Hande Aydın tarafından kaleme alınan Kuru Su, dereler özgür aksın, Melet Irmağı’nın can suyu kurumasın diye radikal eylem biçimini benimseyen kadının, HES’lere karşı verdiği mücadeleyi, direnişini konu alıyor.
“İş makineleri gelecek dedim, geldiler. Ağaçları kesecekler dedim, kestiler. Bizi ezip geçecekler dedim, geçtiler. HES inşaatı üzerinde oturan beş aileyi evinden ettiler. Melet gözümüzün önünde kuruyor,”[1] yazıyor Türkiye’den Kanada’ya gönderilmiş eski bir mektupta. Yıllar geçiyor mektubun üzerinden; HES’lerin iş makinelerinin arasından belli belirsiz çıplak bir kadın bedeni yansıyor kameralara. Bir kuruyan dere yatağında, bir ağaçların arasında zikzaklar çizerek koşuyor çıplak kadın avazı çıktığı kadar da bağırıyor “Suuuu!” Ve gözden kayboluyor. Görenler neye uğradıklarını şaşırıyorlar. Bir zaman kimse görmüyor kadını, sonra yeniden ortaya çıkıyor. Yine çıplak ve koşuyor. Ne halk bulabiliyor kadını ne de jandarma… Ardından tüm televizyoncular, gazeteciler geliyor Melet’e. “Kadının biri, deli midir nedir, çok afedersin suyunmuş anadan üryan Melet’in orda,”[2] diye. Çok afedersiniz (!)
Hande Aydın tarafından kaleme alınan Kuru Su, dereler özgür aksın, Melet Irmağı’nın can suyu kurumasın diye radikal eylem biçimini benimseyen kadının, HES’lere karşı verdiği mücadeleyi, direnişini konu alıyor. Bu anlamıyla roman Türkiye’nin kanayan yarasına dokunuyor. Ordu’da Melet Irmağı üzerinde kurulan Hidroelektrik Santrali, ardında yaşanan tahribatı ve bölge insanlarını anlatıyor roman. Bugün Melet Irmağı’nın santral nedeniyle büyük bölümü tamamen kurumuş durumda. Hamsici çalışmasında Melet’in can yakıcı durumunu şöyle anlatıyor: “Yol ve tünel çalışmaları nedeniyle dere yatağına dökülen taşların üzerinden ırmağın içine iniyoruz. Her taraf safı taş, taşların arası kertenkele kaynıyor, ırmağın hemen kenarındaki ağaçlar kurumuş, insanın gözüne kurbağa ve kunduz iskeletleri takılıyor. Su tutulan yere geldiğimizde ‘can suyunun’ ne demek olduğunu bir kez daha anlıyoruz. Gıdım gıdım bırakılan, kuşların içmesine bile yetmeyecek ‘can suyu’, üç-dört metrekarelik bir su birikintisi oluşturmuş, orada hareketsiz duruyor.”[3]
HES’lere karşı eylemlerde kadınların ön saflarda yer aldıkları derelere, suya, toprağa sahip çıkma mücadelelerini biliyor, görüyor ve yaşıyoruz. Bu anlamıyla gerçekle kurgunun harmanlandığı Kuru Su, kadınları özne olarak ele alması açısından önemli. Doğa tahribatının kadınlar üzerinde nasıl etkiler yarattığını, nasıl yaralar açtığını kadın gözünden ele alıyor.
Romanın baş karakteri Aden, Kanada’dan Türkiye’ye radikal bir eylem için gelmiş bir kadın. Melet’in can suyu kesilmesin diye özellikle önemli toplanmaların, kameraların olduğu anlarda eylemini gerçekleştiriyor ve sonrasında kimse onu görmüyor. HES’lere karşı eylem yapan, soyunup koşan bu kadının kim olduğunu kimse bilmiyor. Olayın herkes tarafından duyulması ile haberciler de bölgeye geliyor. Derken jandarma, kaymakam, köylü… hepsi Aden’in peşine düşüyor. Başlıyor cadı avı… Erkekler, tüfekler ellerinde köylerde, tek tek evlerde, ormanda, dere yatağında her yerde Aden’i arıyorlar. Elbette ki bulamıyorlar. Sonrasında çevreciler, aktivistler ve tabii ki kadınlar dahil oluyor konuya. Bölgedeki kadıların desteği ile Aden’in bireysel eylemi, köyde erkeklere ve HES’lere karşı büyük bir kadın mücadelesi ve dayanışması başlatıyor.
Roman, “Bedenimiz bizimdir!” şiarının izleğinden gidiyor. Toprağımız, suyumuz ve bedenimiz bizimdir, diyor. HES’lere karşı olan erkeklerin ve Aden’in derdi aynı olmasına rağmen, erkeklerin, kadın bedeni söz konusu olduğunda asıl meseleyi nasıl unutup, Aden’den rahatsız olduklarını; onu bulmak, tahakküm altına almak için peşine düştüklerini görüyoruz. Aslında tam da bu noktada roman, patriyarkal kapitalizmin doğayı ve kadını bir gördüğünü savunan; özel-kamusal, doğa-bilim, beden-kültür, kadın-erkek ikiliklerine dayalı düşünme yapısında kadını doğa, erkeği kültür ve bilimle ilişkilendirdiğini savunan ekofeminist düşüncenin işleyiş biçimini gösteriyor. Patriyarkanın doğayı (kadını), bilim ve kültür (erkek) tarafından tahakküm altına alınması, kontrol edilmesi gereken bir nesne olarak görüldüğünü söyler ekofeministler. Patriyarkal kapitalizm, nasıl doğal kaynakların sonuna kadar kullanılması gerektiğini savunuyorsa, kadın bedenini de doğal kaynak olarak görür ve kontrol altına alır, yağmalar, kullanır. Bu nedenle ekofeministler, kadın ve doğanın ikincilleştirilmesinin, değersizleştirilmesinin sebebinin kapitalist erkek egemen sistem olduğunu savunurlar. Buradan hareketle, çevre mücadelesi ile kadın mücadelesinin birinden ayrı olamayacağı düşüncesini benimserler. Bu anlamda ormanda Aden’i yakalamak üzere dolaşan erkek güruh, kadınların nasıl av haline getirildiğinin, nesneleştirildiğinin temsili diyebiliriz.
Sonuç olarak, hem Aden’in eylem biçimiyle hem de erkeklerin, onu tahakküm altına almaya yönelik çabalarıyla Kuru Su, ekofeminist bir metin olarak değerlendirilebilir.
Künye: Kuru Su, Hande Aydın, Ayizi Yayınları, 2018.
Not: Ekofeminizm hakkında iki öneri kitap: Sinek Sekiz Yayınları’ndan çıkan Vandana Shiva ve Maria Mies’in Ekofeminizm’i ile Metis’ten çikan Val Plumwood’un Feminizm ve Doğaya Hükmetmek’i.
[1] Aydın, H. (2017). Kuru Su. Ankara: Ayizi Yay. s. 142.
[2] A.g.y., s. 45.
[3] Hamsici, M. (2012). Dereler ve İsyanlar. İstanbul: Notabene Yay. s. 63.