulmasa bile ay sonunun zor getirildiğinin konuşulmadığı bir ortam pek yok artık. Peki ya medya ve sosyal medya? Döviz kurunun ne hâlde olduğunu kontrol etmekle başlayıp, yarım yamalak anlayabildiğim ekonomi haberlerini takip edip, sosyal medyada gerek esprili gerek iç yakan isyanları görmeyle devam eden ve sonra döviz kurunu kontrole geri dönen bir döngü içerisindeyim her gün. Bu döngünün devri kenarda duradursun, arta kalan zamanda—evet arta kalan zaman diyorum, artık adeta asıl işim ekonomiyi takip edip anlamaya çalışmakmış gibi hissediyorum—ay başında yatan maaşı hiçbir şeye yettiremeyeceğim ücretli işimi yapıp daha da arta kalan zamanlarda da kitap okuma rutinindeyim. En son başladığım ve bu yazıya niyetlendiğimde de okumaya devam ettiğim kitap Juliet Mitchell’in Kadınlık Durumu. Gördüğüm anda çocukluğuma dair birtakım anıları uyandıran bir bölüm alıntılamak istiyorum. Zira canlanan bu anılarla beraber oturup bu yazıyı yazmaya başladım:
“(…) Bütün bu ülkelerde, üretim ve tüketim arasında önemli bir dengesizlik göze çarpmaktadır. Kadınlarsa, ev kadını kimlikleriyle başlıca tüketim ajanlarıdır. Tüketim ahlakı (para harcama), kocanın alanına giren üretim ahlakının (değer yaratma) karşısına çıkarılmakta ve kadın ile erkek bir kez daha bölünmektedir. Kadınlara tüketici olarak seslenmenin başlıca ajanı da yine kadınlardır: Estetik de cinsel açıdan kullanılmakta ve sonuç olarak, kendilerini, kendilerine satmaktadırlar. Reklamlara konu olan kadınlar, ayrıca erkekleri ‘lüks’ harcamaya kışkırtma işiyle görevlendirilmişlerdir. Bu durumda kadının yiyecek, sağlık ve refah sağlamak olan asıl işi, bir tür, saçıp savurma, tutumsuzluk gibi görünmekte kadının kendisi bu süreç içinde bir tür fanteziye dönüşmektedir. İnsanların bir boş-zaman etkinliği gibi gösterilmekte, kadının kendisi de (eğer yeterince gençse) bu işe eşlik eden bir oyuncak durumuna gelmektedir.”
Malum anıları canlandıran, italik olan cümle (benim vurgum) olmakla beraber anlam bütünlüğü biraz olsun sağlansın diye daha geniş bir kısmı alıntılamanın daha uygun olacağını düşündüm. Peki, ikidir dillendirdiğim o “malum anılar” ne ola ki? Bu alıntıyı bir kenarda tutuyor ve hemen yeni bir alıntı ile devam ediyorum: “Ne yapıyorsun, içiyor musun o yağı?!” Çocukluğumdan bugüne gelen bu cümlenin sahibini tahmin etmek çok zor olmasa gerek diye düşünüyorum. Ama tabii ki belirterek hakkını verelim. Babamın anneme birden fazla defa söylediği bu cümle yukarıda vurguladığım cümlenin pratiğe dökülmüş hâli gibi hissettirdi okuduğum an bana. İki memur ebeveyn ve bir çocuğun olduğu bu evde yağın bitmesiyle çıkan olay bende şunu düşündürürdü çocuk aklımla: “Demek ki annem yemeklere çok yağ koyuyor.” Neyse ki cümledeki mübalağa sanatını ciddiye alarak annemin gerçekten yağı içtiğini düşünmemişim hiç. Fakat babamın bu cümleyi kurmasındaki haksızlığı ve hadsizliğini de hiç düşünememişim belli ki. İkisi de ücretli işlerde çalışıyor olmasına rağmen—ki çalışmıyor olsa bile yükümlülüğün kadında olmadığını belirtmek istiyorum tabii ki—eve gelindiğinde erkek kısmının oturup yemeğin hazır olmasını beklemesi, kadının ise canhıraş hem olabildiğince çabuk hem de olabildiğince besleyici bir yiyecek hazırlamaya çalışması çok yabancı olduğumuz senaryolardan değil ne yazık ki. Yine asla yemek yapmayı bilmeyen, hayatı boyunca sadece yumurta kırmak ve salata karıştırmak dışında hiçbir şeye el atmamış erkek kısmının yağın tüketimindeki saldırgan söz sahipliği de hayli tanıdık.
