Sıklıkla unuttuğumuz, hatta hiç düşünmediğimiz bir gerçek, “biz”i oluşturan bedenimizdeki trilyonlarca “mikroorganizma” ile biyosferi oluşturan mikroorganizmalar arasında yaşamsal bir bağ olduğu.
Bir kuşağın çocukluğu uzay yolu diziyle geçmiştir. İzleyenler bilir; Atılgan isimli uzay gemisinde Kaptan Kirk “ışınla bizi Scotty” diye seslenir, karakterler moleküllerine ayrılarak yok olur ve gitmek istedikleri mekanda yeniden ortaya çıkardı. Bu ve benzeri bilimkurgu filmlerini yıllarca izleyip geleceğin bambaşka olacağı yanılsamasıyla bugüne geldik. Bir pandeminin ortasındayız gördüğümüz şey, dünyanın süper gücü ülkelerde tedarik edilemeyen maskeler; koruyucu olarak üzerlerine çöp poşetleri geçirerek işlerine devam eden sağlık çalışanları; hastalara yetemeyen, özelleştirildiği için kötü zamanlar için gerekli malzeme bulundurmayı düşünmeyen hastaneler; sağlık güvenceleri olmadığı için evlerinde ölen hastalar ya da yüklü faturalarla karşı karşıya kalan insanlar. Bunlardan birisinin nefes alamadığı için zorlukla konuşurken ve solunum cihazına bağlanmadan hemen önce sorduğu soru, hafızalarımızda kalması gereken soru olmalıdır: “Masrafları kim ödeyecek?”
Hepimizi değilse de birçoğumuzu evlere hapseden, fiziksel hatta sosyal izolasyona neden olan bir pandemi yaşıyoruz. Büyük İspanyol gribinin üzerinden (İspanya’da başlamamış olsa da böyle anılıyor) yüz yıl geçmiş olsa da aynı çaresizlikle karşı karşıya kalmış olmak, kriz zamanlarında gözlendiği gibi hakikatin perdelerini aralıyor. Yaşamın çarkları arasında gizlenmiş birçok gerçek görünür oluyor. Bazı kavramlar yeniden gündemimize giriyor. Örneğin, çok uzun süredir hayat bilgisi ya da fen derslerinde öğrenip sonra ne işe yarayacağını bilmediğimiz, hekimler içinse aslen temel bilimlerin konusu olan fakat hastalıklara tanı koymaya başlayınca görevini ilaçlara devrettikleri için gerçekte nasıl kullanılacağı belirsiz olan bağışıklık kavramı olanca ağırlığı ile gündeme oturuyor. Hastalığın ortaya çıkışının, patojenin gücü (virülansı) ile bağışıklık sistemi arasındaki bilek güreşine bağlı olduğu, yine bir temel bilimler bilgisidir.
Vücudun hastalıklara karşı temel savunma mekanizmasının bu denli gözden uzak kalması şaşırtıcı gelebilir. Ama bilimin de çaresiz kaldığı bu pandemide bağışıklık sisteminin el yıkamak kadar önemli olduğu yeniden hatırlandı. Bağışıklık sisteminin temel taşları, sağlıklı beslenme ve uyku, egzersiz, temiz hava ve su kaynaklarına sahip olma, sağlıklı barınma ve bütünlüklü bir ruhsal sağlıktır. Buradan anlaşılacağı gibi, kişisel önlemler her zaman yeterli değil. Aynı zamanda düzenli bir gelir ve yaşanabilir bir çevre de gerekli. Bu vesileyle su yüzüne çıkan gerçeklerden birisi, neoliberal olarak tanımlanan her türlü politikanın, insan hayatına değil kârlılığa önem veren, halkın gereksinimlerini değil adına ekonomik büyüme denilen az sayıda şirketin çıkarlarını önceleyecek şekilde yapılandırılmış olması. Yine bu doğrultuda sağlığın özelleştirilmesi ile kamusal bir hizmet olmaktan çıkartılması söz konusu. Artık tüm metalar gibi, sağlık da doğuştan gelen bir hak değil, kişinin kendi sorumluluğuna bırakılan ve para karşılığı sağlanabilen bir hizmet haline geldi. Sağlığın metalaştırılmış olması da kişinin ödeme gücüne bağlı olarak sağlık hizmeti alabilecek olması gerçeğini açık ediyor ve özellikle bu tür yaygın kriz dönemlerinde insanların kırılganlığını ve kaygısını arttıran temel bir neden haline geliyor. Sağlığın kâra dayalı bir hizmet haline getirilmesi doğal olarak hastalıkların önlenmesini değil, müşteriye dönüşmüş olan hastaların hastalandıklarında tedavi edilmelerini önceler. Bu nedenle koruyucu sağlık hizmetleri gereksiz para harcamaya ve şirketlerin kârını azaltmaya neden olan gereksiz önlemler olarak görülür. Yatırımlar hastalığı önlemeye değil, pahalı teknolojik cihazlara ve ilaçlara yapılır. Hastalanınca gereken şey tanı koymak ve ilaç vermektir. Hedef sağlıktan kâr etmek olunca hem tedavi edici sağlık hizmetleri hem devasa hastaneler daha fazla hasta girdisine bağımlı hale gelir.
