Güç ve güven kavramlarını başka yerlerde, başka kimselerde değil, kendi içimizde aramaya davet eden yoga, politik bir değişimin başlangıç noktası olabilir mi?
Geçen sene bugünlerde Türkiye’de COVID-19 salgınının ilk ayak sesleri duyulmaya başlamıştı. Halihazırda ciddi bir sosyo-ekonomik dönüşüm halinde olan küresel siyaseti de hiç beklemediği yerden vuran bu salgın, çoğumuz için uzun bir içe dönüş sürecine vesile oldu. Herkes bu dönemi kendi gerçekliğinde yaşadı, kiminle konuşsam bambaşka bir salgın süreci geçirdiğini fark ediyorum. Maddi manevi bir sürü zorlukla baş etmek zorunda kaldık. Diğer insanları suçladık, ülke çapında alınan ya da alınamayan önlemleri suçladık, yetmedi başka ülkelerdeki insanları ve onların aldıkları önlemleri suçladık. Tarihin bizim denk geldiğimiz bu sayfalarında bireysel kaygılarla politik kaygıların daha fazla iç içe geçmesi mümkün olamazdı herhalde.
Ben bu dönemi bol bol yoga yaparak geçirdim. Belki tam da bu dönemi geçirdiğim için yogaya daha çok bağlandım, bilemiyorum. Bireyselliğin sürekli pompalandığı bir dünyadan “bir” olmanın, “birlik” içinde olmanın getirdiği güven duygusuyla şekillenen bir dünyaya geçiş yapmış gibi hissediyorum. Bu geçişle birlikte ataerkil normlarla inşa edilmiş siyasetin duygu durumumuzla ne kadar oynadığını fark etmeye başladım (kişiler arası ilişkilere ne kadar da benziyor!). Bu siyasetin bölücü, yargılayıcı, izole edici doğası bireylerin, özellikle de kadınların zihnini ve bedenini tahmin ettiğimizden çok daha fazla etkiliyor. Görülen veya görülmeyen eril iktidar, kamusal ile özel arasındaki ince çizgide bireyin iç dünyası ve bedeniyle sinsi bir sömürü ilişkisi kuruyor.[1] Bireysel duygu ve düşüncelerin kolektif hale getirilerek tepkiselleştirildiği yeni bir politik düzen söz konusu. Bu düzenin temelinde ise ikili zıtlıklara dayanan çeşitli ayrımlar var: biz ve ötekiler, içerdekiler ve dışardakiler, savunanlar ve karşı çıkanlar gibi. Ulus devletler nasıl kendilerini diğerlerine (kendi olmayana) atıf yapmadan tanımlayamıyorsa[2] bireyler kendini “öteki” olmadan tanımlayamaz hale geliyor. Bu tür ayrımlar, hangi tarafta olursa olsun, kişide sahte bir kontrol algısı yaratıyor ve bundan besleniyor. Bizim de bir parçası olduğumuz liberal dünyada insan, özgür idaresi ile her şeyi kontrol edebileceğini düşünüyor.[3] Oysa liberal bireycilik yanılsaması dayanışma, ortaklık gibi birleştirici söylemleri ortadan kaldırmakta. Herhangi bir konuda taraf seçme ihtiyacının altında bir aidiyet arayışı yok mu? Hepimiz bir topluluğa dahil olmak, yalnız olmadığımızı hissetmek, kısacası güven istiyoruz. Mevcut politik düzen, bireyin bu aidiyet arayışını siyasi bir araç haline getiriyor ve çarklarını kimsenin kimseye güven duyamadığı bir ortam yaratarak döndürüyor.
