Ben bir çınar ağacı gibi değil de bir sahra çalısı gibi kök salan bir kadın olduğumu anladığımda hayatım değişti!
Köklerinizden şüphe etmek nasıl bir şeydir, bilir misiniz? Köksüzlük… Köklerimi nasıl oluşturabilirdim? Ailemin yanına dönerek mi? Yeni bir aile kurarak mı? Yoksa bir partiye ya da bir örgüte üye olarak mı? Nasıl? Ben denizin ortasına, annemin rahmine geri dönerek oluşturdum. Deniz; Freudyen psikanalize göre anneyi, kadını, kadınlığı temsil edermiş yani köklenmek için annemi tercih etmiş olmam da tamamen topluma aykırı bir durum. Bir kadın olarak kök salabilmek zor ve meşakkatli bir yoldur. Neden mi? Çünkü yeni taşındığınız yerde sizi tanımak isteyenlerin size yönelttiği ilk sorular; “Senin baban kim? Kimin kızısın? Abin kim senin?” ya da “Kocanız kimdi sizin?” gibi sorulardır. Evet, evet, kimsenin aklına gelmez bir kadının tek başına bir düzen kurabilme, tek başına köklerini oluşturabilme ihtimali. Mesela kavga edeceksinizdir ama sizinle muhatap olmaz kimse, sen git kocan gelsin, baban gelsin cümleleriyle karşı karşıya kalırsınız bir anda. İşte bu sebepledir ki yalnız yaşayan kadınların hayatlarını sürdürebilmeleri için birçok personaya (maske) ihtiyaçları vardır. Her yerde dişil personalarını gösterdiklerinde hemen toplum tarafından korunmasız, kimsesiz ya da yollu olarak sıfatlandırılabilme ihtimalinden dolayı, savunma mekanizmasının devreye girmesiyle ikinci personaları olan eril personalarına bürünürler ya da gelişmemiş ise eril personalarını geliştirmeye başlarlar.
Peki bu dişil ve eril personalar nedir? Ne anlama gelir? Toplumsal cinsiyet bağlamında kadın ve erkeğe biçilen rollerin tamamıdır. Tamam da, nedir bu kadının ve erkeğin görevi? Toplumsal cinsiyet bağlamında; kadın edilgen, içkin bir karaktere sahip olmalıdır. Bu yüzden itaat eden, uyumlu, daha çok kendini tekrar eden, değersiz ve maddi karşılığı olmayan işler olarak bilinen ev işi, çocuk bakımı ve yaşlı bakımı gibi sorumlulukları üstlenmesi gereken kadın cinsi. Kamusal alandan ziyade özel alanda var olabilen -ki bu da ev içerisindeki mekâna göre değişiklik gösterebilen- bir süreç olsa da kadının var olabileceği durum, süreç, eylemlerin tamamında, doğru oynaması gerektiği ileri sürülen rollerin tamamı. Erkeklik ise kadın cinsinin tam tersi olmalıdır, değil mi? Yani aşkın, mücadele eden (sanki kadın mücadele göstermiyormuş gibi), entelektüel (sanki kadına eğitim alanı açılmış da entelektüel alanda başarısız olmuş gibi), fiziksel olarak güçlü (sanırsınız doğuran cins erkek), dürüst, savaşçı gibi toplum nezdinde şahane gözüken bu özellikler de erkeklik rolleridir.
Dişiliğin ve erilliğin köklenme ile ne ilgisi var demeyin, erkek değilsen, kendine ait bir evin, yuvan olabilme ihtimalini yok sayıyor toplum. Erkek değilsen ve bir erkeğe ait değilsen köklerin de olmuyor işte toplum gözünde. Düşünün, kadının soyadı babadan gelip kocanın soyadına hatta kütüğüne geçiyor, yani kök salabilmek için erkeğe muhtaç bırakan bir toplum içerisinde köklenmeye çalışan yalnız kadınların hali epey zordur, değil mi? Demem o ki: İnsani özellikleri ikiye bölen toplum, her iki cinsten de var olan özelliklerini baskılamayıp sağlıklı ve insani özelliklerini duruma göre sergileyebilen insanları hemen dışlamakta. Sonuç olarak erillik ve dişilik kadın ya da erkekte toplumun baskısı nedeniyle toplumun içerisinde var olabilmek için geliştirmek zorunda oldukları rollerin tamamıdır.
İşte ben yıllardır kök salmanın, bir aileye bağlı olmak, bir yere sabitlenmek, birileriyle var olmak, bir topluluğa ya da bir örgüte bağlanmak olduğunu sanırdım. Ve tabii ki yirmi iki yıl boyunca bunların hiçbirine sahip olamadığım için kendimi köksüz, kimsesiz ve sorunlu bir kişilik olarak görmeye başlamıştım. Hatta bana erkek gibi kız dendiğinde öfkeden deliye dönerdim ve hep kadınlığımdan şüphe duyardım. Sonra bir gün terapistimin bende yarattığı farkındalıkla, bildiğiniz ağaçlar gibi kök salmadığımı aslında erillik denilen özelliklerin pekâlâ kadınlığın da bir özelliği olduğunu, kök salmanın çeşitli biçimleri olduğunu, bir örgütün içerisinde var olurken bireyselliğimden vazgeçmemin gerekli olmadığını keşfettim. Ben bir çınar ağacı gibi değil de bir sahra çalısı gibi kök salan bir kadın olduğumu anladığımda hayatım değişti!
Sahra çalısı (Selaginella lepidophylla): Diriliş bitkisi olarak bilinen Sahra çalısı, uzun yıllar boyunca kurak çöl ortamlarında sağ kalabilmesiyle ünlü bir bitki türüdür. Çöl ortamına adapte olan Sahra çalısı, yıllarca susuz yaşayabilir ve bu durumda kütlesinin yalnızca %3’ünü koruyana kadar kurur. Yaşam koşulları çok zorlaştığında, bitkinin hayatta kalma mekanizması yavaş yavaş kurumasına izin verir, yaprakları kahverengiye döner ve kıvrılır, bitkiye bir top görünümü verir, tüm metabolik fonksiyonları minimuma indirilir. Kuraklık durumu arttığında kökleri zeminden kurtularak serbest “tumbleweed” (taklacı bitki) hâle geçer, esen rüzgârların etkisiyle kurak zeminde sürüklenir. Ne kadar kuru ya da zarar görmüş olursa olsun, yapraklarının özel biyolojik yapısı nedeniyle bitki ölümünden yıllar sonra bile suyu emme ve kendini açma yeteneğini korur (Vikipedi).
Evet, ben ataerkil toplum düzenine itaat etmeyen bir kadın olarak Sahra çalısıydım, istediğim yerde kök salan, dostluklar edinen, istediğim zaman gezen, dolaşan ve edilgen bir biçimde sürekli aynı yerde kök salmaya ihtiyaç duymayan bir Sahra çalısı. Mücadeleci, her ortamda hayatta kalabilen, doğayla birlikte hareket eden, bereketsiz yerlerden uzaklaşıp bereketli yerlerde bir süreliğine kök salan, yalnız ama her yerde dostu olan bir Sahra çalısı.