İlaç şirketlerinin silah endüstrisinden sonra ikinci güç olduğunu bilir, bunun sağlık eğitimine ve tıbbi uygulamalara nasıl yansıdığını düşünmeyiz. Koruyucu sağlık hizmetlerinin olmamasının yanı sıra suların ve havanın kirlenmesi, toprağın pestisitler ve çeşitli kimyasallarla zehirlenmesi, çoraklaşması, ürünlerin besin değerlerini yitirmeleri kronik hastalıkların yaygınlaşmasına neden olur. Her geçen yıl otoimmün (bağışıklık sistemi), şeker, kalp hastalıklarının, otizm ve kanserin artıyor olmasının, dünyamızın ve ekosistemin tahribatıyla ve zehir yiyip zehir solumamızla bağı örtülür, görmezden gelinir. Dünya ekosisteminde gelişen tahribatın bir benzeri barsaklarımızda ve bedenimizdeki mikroekosistemin de başına gelir.
Bir süredir bağışıklık sistemimizin barsaklarda yer aldığını biliyoruz. Uzun yıllar boyunca basit bir boşaltım yolu olarak görülen barsaklarımızda doğumdan itibaren yaklaşık üç yaşlarına kadar yağmur ormanları zenginliğinde bir mikro flora, yani mikro ekosistem geliştiriyoruz. Bu floraya mikrobiyata deniyor ve yaklaşık yüz trilyon bakteri, virüs ve mantarlardan oluşuyor. Bir parçamız olan ve birlikte yaşadığımız bu ekosistemin psikolojimize ve zihin faaliyetlerimize yön verebildiğini, ne tür alerjiler ya da immün hastalıklar geliştireceğimize hatta hastalanmamıza ve hayatta kalıp kalmamamıza karar verebildiğini biliyoruz. Bu bedeni paylaştığımız “mikrop”ların çoğunun özellikli görevleri bilinmese de açığa çıkartılmış olanları mevcut. Biz, bu mikroevrenin dengesi bozulduğunda yani bazı tür mikroplar gereğinden fazla ürediğinde ya da mikrosistemin tür zenginliği azaldığında fakirleşiyoruz, hastalıklara açık hale geliyoruz. Tıpkı dünya gibi. Direncimizin gücü, besleyici bitkisel çeşitliliğin zenginliğinden kaynaklanıyor. Ormanlık alanların tahribi, maden arama faaliyetleri, tarım alanlarının ve ormanların yapılaşmaya açılması, artan çevre kirliliği gibi nedenler hem bitki tür çeşitliliğinde azalmaya neden oluyor hem de yaklaşan iklim değişikliğini hızlandırmayı ve yaban hayatı ile teması arttırıyor. Bu temasın yaban hayvanları, insanlar ve evcil hayvanlar arası yeni yeni patojenlerin ortaya çıkışını kolaylaştırdığı söyleniyor. Sıklıkla unuttuğumuz, hatta hiç düşünmediğimiz bir gerçek, “biz”i oluşturan bedenimizdeki trilyonlarca “mikroorganizma” ile biyosferi oluşturan mikroorganizmalar arasında yaşamsal bir bağ olduğu. Yeryüzündeki ekosistemi yok ettiğimiz oranda kendimizin de yok olacağımız gerçeği.
Hastalıkların birdenbire ve nedensiz oluştuğunu düşünmüyor ya da her şeyi doğuştan getirdiğimiz özelliklere bağlayıp işin içinden çıkmıyorsak bedende hastalıkları oluşturan mekanizmanın nerede ve nasıl bozulduğuna bakmak; neden o insanda değil, şu kişide olduğunu düşünmek ve vücudun kendi kendini onarma, düzenleme mekanizmasını harekete geçirmek üzere örgütlenmiş bir tıbba ihtiyacımız var. Sadece ilaç yazabilmek için hastalıklara son bir isim veren, nedenlerine eğilmekten uzak tıp eğitimi üzerine düşünmemiz gerekiyor.