Feminist hareket, bahsettiğim iktidar yanılsamasının ortaya çıkardığı kadın-erkek zıtlığını çatırdatan başlıca alanlardan biri. Kendi varlığını kadınları işine geldiği gibi tanımlayarak oluşturan eril iktidarın baskısı altında dahi kadınların nasıl bir araya gelebileceğinin en iyi göstergesi. Aynı şekilde yoga da benim için daha büyük bir grubun parçası hissettiğim, çoğumuzun alışkın olduğu gibi bedenimi başka kadınların bedenleriyle karşılaştırmadan, kendim dahil kimseyi yargılamadan benliğimi ortaya koyabildiğim bir yer. Yoga sayesinde bir sürü önyargımdan kurtuldum; onlarca kadınla tanıştım ve hikayelerimizin ne kadar benzer olduğunu bir kez daha anladım. Ayrıca pozlarda partnerli çalışırken destek vermek kadar destek alabilmeyi de öğrendim. Benim ayaklarım yere ne kadar sağlam basarsa, durduğum yere ve içinde bulunduğum ana ne kadar iyi köklenirsem diğer insanlarla bir o kadar sağlıklı bağ kurabildiğimi gördüm. Bize tepeden inme bir şekilde öğretilen, özellikle kadınlar arasında belirginleşen ben-sen-o ayrımının gerçekte bir kurgu olduğunu ve doğanın değişmez buyrukları gibi görünen şeylerin aslında güçlü toplumsal mutabakatlar olduğunu keşfettim.[4]
Yoga felsefesi bireyi alışkın olduğumuz zıtlıklar girdabından kurtarmayı amaçlar ve birtakım dışsal normlarda hapsolmuş kişiyi hem zihnen hem bedenen (yani içsel olarak) özgürleştirir. Çoğu kişinin modern hayattan kaçmak için yogaya sığındığını biliyorum. Oysa bence yoga bir kaçıştan ziyade bir uyum, ahenk alanı sunuyor. Modern insan sürekli bir çözülüş, yenilenme, sıkıntı, kaygı, belirsizlik ve çelişki içinde.[5] Devamlı değişen ve bu yüzden de bireyde güvensizlik yaratan Batı modernitesi karşısında yoga, binlerce yıllık öğretilerle Doğu’nun eskimeyen bilgeliğini gözler önüne seriyor. Tüm gün bir oraya bir buraya koşturan bedenimizi ve uçuşan zihnimizi olduğumuz yere, olduğumuz ana köklememizi sağlıyor. Yoga bizi, ikiliklerle çerçevelenerek sunulan yüzeysel dünyanın ötesine geçmeye, güç ve güven kavramlarını başka yerlerde, başka kimselerde değil, kendi içimizde aramaya davet ediyor. Yoga pratiğinde bedenini, meditasyonda da zihnini kontrol edebilen kişi, aidiyeti kendi içinde bularak artık kendini tanımlarken “öteki”ne muhtaç olmaz hale geliyor, yani aslında dışa bağımlılıklardan özgürleşiyor. Çünkü zaten artık bir bütün, artık bu bir “zıtlık” hali değil, bir “birlik” hali. Yoga sayesinde yalnızca zihin-beden birlikteliğini değil, ben-öteki birlikteliğini de kurabiliriz. Ayrıca kadınlar olarak önce kendimizi, sonra birbirimizi içinde yetiştiğimiz bu ataerkil travmalar zincirinin filtresinden de kurtarabiliriz. Bu birlik halinin kurulması bahsettiğim ayrımlardan çıkar sağlayan, varoluşunu bu ayrımlar üzerinde temellendiren eril politik düzen için devrim niteliğinde.
[1] Michel Foucault, Hapishanenin Doğuşu, 2015, İmge Kitabevi, Çev: Mehmet Ali Kılıçbay.
[2] Benedict Anderson, Hayali Cemaatler, 2015, Metis Yay., Çev: İskender Savaşır.
[3] Yuval Noah Harari, 21. Yüzyıl için 21 Ders, 2018, Kolektif Kitap, Çev: Selin Siral.
[4] Catherine A. MacKinnon, Feminist Bir Devlet Kuramına Doğru, 2015, Metis Yay., Çev: Türkan Yöney, Sabir Yücesoy.
[5] Marshall Berman, Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor, 2004, İletişim Yay., Çev: Ümit Altuğ, Bülent Peker.