Benzer bir örnek olarak, bir arkadaşımın evinde de bu tür bir duruma tanıklık etmiştim ve anında beni gene yukarıda anlattığım yağ meselesine götürmüştü. Diğer tüm işler gibi çamaşır yıkamanın da kadının üzerine yıkıldığı bu evde, deterjanın ne kadar hunharca kullanıldığı adeta evrenin nasıl oluştuğu kadar büyük bir problemdi o akşam. Eve gelen paranın, yani evin ihtiyaçlarının alınmasının organizasyonu ve o paranın ay sonuna yetişmesi sorumluluğunun olduğu gibi kadının üzerine yıkıldığı bu evde meselenin, deterjanın gereğinden fazla kullanıldığı kararı ile sonuca bağlanarak sonlanan bir tartışmaya şahit oldum. Gene belirtmeden geçemeyeceğim, bahsi geçen erkeklerin çamaşır yıkama eylemiyle herhangi bir alakası yok.
Bu iki durumda da besinin hazırlanması, gerekli kıyafet hijyeninin sağlanması neden olduğunu asla anlamadığımız bir şekilde (!) Juliet Mitchell’in de dediği gibi kadının “yiyecek, sağlık ve refah sağlamak olan asıl işi, bir tür, saçıp savurma, tutumsuzluk gibi görünmekte.”
Bahsettiğim evler hiçbir zaman üst sınıf evler olmadı farkındayım. Fakat acaba ev ekonomisinin bu kadar kadına kaldığı ve o ekonominin eve para getirerek “kadına baktığını” sanan erkeklerce hesabının sorulduğu bu evlerde yoksulluğun kadınların üzerindeki etkisi şu sıralar ne hâlde? Bazı marketlerde yağ, şeker gibi ürünlere alım sınırı da getirildiği haberleriyle acaba bunların hesabı kadından ne şekilde soruluyor, kadınlar kendi üstlerinde nasıl bir baskı ve belki de suçluluk hissediyor? Çevremde her görüşmemizde hayat pahalılığının konuşulmasıyla devam eden bir konu da haliyle bu: Kadın yoksulluğu ve yoksulluğun kadınlar üzerinde daha da ağırlaşan etkisi. Sadece ev içindeki yeniden üretim ile sınırlı kalması mümkün olmayan bu sohbetlerde ücret eşitsizlikleri, işyerindeki mobbing, taciz gibi her türden şiddet ve sömürüye katlanma zorunluluğu, aşırı artan kiralar ile yalnız yaşamak isteyen kadınların zorlanarak aileye bağımlı kalmaları ya da ekonomik problemler sebebiyle boşanamama, istemedikleri ve belki de şiddet dolu bir evliliğe mecbur bırakılma, sağlık harcamalarının ikinci plana atılması, sosyal ve kültürel etkinliklerin neredeyse sıfırlanması ve evde daha fazla zaman geçirme ile ev içi sömürünün daha da ağırlaşması… Daha ilk etapta aklımıza gelmeyen, geldiğinde de uzadıkça uzayan çok katmanlı bir liste var önümüzde. Bu listedeki her bir madde belki de tek tek konuşulup, sebepleri, oluşmuş ve oluşabilecek olan muhtemel sonuçları ile değerlendirilip, politik bir mücadele olarak önümüze almayı gerektirecek türden konular. Konuştukça çözüme daha da yaklaşacağımız konular. Neredeyse her meselenin cinsiyetli olduğu bu patriarkal kapitalist sistemde yoksulluğun da cinsiyetli olduğunu ortaya koyup, teşhir edip feminist bir taraftan söz söylemenin, belki de talepler oluşturmanın elzemliğine inanıyorum.
Bu yazıya dökmeye çalıştığım fikirlerin oluşmasında katkısı olan tüm feministlere teşekkürler.