Bilimin bağımsızlığı düşüncesi bir kere sarsıldığında çorak bir çölde zeminsiz bırakılma, hurafelerin ya da bilimdışı uygulamaların kucağına düşme, şarlatanlığa teslim olma korkusu yüzünden bağımsızlığı sorgulamaktan uzak duruyoruz. Korkular nedeniyle var olana teslim olmak tercih ediliyor. Oysa tıp dediğimiz uygulamalar bütünü, bilimden kaynak alsa da her zaman bilimin kendisi olmayabiliyor. Sıklıkla var olan politikalardan, siyasal tercihlerden, patriyarkal geleneklerden etkileniyor. Bilimin bağımsız olabilmesi için, binlerce dolarlık araştırma fonlarının şirket kârları için değil, halk sağlığı yararına yapılan yayınlara harcanması; bilime yön veren bilim insanlarının da işsizlik tehdidinden uzakta, gerçek bilimsel tercihlerle halk sağlığı yararına yayınlar üretmesi gerekiyor. Bu pandemi nedeniyle yazdığı bir yazıda Chomsky, korona krizinin nedenini neoliberal vahşilikle açıklıyor. Dünyanın dört bir yanındaki laboratuarların olası bir salgın için çok önceden çalışabilecekken, bunu para hırsı uğruna yapmadıklarını ve “tiranlar” diye adlandırdığı bu şirketlerin vücut kremi yapmayı aşı çalışmalarından daha kârlı bulduklarını söylüyor. Bu virüsün önceki koronavirüslerin mutasyon geçirmesiyle oluştuğunu, bir önceki virüse aşı geliştirmek için Pasteur Enstitüsü’nde bir yöntem geliştirildiğini, ancak ilaç şirketinden fon alınamadığı için çalışmaların durdurulduğunu da biliyoruz. Dünyanın, aslında bilim insanlarının bu pandemiye hazırlıksız yakalandıklarını söylemek doğru değil. Zira 2015 yılında yapılan bir çalışmada yarasa kaynaklı SARS benzeri bir koronavirüsün ortaya çıkma olasılığından bahsediliyor. Yani anlıyoruz ki, bilimsel çalışmalarda bu öngörülmüş, ancak muhtemelen ilaç için yine fon alınamamış.
Pandemi sırasında aşı ya da güçlü bir ilaç bulunmaması ve bağışıklığın önemi, bağışıklığı güçlendirdiği bilinen / düşünülen vitamin ve bitkisel ürünlere talebi de arttırdı. Antioksidanlardan ve vitaminlerden zengin besinlerle beslenmenin öneminden daha çok bahsedilir oldu. Özellikle D vitamini ve C vitamininin bağışıklık üzerindeki olumlu etkisini bilenler yanında, bunlara safsata gözüyle bakanlar bile hangi ürünleri kullanmaları gerektiğini danışır, araştırır oldular. Aslında bitkilerin hastalıkları tedavi edici gücü yüzyıllardır özellikle kadınlar tarafından çok iyi bilinmekte. Ne ilginçtir ki bu salgında kullanılan ilaçlardan birisi olan kinin kınakına ağacından elde edilen bir alkaloid. 1681’e kadar hacamat ile tedavi edilen sıtmaya karşı kininin kullanılmaya başlanması, Galenci tıbbın terkedilmesine ve o zamana kadar kullanılan bir sürü etkisiz tedavi yönteminin son bulmasına neden olmuştur. Şüphesiz bu yıllar 1828’de tıpkı söğüt ağacı kabuğundan elde edilen diğer önemli bir ilaç olan aspirinin keşfinde olduğu gibi ilaçların patentlenmediği zamanlara denk düşüyor. Kapitalizmde ise ilaçlar için patent kuralları geçerlidir ve bu kurallar, ilaçlar üzerinden inanılmaz kârlar elde edilmesine ve bu karların şirketlerin hanesine yazılmasını sağlıyor. Doğal ürünlerin patentleri alınamadığı için, ilaç oluşturma aşamaları için gereken ve çok yüklü harcamalara neden olan Ar-Ge çalışmalarına fon ayrılması şirketler için kârlılıktan uzak. Hangi şirket patentini alıp kar edemeyeceği bir ürün üzerine yatırım yapar ki? Yeri gelmişken biyoeşdeğer kadın hormonlarının da patent kaygısıyla yeterince yaygınlaşamadığını söylemek yanlış olmaz.
Arundathi Roy, bu pandeminin bize bir dünya ile diğeri arasında bir geçit olduğunu söylüyor. Bu geçitten hakikatleri zihnimizde tutarak ve müştereklerimizin sağlığımızın bir parçası değil, ta kendisi olduğunu hatırlayarak geçip geçmemek bize kalmış.